Ayağımın
ucundaki kıpırtıyla uyandığımda, yarı aralı gözlerime giren gün ışığına
umursamadan, beni rahatsız eden şeyin
ne olduğunu merak ettim. Yatağımın karşısındaki sandalyede oturuyordu Maviş.
Gözlerimi ovuşturuyordum onun en sevdiğim kolyemle kurumlanarak oturuşunu
görünce. Tüyleri arasında parlıyordu inciler.
Öfkeyle yataktan fırlarken tepetaklak yere
yuvarlandım. Düştüğüm yerden can havliyle doğrulurken sıyrıldım ayaklarıma
dolanan geceliğimden.
“ Sabahtan başladı terslikler, bak başıma
gelenlere!”
Acıyan kalçamı ovalıyor, sonra sanki imdadıma
yetişecekmiş gibi uyumakta olan kocama koşuyordum.
Üstünde
yarı açık duran yorganı tutup çektim. Bana sırtı dönük adamın üstüne
atlayıp sarsmaya başladım omuzlarından.
O, gözünü açar gibi yaptı, anlamsızca yüzüme baktıktan sonra
dönüp yattı arkasına. Uyanmaya hiç niyeti yok. Kedimizin marifetini
göstermenin yanı sıra, -pazara gidelim,- diyecektim. Evde sebze, meyve namına
hiçbir şey kalmadı. Buzdolabı bomboş.
Pazara
çıkmak için giyinmeliyim diye karyolaya ilişip geceliğimi başımdan çektiğimde,
Maviş’le göz göze gelmez miyim? Öfkem kabardı,
atladım üzerine.
“Alçak röntgenci, sapıklık insanlardan
hayvanlara geçti herhalde!”
Feryat
ederken kuyruğundan tutmaya çalışıyordum ama kaçırdım elimden. Arkasında
bakıyordum umarsız. Geriye dönüp bana meydan okuyan gözleriyle çakmak çakmak
bakmaz mı?
“Yemedim ya kolyeni. Görgüsüz! Siyah kürküme
çok yakışıyor beyaz inciler… Sen de bu kadar güzel durmamıştı hiç.
Kıskançlıktan çatlıyorsun!”
Somurtuyorum artık. Kulaklarıma inanamıyor,
böyle küstahça konuşan kedimle ne yapacağımı şaşırmışken o, boynundan
çıkarttığı kolyeyi yüzüme doğru fırlatmaz mı? Parçalanan taneler döküldü
ortaya. Kuyruğunu kısmış karşımda otururken
bir de başı ağrıyormuş gibi patilerini, kafasına götürüyor haspam.
“Seni kızdıran kolye filan değil. Beni
kocandan kıskanıyorsun. Daha çok seviyor, okşuyor, kucağından indirmiyor diye!”
Arkasına bakmadan cilveli yürüyüşlerle
kapıdan dışarı süzüldü. Tam çıkarken umursamaz bir edayla kuyruğunu salladı
bana.
Karşımdaki
kedi değil de, genç bir kadın sanki. Beni kızdırması karşısında sersemleyince,
toparlanmama yardım eder diye yüzümü yıkamaya gittim. Kocam uyanmadan
tamamlamalıyım alış veriş işini. Bugün yapılacak o kadar çok şey var ki.
Doğruca
mutfağa geçmiş, torbaları almak için kapının arkasına uzanmıştım ki,
kırmızı saplı olanı, canı yanmış gibi
bağırıyor, çimdik atıyordu bir yandan. Pazar çantası dillenmiş.
“Bu hafta şu yayvan sepetle öbürlerini al.
Ben çok yorgunum.”
Kulaklarıma
inanamıyorum, bayıldım, bayılacağım. Rüya görmediğime göre delirmek üzereyim.
Yataktaki hariç evdeki eşyaların hepsi dilli. Gördüklerim serap mıdır, kâbus
mu? Başımı duvara vurdum, acıyan yeri
yumruk gibi.
