“Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri 2007”
Birincilik, ikincilik ve üçüncülükle
ödüllendirilen öykülerin tümünü, Ağustos - Eylül dergimizde yayımlıyoruz.
Fırınımız
ana caddeye açılan sokağın hemen başındaydı. Berber, bakkal, manav, bizim fırın
ve kasap yan yana dizilmişlerdi. Dükkânların üstü mütahit Armağan Bey'in
eviydi. Altında beş koca dükkân olan bu ev, kim bilir ne kadar büyüktü.
Denildiğine göre her oğlunun bir odası varmış. Oğlanların ikisi benden büyük,
öteki daha küçüktü. Üçü de fırına ekmek almaya inmezlerdi. Hangi gün, hangi
saat kaç ekmeğe ihtiyaçlarının olduğunu bilirdi babam. Susamı bol, iyice
gevremiş pideleri özenle tepsiye yerleştirir, üstüne bez örter, daha buğusu
üstündeyken yukarıya Nazan yengeye ulaştırmamı isterdi benden. Zile basınca Çıt
diye açılırdı apartmanın kapısı. Bu Çıt sesi öylesine hoşuma giderdi ki... daha
kapı geri örtülmeden o zevkle Nazan yengenin yanına çıkmış olurdum. “Karaoğlan”
derdi bana Nazan yenge; “yine sen mi geldin?...” Ses etmezdim. Belki utana
sıkıla gülerdim. Koca koca memeleri vardı Nazan yengenin, ak mı ak...
Anneminkine hiç benzemeyen cinsten... Memelere mi bakacağım, oğullarının
odalarını mı göreceğim kapı aralığından, yoksa yine bahşiş hazırlamış mı diye
merak edecekken, o kısacık zaman aralığı hemen biterdi. “İyi” derdim kendi
kendime, aşağıya inerken, “iyi ki derslerimin nasıl olduğunu sormadı Nazan
yenge.”
Ben
aşağıya indiğimde, babam çoktan Armağan Bey'in sayfasına ekmekleri yazmış
olurdu. Gün gün toplanır, ay sonunda kiradan düşülürdü bunlar.
Bu
defteri babam yazardı ama ben toplar çıkartırdım.
Okul
defterlerinden daha iyi bilirdim o defterde nelerin olduğunu. Hangi bakkala kaç
ekmek gitti, kaç para alındı, geriye ne kaldı, kimin veresiyesi kaça ulaştı,
ben bilirdim.
Bu ay
kaç çuval un alındı, kaç ekmek pişirildi, elektrik, su, susam, tuz, oduna ne
ödendi, geriye ne kaldı sorularının yanıtını benden daha iyi hesaplayan kimse
yoktu.
Lakin
benim çıkarttığım sonuçlar ne babamı ne de ortaklarını mutlu ediyordu. Babamın
bir ortağı hamurcu, biri pişirici öteki ise amcamdı. Babam kasada dururdu.
Amcam
ağa idi. Mahmut Ağa derlerdi. Silindir şapkası hep başında olurdu. Kravatını
takmadan, ütülü pantolonunu giymeden, kış ise kalın çuhadan sakosunu sırtına
almadan dışarı çıkmazdı. Sarı bıyıklarını parmaklarının ucuyla sık sık tarar,
sarı Besni üzümüyle besler, bastırır, yeleğinin cebinden çıkarttığı horozlu
aynasına bir göz atar, öyle koyulurdu yapacağı işe.
Fırınımızın
hem ortağı hem de tek patronuydu, un fabrikasıyla o görüşür, belediyedeki
işleri o halleder, Nazan yengeye kirayı o verirdi.
Her
ayın sonunda gün begün biriktirdiğim hesapları önce babamla ortakları merak
ederlerdi. Gün sona ererken, ocaktan çıkan ekmeklerin üstüne atıldığı tahta
ızgaranın üstüne önce büyükçe bir gazete serilir. Sonra ben defteri açarım,
ortaklar sağıma soluma dizilirler, söylediğim rakamları her dinleyişlerinde
yüzleri asılırdı. Sonra her biri kendince kafasından bir hesap yapardı.
Kafalarındaki hesapla, benim çıkarttığım hesaplar asal birbirini tutmazdı.
