Acı Dağları

 




“Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri 2007” 

Birincilik, ikincilik ve üçüncülükle
ödüllendirilen öykülerin tümünü,
Ağustos - Eylül dergimizde yayımlıyoruz.




"Bin dokuz yüz on dörtlerde
Kırdırdı Enver Paşa yiğitlerimizi
Açlıktan, soğuktan, kardan"

 

Ne zaman kar yağsa, ince yeller boraya, kasırgaya dönüşse, Ninem dövüne sızlana konuşur, ağlardı.

"Ayoğul," derdi. "Eli silah tutan bütün erkekler savaştaydı. İşler kadınlara, yaşlılara, çocuklara kalmıştı. Ekecek, biçecek araç gereç yoktu. Küreklerle, çapalarla, ellerimizle, tırnaklarımızla kazıyorduk toprağı. Yakınmadan, sızlanmadan, yüksünmeden..."

Hepimiz biliyorduk, ekinler göverip boy vermezse, buğdaylar başak tutmazsa, yiğitlerimiz aç kalırdı, savaş kazanılmazdı.

Böylesi bir gündü. Kan ter içinde çalışıyorduk. Dediler, "devlet adamları seni çağırıyor." Yüreğim ağzıma geldi. Dizlerimin bağı çözüldü. Onlar iyiliğine gelmezdi, boş yere çağırmazdı. Yine bir kara haber vardı. Daha önce de kocam için gelmişlerdi.

Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. O türküde dendiği gibi: "Taş olsaydım erirdim/Toprak idim dayandım."

Nasıl anlatacağımı bilemiyorum... Dediler oğulların...

Neler çektim bilemezsiniz. Ben yaşadım gördüm, kimse görmesin. Tanrı kimseye onulmaz acılar yaşatmasın. Açlıkla, ölümle, ayrılıkla sınamasın...

Sözü uzatmayayım:

Enver Paşa, Allahüekber dağlarında doksan bin kişiyi kırdırdı. Bir o kadar da sakatlandı, ölümcül oldu, yan can kaldı. Sağ kalanlar, canını kurtaranlar da kaçtı diye kurşuna dizildi, asıldı...

Benim üç dal oğlum da o borada, o uluyan tipide dondu. Öyle dediler, öyle söylediler. Öyle duyduk...

Dizlerine vura vura, sallana sallana ağlardı. Sesini yitirmişti ninem. O sese ağlama sesi denilmezdi.

"Ne doksan bini... Açlığın, soğuğun, sayrılığın kemirdiği koca bir kolordu... Geriye kalanları da say ki ölmüş... Kolu bacağı kesilenler. Bir deri bir kemik kalanlar. Ölüden beter olanlar...

Hiçbir ülkenin, hiçbir bölgenin toprağına o kadar can, o kadar kan düşmemiştir. Hiçbir ülkenin, hiçbir bölgenin…

Gençlerimiz savaşta, biz savaş gerisinde öldük. Açlıktan, salgından, sayrılıktan, saldırılardan…

Benim yavru canlarım o soğuktan ölmedi. Kim ne derse desin inanmam. Ben onları karlı buzlu günlerde doğurmuştum. Kara kışlarda büyütmüştüm. Acılarla, güçlüklerle eğitmiştim.

Onlar çok kıranlar gördü. Nice acılardan, tuzaklardan, sınaklardan geçti. Aç kaldılar, çıplak gezdiler. Soğuklarda dondu, sıcaklarda yandılar. Karın, buzun içinden dinelen kardelenlerdi onlar."

Ninem, bizim soydan bütün gençleri kendi çocukları sayardı. Kendi çocukları gibi severdi. Onları ben doğurdum, ben büyüttüm, ben korudum, ben gözettim, derdi.

Konu ne olursa olsun, ne konuşulursa konuşulsun, sözü döndürüp, dolandırıp savaş yitiği oğullarına getirirdi. Yeri mi, zamanı mı düşünmezdi. Dinliyorlar mı, anlıyorlar mı önemsemezdi. Sallana dövüne anlatırdı:

"Boya başa çıktı diye sevindik, gönendik, gurur duyduk. Üçü de birbirinden çevik, atak, korkusuzdular. Üçü de kalem kaşlı, fındık burun1u, kara gözlüydüler.

Oğullarım diye söylemiyorum, birbirinden yakışıklıydılar, alımlıydılar. İki göz gerekti bakmaya."

Onaylatmak için gözlerinin içine bakardı dinleyenlerin.