Oturma
odasına geçip ortalığa düşmüş beyaz kareli eteğim alıp sırtıma nasıl
geçirdiğimi ben bilirim. Sert bir darbeyle elbise dolabını açmış, gıcırtılar
arasında; siyah lame tokalı, kalın kemerime uzanmıştı elim. Duyduğum tınısı
değişik bir ses, irkiltti beni. Öyle sersemlemişim ki, sinirlerim kopmak üzere.
“Son deliğime kadar sokma lütfen. Canım çok
sıkkın bu gün. Başka bir kemerle idare
edebilir misin?”
Çıldıracağım,
elimdeki kemerle koştum. Kocamın üzerine eğilirken, olup bitenleri anlatıp
rahatlamaktı niyetim. Onun alaycı bakışları gözümün önüne gelince, caydım
birden. Zaten aramız limonî… Uyanır uyanmaz onun, aşağılamalarına,
küçümsemelerine, söylediklerime inanmaz tavırlarına dayanamam. Geldiğim gibi
döndüm geri.
Beni şaşırtan bir şey söylesem kocamın
alaylarına, takazalarına hedef oluyorum ne zamandır. Hâlbuki erkek dediğin
kadınının hep destekçisi, tamamlayıcı olmalı… Yoksa evliliğin anlamı kalmaz.
Birbiriyle didişen, birbirinde eksikler arayan eşlerle kurulu birlikteliklerin
sonu hüsran olur bizimki gibi. Kocam yetmezmiş gibi evdeki eşyaların isyanına
ne demeli! Öf, biran önce dışarı çıkıp insanların arasına karışmazsam kalp
krizi geçirebilirim.
Geniş
ağızlı sepeti koluma geçirip kapıyı sessizce çekip yürümeye başladığımda
merdiven basamakları titriyor, her yer sallanıyordu. Tahammül edilebilir gibi
değil beynimin zonklaması. Sanki
yerinden fırlayacak. Bir an önce işimi bitirme telaşıyla, hızlıca köşeyi
döndüm.
Cadde
epey kalabalık. Tanıdık, tanımadık yüzlerle dolu. Herkes semtimizin pazarına dökülmüş. Daha iki adım atmadan, mavi
taytının üstüne beyaz süveter giymiş, yanındaki erkeğin elini sıkıca yapışarak
yürüyen kızın sesiyle irkildim.
“Baba, kadının saçlarına baksana! Yeşil,
yeşil! Sarıya boyattığı için kızmıştın anneme.”
Başını
kaldırıp önce yüzüme, sonra saçlarıma merakla baktı adam. Acıyan bir yüz
ifadesiyle kızına eğilip pos bıyığının kapattığı dudakları arasından fısıldadı.
“Sus, bağırma kızım. Kadın duyacak.
Ayıp, senin yaptığın!”
Kızını
güçlü bir çekişle asılıp uzaklaştılar hızlı adımlarla. Arkalarından bakarken,
çocuğun beni işaret ettiğini bilmeme rağmen etrafıma bakmaktan alamadım
kendimi.
Yıllar
var ki saçımı sarıya boyarım, neden gocunuyorum ki! Bugün her şey tuhaf!
Söylenerek, sağlı, sollu sebze tablalarına bakınarak durdum aksi kocamın almamı
istediği kızılcık selesinin önünde. Aman ihmal etmeyeyim unutursam kıyametleri
koparır. Kefeyi boşaltan seyrek saçlı, kır bıyıklı adamın bana bakışları da
alaylı ki. Adam bir bana, bir kızılcıklara bakıyor gözlerine inanamamış
gibiydi.
“Buyur abla, kızılcıklarım ateş kırmızısı.
Üstüne yok. Kilosu sekiz yüz boncuk, tartayım mı, ” demez mi?
Alnımda
boncuklanan terleri silerken, kazana düşmüş gibi kaynıyordu bedenim.
Sıkıntıyla,’ evet,’ anlamında başımı salladım.