Hamurcu derdi ki, şu kadar tekne hamur yoğurdum, şu kadar ekmek eder, pişirici
derdi ki, şu kadar yumak açtım, ateşte yanmadılar ya bunlar, babam derdi ki,
sen yoğurdun, sen pişirdin de ben satmadım mı?.. Sonra bana dönerlerdi:
Bakkallara dağıttığın ekmeklerin hesabını iyi yaptın mı?...
Ekmekleri
ben dağıtırdım.
Babamla
birlikte kalkardık sabah erkenden.
“Sen
bir şey hazırlama” derdi babam anneme, “biz kahvaltımızı fırında yaparız.”
Aceleye
çıkardık. Kardeşlerim hala uykuda olurlardı.
Okul
çantamı babam sırtlanırdı yol boyu. Önce kanal köprüsünü geçer, sonra kayısı
bahçelerinin arasına düşerdik. Geriye iki adımlık yol kalırdı fırına ulaşmak
için. Sabah namazından dönen ihtiyarları saymazsak bizden başka kimse olmazdı
yolda.
Geldiğimizde
tezgâhın üstü pidelerle dolmuş olurdu.
“Bereketli
olsun” derdi babam ustalara.
Onlar
da yanıt verirdi: “Bereketli olsun.”
Hemen
benim işim başlardı.
Hasırdan
örülmüş tepsi benzeri düz sele üzerine tek tek sayarak dizerdi babam ekmekleri,
aralarına gazeteler kordu. “Önce hacı bakkala uğra” derdi. “Huysuz yine hadise
çıkartmasın...” Kocaman ekmek selesini bir yekinişte başımın üstüne
yerleştirirdi. Boyum iki misline çıkar, boynum omzuma gömülür, çenem göğsüme
çakılırdı. Bacaklarım titrerdi. Ayağım bir yere takılacak da, ekmeklerim
devrilecek diye ödüm kopardı. Ekmekler neyse de babam mahcup olacaktı... Amcam
kaç kez söylemişti, “oğlanı derin uykusundan uyandırıp, kendisi kadar yükün
altına sokuyorsun, yazık değil mi çocuğa. Boyu kısa kalacak…” derdi. Onun için
amcamı babamdan daha çok severdim. Ne de olsa o Mahmut Ağa idi.
Başımda
ekmek sepeti, titreye titreye yürürken ben sokak aralarında, her yana ekmek
buğusu, kokusu yayılır, sığırcıklar, serçeler dönerdi başımda. Bir de
balkonlara kadınlar çıkardı, tüller içinde giysileriyle... Başımı kaldırıp
bakamazdım onlara, ama tahmin ederdim.
Erkenci
Hacı Bakkal, dükkânının kepenklerini henüz açmaktayken bile söylenirdi. “Yine
geç kaldın” derdi. “Bu gidişle öbür fırınla çalışacağım.” Bir şeyler diyemezdim
ona. Bana yardım eder. Ağır sepeti başımdan alır, kendisine ayrılmış pideleri “Bu
yanmış, bu hamur kalmış” bahaneleri arasında tek tek sayar, sonra sepeti tekrar
başıma kordu.
Hacı
Bakkal'dan ayrılınca sırada kimin olduğunu bilirdim. Son uğrayacağım yer Bakkal
Nazım'dı. İçimden dua ederdim. İnşallah dükkanı bugün de kızı açmıştır diye.
Adı
Hülya idi.
Kıvır
kıvır sarı saçları omuzlarını örterdi. Sınıfımdaki kızlara hiç benzemezdi.
Ekmekleri sayarken durup durup bana bakardı. Sayıyı şaşırır, bir daha sayardı.
“Bu kez
ben sayayım” derdim.
Ben de
şaşırırdım.
Bu kez
o sayardı.
İşte
ustalar, “Bakkallara dağıttığın ekmeklerin hesabını iyi yaptın mı?” diye her
soruşlarında
aklıma Hülya gelirdi.
Hülya'nın
ekmekleri...
Dağıtım
işi bitince, seleyi fırına bırakır, yevmiyemi alır, hesabı babama verir okula
koşardım.
Yol
boyu paramı yeniden yeniden sayar, her defasında da geç kalırdım.
Her gün
azar işitir, tokat yerdim okulda.
Bir gün
yine sıkıştırdığında anlattım da baş muavine neden geç kaldığımı, durup
dururken sevdi adam beni. “Babanla görüşeceğim çalıştırmasın seni” dedi. “Hah”
dedim içimden “Amcam da öyle diyor zaten.” Bir de diyebilseydim Başmuavine;
“öğretmenim, koca fırının bütün hesaplarını ben yapıyorum, ama matematikten hep
zayıf alıyorum, niye ki?..”