"Bütün oğullar kızlar anaları için güzeldir. Anaları için bal şekerdirler. Hiçbir ana oğlum kızım çirkindir demez. Söz ettirip toz kondurmaz. Yan gözle bakılsın, kötü densin istemez.

Çocuklar, anaların can sıcaklığıdır. Sevincidir, erincidir, övüncüdür...

Mine can derlerdi. Tanrı kötü gözlerden esirgesin. Oğulların çok yakışıklı. Çok can çocuklar.

Yalan değildi. Yürüdüklerinde yer titrerdi. Sokağa çıktılar mı kadın kız izlemeye dururdu.

O zamanlar bilgisiz, görgüsüzdük. Elimizin önünü, arkasını bilmezdik. Devlet kapısını tanımazdık. Korkar, çekinirdik. Aşağılanır, hırpalanır, örselenirdik. O nedenle Tanrı kimseyi devlet kapısına düşürmesin, derlerdi.

Devlet hep alırdı. Hiç verdiğini görmedim...

Çocuklar doğar doğmaz yazılmazdı. Toplar, çoğaltır birden yazdırırdık. Onlar da öyle yazılmıştı. Ayın yaşta görünüyorlardı. Arkasını arasaydık üçünü birden almazlardı. Öyle diyorlar. Bildiğimiz mi vardı. Körü körüne, ot çöp gibi yaşar giderdik işte..."

Daha önce dinleyenler, öykünün başım, sonunu bilenler önemsemez, dinlemezdi. Yine de alır götürürdü onları içlenen, acılanan, içe işleyen sesi.

Ninem, uğultulu, boralı karlı dağları içeri getirirdi. Unutur giderdiniz nerede olduğunuzu. Titreyip üşürdünüz. Nar gibi kızarmış sobaların sıcağı ulaşmaz, erişmezdi canınıza. O güne kadar yaşadığınız, tanık olduğunuz en soğuk, en uğultulu günleri üst üste koyup bir Allahüekber cehennemi yaratırdınız. O savaşçılardan biri olarak karla, delirmiş borayla, soğukla, açlıkla, direncinizi kıran sayrılıkla savaşırdınız. Düşerdiniz, kalkardınız, yuvarlanırdınız. Gücünüz tükenir, soluğunuz kesilirdi. Donan ayaklarınıza, ellerinize söz geçiremezdiniz. Can acısından, öfkeden, geride kalmaktan dolayı ağlardınız. Gözyaşlarınız boncuk boncuk donar, yüreğiniz sıkışırdı.

Bir süre sonra kendinize gelir, donmaktan, boğulmaktan kurtulmuş gibi iç geçirir, soluklanırdınız. Duymadığınız soba sıcaklığım duyar, alın terinizi silerdiniz. Utangaç utangaç çevrenize bakınıp gülümserdiniz.

Ninem size bakmadan, soluk almadan konuşmasını sürdürürdü:

"Ah Enver'im. Ah yiğitler çılgını. Sen ki koca paşa olmuşsun. Ordular yönetmişsin. Onca savaş görmüş, ölüm kalım yaşamışsın. Onca ana kuzusu tanımışsın. Acılarım, sevinçlerini, korkularını bilirsin. Bilmen gerekir. Kaputsuz, çarıksız olduklarım, çantalarında dişe dokunur yiyecek kalmadığını, mataralarında sularının donduğunu da bilirdin. Allahüekber dağlarının soğuğunu, boranım, uğultulu gecelerini, soluk donduran ayazım da bilirdin...

Ah Enver'im! Ah deli oğlum, çılgın yiğidim! Neden o kadar tez canlıydın? Neden o kadar sabırsızdın? Neden o kadar taşkındı öfken?

Hangi düşün peşindeydin? Hangi ülkünün, ülkenin... O yitirilenlerden, donanlardan daha değerli, daha önemli ne vardı... Onların yerini ne doldururdu...

İlkyazları bekleseydin ya. Karların erimesini, ağaçların yapraklanmasını... O zaman görseydin o kuş kadar canı kalan yiğitlerinin nasıl dövüştüklerini. Ne yaman bir savaşçı olduklarını. Nasıl büyüyüp devleştiklerini...

Oyuna durur gibi, harmana girer gibi, bir işe başlar gibi coşkuyla saldırdıklarım. Dağların, ovaların, koyakların sesini toplayıp...

Ah benim deli kumandanım. Sen de bir ana kuzusuydun. Seni de bir ana doğurmuştu. Senin de sevdiğin, sevdiklerin, geride bıraktıkların vardı. Sen de gencecik, incecik bir yiğittin. Nice yangınlar taşıyordun yüreğinde.