Pazardakiler
de delirmiş. Hiç böyle bir ödeme şekli olur mu? Burası beş yıldızlı tatil köyü
mü? Nasıl ödeme yaptığımı pek anımsamasam da sepetimde itişerek güreşe tutuşan
kızılcıkları görünce, dilim tutulmuş gibi bakıyorum onlara. Sanki
Kırkpınar’dayım. Birbirlerinin olmayan bellerine sarılmış, güreş ediyorlar alt
alta, üst üste.
“Uslu durun, yapmayın! Her şeyin bir adabı
var. Böyle şeyler sokakta olmaz! Eve kadar sabrederseniz, hakemlik bile yapabilirim size.”
Ağzımdan çıkanları, kulaklarım duymuyordu.
Aklımı yitirdim ben. Adımlarımı sıklaştırıp
sıralara dizilmiş limonları gördüğümde, hepsi de bayrak gibi kıpkırmızı
duruyordu önümde. Acaba renk körü mü oldum? Bir hata daha yapmaktan korkarak,
eğildim limoncuya doğru.
“Sarı olanları yok mu bunların? Hiç kırmızı
olanını görmemiştim de!”
Bana
kızan adam, kaşları çatmış, triko süveterindeki küçük deliğe nasırlı parmağını
sokup çevirmeye başlamıştı farkında olmadan. Genişletti orayı. Öfkeliydi
konuşurken.
“Bu havada soğuk şakalar hiç çekilmiyor abla.
Senin boyalarla aran iyi galiba. Saçlarından belli. Benim canım burnumda, işler
kesat zaten,” dedikten sonra ekledi. “ Alacaksan al, dalga geçme benimle!”
“Ne alayı canım… Ben öyle gördüm. Bir kilo
tart bakalım, bir de kırmızısını deneyelim. ”
Limonları
aldıktan sonra sokağın sağına döndüğümde, her zaman alışveriş yaptığım
domatesçiyi arıyordu gözlerim. Yerindeydi.
Ateş kırmızısı domateslerin önünde müşteri bekliyordu. Yoksa değil mi?
Gözlerimden şüpheye düşmüş, kendime olan güvenimi yitirmiştim bir kere.
Yanındaki
arkadaşıyla konuşurken, göbeğini hoplatarak gülen adam, beni görünce tanıdık
bir tavırla, hoş geldin der gibi salladı başını.
“Buyur
abla! Domateslerim kan kızılı. Daha bu sabah kopardım dalından, taze.” Sevindim
artık normalleştim diye. Domatesleri, kıçında parlatırken bana bakarak
gülümsedi.
“İki kilo tartar mısın?”deyince suratı ekşidi
birden.
Gayet ciddi, hatta biraz hiddetli çıkıyordu
sesi.
“Kilo da nereden çıktı be abla? Ben kendimi
bildim bileli domatesleri açılıp kapanan metremle ölçerim. Santim sektirmem valla. Sanki uzaydan gelmiş
gibisin bu gün. Seni tanımasam… Şimdi süt almak istesen bir litre istiyorum
dersin, gözüm korktu.”
Boşalan asabım yüzünden, yerden bir taş alıp
kafasını gözünü yarmak geçiyordu içimden. Dalaşmadım kendimi tutup. Ağzımı açıp
bir şeyler söyleyeceğim, kendimi savunacağım ama… Adam, bira göbeğini ovuyor
durmadan.
“Allah’ım bana sabır ver. Git abla, sabah
sabah asabımı bozma benim!”
Teslim bayrağını çekerken terliyorum, soğuk
soğuk.
“Tamam,
tamam, tart bakalım şuradan yüz santimetre…”dedim ağlamaklı.
Aldıklarımı
güreşi erteleyen kızılcıkların yanına yerleştirip beş on adım atmıştım ki, gaga
burunlu bir ihtiyarın eteklerimi çekiştirmesiyle durduruldum. Bol
mantosundan çıkardığı koluyla, kalçama
doğru işaret ederek fısıltı halinde
konuşuyordu.
“Kızım,
arkana kan lekesi çıkmış.”
“Hamileyim, adet görmeme olanak yok.”demeyi
düşünüyorum ama ne söyleyeceğimi denetleyemiyorum ki.
“Kandan kına yakılmaz.”dedim.