Bir
aklım Hülya'nın ekmeklerinde, bir aklım babam ve ortaklarının sorularında iken;
“Şey” dedim onlara; “Şey!...” “Ne?..” diye sordular, üçü birden.
“Siz
hamur yumaklarını tartıyor musunuz?...”
“Evet...”
dediler.
“Peki
teraziniz doğru mu?...”
“Evet...”
dediler.
“Hayır”
dedim, “doğru değil…”
“Nasıl?...”
dediler.
“Gidip
hamur yumağını bakkal amcanın terazisinde bir tartın bakayım.”
Haklıydım.
Nasıl
da keyiflenmişlerdi.
Beni ne
çok sevmişlerdi.
Babam
nasıl da gururlanmıştı.
Ama
bunu Mahmut Amcama söylemediler.
Okuldan
çıkar çıkmaz yine fırına koşuyordum.
Bu kez
akşam ekmeği sıradaydı.
Akşam
ekmeğinden önce de yemek vardı.
Kasaptan
eti, manavdan domates, soğan, biber, patates, patlıcanı almış güvece kat kat
yerleştirmiş, üstüne tuzunu, az tereyağını, pul biberini serpmiş, ağır ateşte,
bir saate yakın bırakmış, dışarıya almış ve soğumaya bırakmış olurlardı.
Ben
gelince güveci kocaman bir tepsiye boca eder, dizilirlerdi etrafına. Babam,
ben, hamurcu, pişirici, olursa bir-iki kıymetli müşteri, çok meşgul değilse
bakkal amca, bazen berber, olmadı kasap, ara sıra mütahit Armağan Bey'in
oğullarından bir ikisi tepsiye batar batar çıkardık. O nasıl bir hengâmeydi, o
ne biçim bir güzellikti ve elbette o nasıl bir yarıştı.. Gel de anlat...
Keşke
Hülya da olsaydı tepsinin çevresinde...
Ya da
Nazan yenge!...
Nazan
yengeye güveci Mahmut amcam yollardı.
“Benim
hesabımdan kesin” diye eklemeyi de ihmal etmezdi.
Arkasından
da yine bıyıklarını düzeltir, kirayı deste yapar, yıpranmış, kirlenmiş olanları
değiştirir, yukarı çıkardı. Gecikmesinden anlardık ki yine az şekerli, bol
telveli, köpüklü kahveden içmiş...
Ay sonu
hesaplarında bana soracaklarını bildiğim için tüm bunları tek tek not ederdim
deftere.
Terazinin
değiştirilmesine, yumakların tek tek sayılmasına, bozulan, yarı yanan,
bayatlayan ekmeklerin bir bir hesaba katılmasına karşın yine de benim çıkardığım
hesapla ortakların hesabı tutmuyordu birbirini.
Hamuru
herkes yoğuramazdı ama, pişirmek de hüner isterdi.
Fırın
içinin ısısı kaç derece olacak, alevli ateş hangi köşede olacak, tırnaklanıp
açılmış hamur hangi köşe ye serilecek, serildiği yerde ne kadar kalacak, oradan
alınıp yeniden nereye serilecek, sağa sola ne zaman çevrilecek... ve elbette
hem suyunu tümüyle kaybetmemiş, hem yanmamış, hem de iyice pişmiş olacak...
Yetmez...
Sonrası
tezgâhtarın, yani babamın işi...
Onları
öyle yayacak ki tezgâhın üstüne, hem hamurlaşmamış, hem de buz kesmemiş ola.
Kadife gibi yumuşak, kekik gibi kokulu ola... Ekmeği soğutmak da hünerdir zira.
Benimki
sadece başımın üstünde taşımaktan ibaret. Devirme yeter!...
“Yok
yok” dediler. “Senin yaptığın iş, öyle sandığın gibi bakkallara taşımaktan
ibaret değil. “Sen olmasan, biz temelli şaşırtırız bu hesapları!...”
Bu
güzel sözler karşısında çok gururlandım. Ama hesaplar hâlâ şaşkındı...
Mahmut
amcaya bunları anlatmak mümkün değildi.
Nasıl
olur da elde avuçta üç beş kuruş kalmazdı?...