Neden onları ölüme sürdün? Neden anaları düşünmedin? Neden yakarışlarım duymadın?

Biliyorum bütün çalışmaların, çabaların, çıkışların gelecek içindi, ülke içindi...

Doğrudur Enver can. Kim ne diyecek. Ama gel bir de onu analara sor. O gençlerin her biri birer ülkeydi...

Ben inanmıyorum Enver can. Güzel oğlum, yiğit savaşçım. Denilenlere, söylenenlere göre kaçanların, saklananların ağzına kurşun sıkmışsın. Eli ayağı tutmayan körpe kuzuları ölümün üstüne sürmüşsün. Kar kelebekleri gibi...

Kimi ileri atılırken, kimi ayaktayken, kimi düşerken donmuş... Bağırırken, delirirken...

Ah yiğit oğlum, sen her askeri kendin gibi mi sanırdın. O çocukların çoğu bilgisiz, deneyimsiz, yoksul anaların kuzularıydı. Karanlıkta doğup, karanlıkta büyümüşlerdi. Karanlıkla korkutulmuş, karanlıkla eğitilmişlerdi. Birçoğu analarının dizinin dibinden ayrılmamışlardı.

Sen onların hiç saçlarını okşadın mı? Alınlarından öptün mü? Korkularını yenmeye çalıştın mı? Önde durup, önlerinden yürüdün mü?

Durup düşündün mü Enver can. O sayrı, yaralı, bitkin çocuklarla savaş kazanılır mıydı? Ben bile bu kadın aklımla, kadın başımla öyle bir buyruk vermezdim. Dövüşmeden, savaşmadan, dişe diş, başa baş...

Neden öyle davrandın? Allahüekber dağlarının soğuğunu, ayazını, uluyan boranını bilmediğin için mi? Öfkene yenildiğin için mi? Yanlış bilgilendirildiğin, yönlendirildiğin için mi?

İçimde kalıp köz olacağına, dile dönüşüp söz olsun: O ölüm buyruğunu sen mi verdin, yoksa başkalarından mı geldi? Başkalarının etkisiyle mi... O orduyu tanımayanlar, sevgi nedir bilmeyenler…"

Ninem, o çok üşüyen, kanı çekilmiş kuş kadar canıyla karlı boralı günlerde dışarı çıkmak isterdi.

"Yapma nine," derlerdi. "Üşüteceksin yine. Söz dinlemediğin için aylarca yataktan çıkamadın. Ölüp ölüp dirildin."

Bir deri, bir kemik elleriyle iterdi tutanları.

"Çekilin önümden! Çocuklarım soğukla boğuşurken, sıcakta duramam ben," derdi.

Onları duymak, can acılarını paylaşmak için uğuldayan tipiye karşı durur beklerdi. Gelinler ne yapacaklarını bilemezlerdi. Dövünür dururlardı. Bir bize karşı koyamazdı, bir bize dayanamazdı. Bunu bildikleri için, "Yürüyün ninenizin elinden tutup getirin," derlerdi. Kız kardeşimle birlik uğuldayan tipinin içine dalardık. Ben elinden, kız kardeşim eteğinden tutar:

"Nine, hadi gel bize masal anlat," derdik.

Gittiği yerden döner, silkinir kendine gelirdi. Titrek bir sesle:

"Neden çıktınız, neden geldiniz? Çabuk içeri girin. Üşütüp yataklara düşeceksiniz," derdi.

Sarar sarmalar içeri sokardı bizi.

"Kız gelin! Neden bırakıyorsunuz bunları dışarı? Kış günü gömlek katına dışarı salınır mı çocuklar," derdi.

Geçer başköşeye oturur, içi titreye titreye anlatırdı:

"Bir varmış, bir yokmuş. Birinde var, bininde yokmuş. Bizim gibi Tanrının yoksul kulları çokmuş.
Körpe kuzularım, bir ananın dal gibi üç ergen oğlu varmış. Turnayı gözünden, pireyi dizinden vuracak kadar keskin atıcılarmış. Bir gün gel ha gel olmuş. Bu üç genç..."

Ninem döne döne Sarıkamış'ta ölen oğullarını anlatırdı. Yüzlerce masalını dinlemiştik. Hepsi de karlı dağlarda soğuğa yenik düşen savaşçıların öyküsüydü. O masalların hiçbirini sonuna kadar dinlemedik. Masal yarılanmadan uyumuş olurduk.

"Nine masalın sonunda ne oldu," derdik. "Tipi dindi mi, savaşçılar kurtuldu mu?"

"Masal bir bütündür. Başı sonu söylenmez. Direnin de sonunu kendiniz görün," derdi.