İzahı
yoktu.
“Gel”
dediler, “Mahmut Ağa, gel de otur o zaman işin başına.”
Mahmut
amcam, ne fırının o sıcağına girer, ne de işin başına otururdu. Ama bunun da
bir yanıtı olmalıydı. Komşu fırınlar işlerini şu kadar arttırıyorlarken, daha
uzaklarda yeni yeni fırınlar açıyorlarken, bir sırır olmalıydı bu işin.
O sır
neydi?..
Herkes
bu sırrı arıyordu.
Matematikçi
kocaman bir problemi çözedursun kara tahtada, ben o sıra, o sırır arıyordum
kendimce.
Her
çuvalda şu kadar un var. Şu kadar su katıldı. Şu kadar tuz. Şu etti. Şuna
bölündü, şu çıktı. Şuna alındı, şuna satıldı. Şu kalması lazım. Kalmadı...
Neden?.. Gel de çık işin içinden.
En akla
yatkın olasılık babam çalıyor.
Ben
çalmadığıma göre, o çalıyor.
Hayır
babam çalmaz. Ne babam, ne ben...
Peki
kim çalıyor?..
Paraya
eli değen başka hiç kimse yok ki...
Biri
yoğuruyor, biri pişiriyor. Matematikten sınıfta kalansa ben oluyorum.
Nazan
yengeye mi sorsam bu işi, Hülya'ya mı?... Matematik öğretmenime soramayacağıma
göre, kime sorsam?... Belki Başmuavine... Ne der ki bana?...
Diyeceği
açık:
“Hesaplarını
bir daha kontrol et!...”
“Ediyorum,
ediyorum... Bulamıyorum. Hep aynı hesap çıkıyor. En iyisi ben şu
Hülya'nın
ekmeklerini, hiç onun gözüne bakmadan, sarı kıvırcık saç tellerini tek tek
saymadan, bir daha bir daha yeniden sayayım.”
Her
hesaba oturuşumuzda suratları asılıyor babamla ortaklarının, her şeyi gözden
geçiriyorlar, her şeyi yeniden yeniden not ettiriyorlar bana, parmaklarıyla
sayıyorlar bir bir, fırının alevi karşısında terlemeyen yüzlerini gözlerini
damlacıklar basıyor, oflayıp pufluyorlar, çarp diyorlar çarpıyorum, böl
diyorlar bölüyorum. Sonu gelmez bir hesap.
Eh iyi
hesabı annem biliyor.
“Her
gün şu kadar para alıyorsun” diyor. “Tamam biliyorum, şu kadarını leblebili
şekere verdin, şu kadarıyla simit aldın... Ötesi nerede?...” Diyemiyorum ona;
“Bak bir de hikâye kitabı aldım, şu
kadarıyla da bisiklete bindim... Kalanı da bu...”
Hep
açık veriyorum.
Fırının
hesabında da böyle bir şey olabilir mi acaba...
Hesaba
katılmayan bir gider?...
Yol boyu
babama soracak oluyorum, “Benim niye açık verdiğim belli de…” diyecek
oluyorum... Sonra vazgeçiyorum.
O sabah
Mahmut amcamı fırında kükremiş halde buluyoruz. Hayret ediyorum, hiç bu saatte
gelmezdi. Niye ki?...
Bağırıp
çağırıyor...
Babam
bir bahaneyle kasaba kaçıyor, ustalar arka tarafa... Orta yerde bir ben
kalıyorum.
“Gel”
diyor bana, “gel yanıma kuzum.”
Çekine
çekine yanına sokuluyorum. “Aç şu defteri” diyor.
Açıyorum.
“Anlat”
diyor.
“Anlatıyorum...”
“Eyvah”
diyorum içimden, “Matematikten yine zayıf alacağım.”
“Bunca
un geldi bu fırına, bunca ekmek çıktı. Neden elde avuçta bir şey yok?...”
Saçını başını yoluyor amcam.
Yine
zayıf alıyorum.
Zayıfoğlu
zayıf...
Aklına
bir şey geliyor birden Mahmut amcamın, olmadık bir şey, ustalara sesleniyor
birden; “çıkın o delikten” diyor. “Git babanı da çağır.” diyor bana.
Suçlu
suçlu birikiyorlar ızgaranın çevresine, merak içindeler.
“Şu
açılmamış un çuvalını getirin buraya” diyor amcam, bir de kantar bulun...
Un
çuvalı tartılıyor...
Dördü
birden: “Vay be...” diyorlar... “Vay be...”
Ben
“anaaa...” diyorum. “Güya akıllıydım, güya babamın bitanesiydim...”
Mahmut
amcam doğru un fabrikasına koşuyor.
Sonrasını
bilmiyorum.
Bilmek
istemiyorum.
Sadece
Hülya'nın ekmekleri temize çıktığı için mutlu oluyorum.
Bakıyorum
da; babam da ortakları da çok mutlular... Temize çıktılar ya, artık mütahit
Armağan beyden bu dükkânı satın almayı bile düşleyebilirler.
Armağan
bey değil de büyük oğlu geliyor fırına, maça gidecekmiş kardeşleriyle, onu
söylüyor... Takılsam mı peşlerine diye geçiriyorum içimden, ilk kez bir maç
seyredeceğim, hem de stadyumda...
Mahallede,
kanalın kenarındaki kumlukta, taşlardan kale yapar, Banazılıların çocuklarıyla
top oynardık da stadyumda maç nasıl olurdu?... İlk kez böyle bir şey olacaktı.
Ama akşam ekmeğini kim dağıtabilir?... Benden başka kim?.. Hem Hülya'yı
görmesem bugün uykum gelir mi?.. Ayrıca ona, o bilmese de müjde vermem gerekmez
mi, senin saydığın ekmekler doğruymuş diye...
Yalvaran
gözlerimi okumuş olmalı ki
Amcam,
“Hadi oğlum, şahan gözlüm sen de git” deyince rahatladım.
Aslan
amcam benim, nasıl da anladı halimden.
Takıldım
Armağan beyin çocuklarının peşine...
Stadyumun
yerini 19 Mayıs törenlerinden biliyordum da, içeriye nasıl girilirdi?..
Hep
birlikte arkaya dolandık. Kale surları gibi koca duvara nasıl tırmanacaktık?...
Birbirimizin sırtına bine bine, taşlar arasındaki çıkıntılara tutuna tutuna,
aşağıya bakmadan bir bir çıktık yukarıya...
Gördüklerim
ne başında ekmek taşımaya benziyordu, ne de hesap yapmaya... Hele şu
Banazlıların çocukları taban koymazlar mıydı ayak bileklerimize, burada olsalar
kesin oyundan atılırlardı.
Herkes
bağırıyordu.
Niye,
ne zaman bağırdıklarını anlamaya çalışıyordum. En iyisi arkadaşlarıma uymaktı.
Onlara uyunca rahatladım. Bir kere ne bu top benziyor bizim topa, ne de hakem.
İki cins forma var orta yerde. Biri Adafıspor'un, öteki Çırımıktı'nın... Biz
Adafılıymışız. Yeşil-beyaz olan. Bağırıp durduk.
Yazık
yenilmişiz...
Olsun
daha her şeyin başıymış...
Fırına
dönmek işin en kolay yanıydı.
“Dün
akşam ekmeğini niye sen getirmedin?” diye sorduğunda Hülya, ne çok şey
anlatırdım ona.
Ama
daha öncesinde anneme ne derdim?... Ona hesap vermeliydim. Fakat korktuğum gibi
olmadı, tıraşımı görünce annem, hesabı kitabı unuttu, başımı göğsüne batırdı,
enseme pıt pıt vurarak sevdi beni; “Adam olmuşsun lan gollik” dedi.
Bu ilk
tıraşımdı.
Babam;
“Hadi berbere git.” dedi.
Dedi
ama benimle beraber gelmeyi de ihmal etmedi.
“Rahmi
usta al bunu hallet” dedi beni işaret ederek.
Rahmi
usta beni yüksekçe yaylı bir koltuğa oturttu. Karşımda kocaman bir ayna, aynada
kurumuş çiçek, vazo, dantel havlu görüntüleri, Rahmi ustanın askerdeyken
çektirdiği fotoğrafı, Atatürk resmi, bayrak... Bir de orta yerde dolaşan benim
kadar bir çırak. Rahmi usta ona iş buyuruyor, o da harfiyen yapıyor. Dilsiz
sanki.
Rahmi
usta önce makineyi aldı, öbür eliyle başımı sıkıca kavradı, başladı kesmeye...