Ninem hiçbir zaman bitirmedi masalını. Oğullarının o dağlara yenik düşmediğine, karları yarıp kurtulduklarına, bir gün dönüp geleceklerine inanırdı. Büyük olasılıkla tutsak düşmüşlerdi, yağı elindeydiler. Masal biterse...

Ninemin dediklerine göre onlar karın, boranın, tipinin içinde büyümüşlerdi. Onlar açlıkla, acıyla sınanmışlardı. Dağ eteklerinin, koyakların, ıssızların, uçurumların kardelenleriydi.

Anlata anlata bitiremezdi. Bitirmek istemezdi.

"Küçük oğlum en can olanıydı. Sarmalara, sarılmalara doyamadım. Yapma anne derdi. Ben çocuk değilim. Oysa daha çocuktu. Ağzı süt kokuyordu. Birdenbire boylandı, dallandı. Hiçbir şeyden korkmazdı da, karanlıktan korkardı. Geceleri çıkıp geldiği olurdu. Anne uyku tutmadı derdi. Anlardım korktuğunu, karabasan gördüğünü. Bir başına uyuyamayacağım... Çocuk gibi göğsüme bastırır, kokusunu içime çekerdim.

Koy başım dizlerime derdim. Çocukluğundaki gibi öylece uzanırdı. O uyur, ben uyumazdım. Bakar dururdum yüzüne. Daha bıyıkları yeni yeni terliyordu.

Çocuğum çok güzeldi. Ulu Tanrım severek yaratmıştı. Komşu kadınlar, akrabalar, uzaktan yakından tanıyanlar:

"Nereye damat bey, derlerdi. Ne bu güzellik, bu çalım. Biz de varız. Bir kere dön de bize bak..."

Kim ne derse desin, ölmedi benim oğullarım. Ülkeleri için savaşanlar ölmez. Tanrı onca özenle yarattığı kullarına kıyamaz. Vurulsalar da, yaralansalar da, donsalar da bir yolunu bulup kurtulurlar.

Uyardım onları ben. Birbirinizi kollayın, koruyun. Eksilmiş dönerseniz kapıdan içeri sokmam, dedim. Emdiklerinizi burnunuzdan getiririm.

Özellikle Gürcan'a dikkat edin. Gözünüzü üstünden ayırmayın. Yemesine, içmesine özen gösterin. Tez canlıdır bilirim. Olur olmaz yerde ortaya fırlamasın. Sağlıkla gidin, sağlıkla gelin. Babanız gibi acı çektirmeyin bana. Yüreğimi dağlamayın. Bir evden bir kişi yetsin. Biliyorsunuz babaları da...

Söz verdiler. Sağ esen dönecekler. Yalan söylemez benim çocuklarım. Hiç yanıltmadılar, utandırmadılar beni. Tuttukları işi yarım bırakmadılar.

Ay canım, yetsin onca Yemen türküsü, onca ağıt, onca ilenç... Dövünme, yırtınma...

Bakarsınız bir akşam... Hiç akılda yokken, beklemezken, unutup gitmişken..."

Ninem iyice yaşlanmıştı. Kimse kesin yaşım bilmiyordu. Yüzün üstünde diyorlardı. Torununun, torununu görenlerdendi.

"Çok kıldım, çok tuttum, çok yakardım. Diz kırdım, baş koydum. Ulu Tanrım, çocuklarımı koru, dedim. Onlara gelen bana gelsin.

Duymadı beni. Onca cana acımadı. Yalvarmalarım, yakarmalarım boşa çıktı. O gün bu gündür birbirimizi duymuyoruz. Küsüz, kırgınız. Ne o beni duyuyor, ne ben onu anıyorum."

Kızdığı zaman:

"Biliyorum bezdiniz benden. Ne olursa olsun oğullarımı görmeden gitmeyeceğim. Onlara sarılmadan, öpüp koklamadan... Neler yaşadılar, neler gördüler bilmeden, öğrenmeden..."

Onu ayakta tutan, diri tutan, oğullarının sevgisi, özlemiydi. Onları görme umuduydu.

Yine karlı boralı bir gün dışarıda çok kaldığı için üşütüp sayrılandı. Günlerce ağızsız, dilsiz yattı. Gözlerini açıp bakmadı. Oda sıcaklığından dirilip burnuna konan sinekleri bile kovamadı.

Oğullarını yeniden görme umudu çekilip gitmişti içinden. Arada bir gözlerini açıp:

"Siz gelmezseniz, ben gelirim," diyordu. "O zaman sorarım neden geç kaldığınızı. Neden beni beklettiğinizi. Sözünüzde durmadığınızı...