Makine kafamda hatlar açıyor, kırt kırt sesler çıkartıyordu... Makinenin
ağzında biriken kıllar, yumak yumak yüzüme gözüme düşüyor. Terimle birleşiyor,
kaşındırıp yakıyordu. Sanki keçi kırkıyordu. Keçilerin ayakları bağlanmış, yere
yatırılmış, üstüne iyice çullanılmış, her zıplayışlarında, her meleyişlerinde
üstleri ne daha da bastırılmış olurdu. Kendimi keçiye benzettim.
Kırpma
işi bitince, irice bir muma benzeyen sabunu aldı Rahmi usta, köpürttükçe
köpürttü... Sabun bir kokuyordu ki?... Ne koku... Ne annemin sabunları böyle
kokuyordu ne de kolonyası... Hoş, farklı bir kokuydu.
Sonra
usturayı aldı.
Şak
diye açtı.
Yine
başımı sertçe kavradı.
Beni
boğazlayacak sandım. Her taraf kan olacak...
Huzursuzluğuma
anlamış olmalı ki; “rahat ol.” dedi.
Ses
etmedim.
Ustura
körpe yüzümde gezinip duruyordu.
Favorilerimden
çeneme doğru gelince ustura, avurtlarımı şişiriyor, işini kolaylaştırmak
istiyordum Rahmi ustanın.
“Öyle
yapma” dedi. “Ağzını şişirme...”
“Ama
babam her tıraş oluşunda, usturası yanaklarındaki çukurlara daha da iyi girsin
diye hep hava basar yanaklarına.” diyemedim ona.
Doğruca
fırına koşum.
Babam
ve ortakları beni sevinçle karşıladılar.
“Artık
erkeksin.” dediler.
“Erkeğim
tabi... Siz bir de Hülya'yı bilseniz. O yarın görecek beni, sepetin altında
keçeleşmiş kıl yumağından, yüzümdeki sarı seyrek tüylerden kurtulduğumu fark
edecek ve eminim “saatler olsun” diyecek. Annem fark ettiğine göre o da fark
edecek. Eminim bundan. Şu hesap işi de çözüldüğüne göre, geriye ne kaldı ki.
Ama
öyle olmadı.
Huzurumuzu
bozacak bir şey mutlaka çıkardı.
Uzaktan
akrabamız bir kadın vardı. Babama göre şirretin tekiydi. Tezgâhtaki bütün
ekmekleri alt-üst eder, Hacı Bakkal misali her birine bir bahane bulur, sonunda
iki ekmek seçerdi kendine. Kimse yokken yapsa bunu neyse, herkesin içinde,
öteki müşterilerin yanında yapması yok mu?... Gel de katlan... Pişirici usta
kaç kez küreğiyle ona vurmak istedi de babam mani oldu.
Bu defa
yine iki ekmek seçti kendine. Parayı tezgâhın üstüne fırlatıp gitti. Gitmesiyle
geri dönmesi bir oldu.
Basbas
bağırıyordu. Ekmekleri sallayıp duruyordu.
“Sizi
hırsızlar” diyordu. “Bakkalın terazisinde tarttım bu ekmekleri, eksik gramajlı
ekmek satıyorsunuz. Şimdi doğruca belediyeye gidiyorum. Utanmazlar, haram olsun
verdiğim paralar...”
Yazık,
zavallı babam sus pus olmuştu.
Berber,
kasap, bakkal, manav gürültüye toplanıp gelmişlerdi. Babam kendince izah
ediyordu onlara:
“Siz de
esnafsınız, siz de terazi işi yapıyorsunuz... Her mal kılıkılına birbirini
tutar
mı?
Ekmek bu, fırının bu köşesinde pişenle öteki köşesinde pişen bir olur mu? Şu
tezgâhın üstünde dururken bile, buharlaşıp fire verir... Alsın şuradan on
tanesini birlikte tartsın, sonra ona bölsün bakayım sonuç ne çıkacak?.. Hatta
yazın farklı, kışın bile farklı olur. Gramla oynayacak adam mıyız biz?.."
Babamın
bu sözleri çok hoşuma gitmişti doğrusu. “Biz gramla oynayacak adam mıyız?...”
Kaldı ki daha geçen günlerde hamuru fazlaca tarttıklarını ben çıkartmıştım
ortaya...
“Boş
ver” dediler babamın başına toplananlar; “çıkar böyleleri... Aldırma sen Burhan
ağa...”
Hayret
ettim... Babama “Burhan Ağa” dediler. Ben sadece amcamı ağa sanırdım, oysa
babam da ağaymış: “Burhan ağa...” Ben de Burhan ağanın oğlu, oğul ağa...”
Çok
keyiflendim bu işe, çok... Doğruca berberin aynasına koştum. Kendime uzun uzun
baktım, sağımı solumu düzelttim. Artık ağa oğluydum.
Bundan
sonra ne başımın üstünde ekmek taşırım, ne de ikide bir Nazan yengeye ekmek
çıkartırım. Bana ne, oğulları gelip alsınlar. Hatta Hülya da gelip kendi
ekmeğini kendisi alsın...
Yok,
yok... Kıyamam ona... Oğul ağa da olsam, o Hülya...
Ama bu
durumu da Hülya'ya bir şekliyle mutlaka söylemeliyim.
Bu
forsum uzun sürmedi.
Dedim
ya bir maraza mutlaka çıkardı.
Kimi
kez dışarıdan, kimi kez içeriden.
Bu kez
içeriden geldi dalga. Hem de nasıl?...
Ertesi
gün odun günüydü.
Pötürge'nin
köylüleri dağlardan kestikleri ardıçları katırlara yükler, sırasıyla fırınlara
uğrar, kabala bir fıyatla boşaltır giderlerdi.
Sıra
bizdeydi.
Ardıçların
karşıdaki boş arsaya boşaltılması daha işin başıydı. Sonra baltacılar gelirdi.
Akçadağlı baltacılar...
Baltalarını
“hıh...” diye her vuruşlarında koca gövdeyi paramparça ederlerdi.
Boy boy
ayırırlardı. Ardıçlar olurdu odun. Üst üste istif ederlerdi sonra... Yerde bir
tek kıymıklar kalırdı.
Kıymıklar
yerde seriliyken, o arsa harman yerine dönmüşken, babamın pişirici ortağı
gelirdi. Muayene ederdi odunları; istenilen boyda mı hepsi, iyice kurumuşlar
mı, yağlı mı, isli mi olur dumanı. Koru dayanır mı, külü çok mu olur?.. O
bilirdi sadece tüm bunları. Döner babama “iyi” derdi. “iyi olmuş...”, ya da “Bi
daha bunlardan alma...”
Babam
da “olur” derdi. “Olur” almam.
Uyumlu
bir adamdı babam. Uyumlu ve uysal...
Hem
amcamdan çekinir, hem de ortaklarına iyi davranırdı.
Hesabın
kitabın sırrı da çözüldüğüne göre, bir sorun kalmamıştı orta yerde.
Ama ah
o kıymıklar olmasaydı.
Her
odun kırılması sonrasında yerde kalan kıymıklar çalı süpürgesi ile süpürülür,
çuvallara doldurulur, sırasıyla bir ortağın evine yollanırdı. Bu sıra hiç
şaşmazdı.
Niye
ise bu defa şaştı.
Sıra
bizde olmasına karşın, amcam kendi evine yolladı kıymık çuvallarını. Annem çok
kızdı bu işe.
Kışın
ne yakacaktı sobada?.. Çoluk çocuğu nasıl ısıtacaktı... Daha bir sürü şey...
Amcamın karısı haber yolladı: “Adam olalılardı da eksik un almayalılardı” diye.
Annemin cevabı gecikmedi: O fabrikayla kim anlaşmış?..
“Kimin
anlaştığı mı önemli, hırsızı kimin bulduğu mu?..”
“Farkları
ne ki?..”
“Bak şu
edepsize!..”
Ortaklık
bitti.
Hem de
kıymık yüzünden.
Pişirici
ile hamurcu şöyle dediler:
“İki
koca adam iki eltiyi zaptedemediler.”
Huysuz
Hacı Bakkalı özleyeceğim kesin de, bir daha Hülya'yı nasıl göreceğim?... Neyse
ki, artık derse geç kalmayacağım; stadyuma nasıl girileceğini, babamın ağa
olduğunu, Adafısporlu olduğumu öğrendiğime göre gerisi dert değil.
Asıl
amcam düşünsün; Nazan yenge ona bir daha kahve yapar mı?.. Hem de köpüklü
cinsinden.
Yalın Ses Yayınları
Mart 2007
Öykü
ISBN 975-9944-305-10-5