Yakasına yapışıp o Enver Paşa'mzın...

Yeter bunca gizlenip saklandığınız. Artık savaş bitti, barış oldu. Sağ sakat döndü geride kalanlar. Bir siz geç kaldınız yavrularım. Bir siz zamanında gelmediniz.

Kaç kez dönüp geldi leylekler. Kaç kez yağıp eridi karlar. Kaç kez açıp soldu çiçekler."

Ninem umudunu yitirmeseydi daha çok yaşayacaktı.

"Bundan sonra yaşamak neye yarar. Neye yarar ilkyazlar, çiçekli yaylalar... Yine de direniyorum. Bir gün, bir ay, bir yıl daha fazla yaşamak istiyorum. Belki yönü beri olur, belki çıkıp gelir oğullarım."

Konuştukça dertlenir, acılanır, ağlardı:

"Neyleyim sarayı / Neyleyim köşkü / İçinde salınıp / Gezenim yoksa..."

"Yapma etme nine," derlerdi. "Yedin bitirdin kendini. Dur dinlen, gül eğlen biraz. Sen gün görmüş insansın. Bu ağlamaların, dövünmelerin çocukları da etkiliyor. Onları da üzüyor, örseliyor."

Sıkılır, eksiklenir, tedirgin olurdu.

"Elimde değil ay canım. İstemeden oluyor. İçimde bir acı dağı var. Durup durup patlıyor. Zorluyor yüreğimi. Bilsem öldüklerini susup oturacağım.

Yaşadıkları halde görmemek... Görüp sarılamamak. Başları mı ağrıyor, yürekleri mi sancıyor, bilememek...

Açlar mı, uykusuzlar mı? Tutsaklar mı, özgürler mi? Taşlarını topraklarını özlüyorlar mı? Bir anamız vardı diyorlar mı?"

En dingin, en güneşli günler de bile:

"Kızım çıkıp bakın dindi mi dağların karı boranı," derdi.

Artık kalkacak, çıkıp bakacak durumda değildi. Çoğu tanıdığı, bildiği tanımıyordu. Gözlerinin ışığı sönmüştü. Seslerinden çıkarmaya çalışıyordu.

Seslere karşı çok duyarlıydı. Sesinizden düşündüklerinizi, duyduklarınızı bilirdi.

Bizi çağırıp:

"Yine neyiniz var canım? Niye üzüldünüz, neden sıkıldınız?" derdi.

Gözleri yolda, eli yüreğindeydi.

Bir sabah, birden çırpınıp kalkmaya çabaladı:

"Aslı kızım, gelen oğlanlar mı?" dedi.

Ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemediler. Bakışıp kaldılar öyle. Kaş göz işaretiyle uyardılar yengemi.

"Evet, oğlanlar geldi büyük anne," dedi.

Bir gülümseme gelip geçti kansız yüzünden. Yekinip kalkmaya çalıştı.

"Ben size, gelecekler demedim mi? Döne döne söylemedim mi? Verdikleri sözü tutar benim oğullarım."

Yengem:

"Yanılmamışsın büyük anne, sonunda geldiler işte," dedi.

Son sözcük boğazında kaldı. Dolu dolu gözlerle ağlamaya başladı.

Evin içi kara borana kesti. Başlarım indirip gözlerini kaçırdılar.

Ninem görünmeyen birisiyle konuşur gibi:

"Gel artık. Direnmeyeceğim. Bekleyecek kimsem kalmadı," dedi.

İlkyazdı. Dağların karı erimeye, dallar yapraklanmaya başlamıştı. Kuşlar bölük bölük dönüyordu sıcak ülkelerden.

Ninem bir daha gözlerini açmadı. Bir daha konuşmadı. Bir daha ağlamadı. Dağlara bakmadı. Ağıt yakmadı.

Alıp götürdüler bir gün.

Artık ninem yoktu. Sesi soluğu, içe işleyen ağıtları yoktu.

Ürkütücü bir sessizlik vardı içeride. Yalnızca dışarıda esen yelin sesi, saatlerin tik-takları duyuluyordu. Evimiz bomboştu.

"Anne, ninem nerede?" dedim.

"Oğullarının yanına gitti," dedi.

Büyük olasılıkla çok mut1uydu ninem. Uzun yıllardır beklediği oğullarına kavuşmuştu. Sonunda...

  




Yalın Ses Yayınları
Mart 2007
Öykü
ISBN 975-9944-305-10-5


  
Hamdullah Köseoğlu