Ozan
Hasan Hüseyin de mi takıldı peşime yoksa? Sepetimdeki patlak karınlı domates,
iri olan diğerine bağırıyordu.
“Sürtünecek başka yer bulamadın mı? Uyuz
musun? Bak salça oldum senin yüzünden! Beğendin mi yaptığını!”
Artık kafamın tası atmış, ağzımdan köpükler
saçılıyordu.
“Susun zerzevat bozuntuları! Ne size, ne de
kızılcıklara hakemlik yapma fikrinden vazgeçmiş bulunuyorum. Varın bildiğinizi
yapın!”
Ürkütücü
bağırışımı duyan uzun bacaklı bir genç,
iyi kesimli, şık pantolonuyla
komut almış bir asker gibi durup baktı yüzüme hayretle. ‘Deli bu kadın’ diye
düşünüyor olmalıydı. Ona, ‘Bildiğin gibi değil,’ anlamında gülümsedim.
Ara sıra
dönen başımla dalgın yürürken, sepete yerleştirdiğim kahvaltılık mor
zeytinlerin topuk seslerime karışan pıt pıt düşüşlerini duyunca irkildim.
Bunlar da ne böyle! Düşünmeme fırsat kalmadan aşağıya atlayan zeytinler, sıraya
girip komando düzeni aldı. En baştaki iri Kalamata tekmil verince, onlar da,
başladılar üzerime tırmanmaya. Ben Toros Dağ’ı mıyım? Zirve yapacaklar akılları
sıra. Elimin tersiyle silkeledim her birini.
“İnin
aşağıya. Bu kışta kıyamette daha korunaklı giyinmeliydiniz! Ne üstünüzde var,
ne başınızda, Doruklar buzlu ve dondurucu olur.”
Kahrımdan
öleceğim. Kendini karlı dağ sanan benim. Kalabalığın bana bakıp bakmadığını
kontrol ediyordum ama herkes işinde gücünde. Boğazımın sıkıldığını boğulur gibi
olduğumu görünce, üç sıraya dizilmiş komandoları hırsla asılıp koparttım.
Aklımı
bozdum galiba. Bu geçimsiz aile düzeniyle olacağı buydu. Dönüşte, sırtı
kamburlaşmış orta yaşlı bir bey yanıma yaklaştı.
“Hanım hanım, yüzünüz sarardı. Ter içinde
kaldınız. Hasta mısınız, bir şey mi oldu? deyip ekledi. “ Durup durduğunuz
yerde kolyenizi parçaladınız. Dökülüp dağıldı. İsterseniz incilerini
toplamanıza yardım edebilirim.”
Ellerimdeki zeytin falan değil, kedimle
paylaşamadığım kolye. Avucumda kalanları da sokağa savurdum.
Biraz
kendime gelebilmek için kaldırım taşları üzerinde oturmuş dinlenirken, eteğime
akmış cıvık yumurta sarısı bulaşığını gördüm. Keşke bunları almasaydım. Ama
sevgili kocam güzellik uykusundan uyandığında mutlaka omlet ister. Kral sofrası
gibi donatılmalı onun kahvaltı masası. Yoksa işiteceğim azarın bini bir para.
Acıların kadını Bergen’im ah!
Hayıflanmalarımı duyan, yarı parçalanmış
yumurtadan başını çıkarmış sapsarı civcivle göz göze geldim. Gagasını indire
kaldıra yalvarıyordu.
“Kardeşlerim kabuklarını kıramadı, yardım
etmezsen ölecekler.”
Öyle masum, öyle sevimli ki…
”Ne
güzel şeysin sen. Söyle bakalım tavuk mu olacaksın horoz mu?”
Kanatlarını
çırptı ufak ufak
“Beni o kadar küçümseme! Büyüyünce zümrüdü
anka kuşu olacağım. Hani Kaf Dağı’nı seçen.”
Büyük bir gaf yaptığımı anladım.
“Kusura bakma, bilemedim, bilmem
gerekirdi,”deyip hepsini yere fırlatarak kırdım.
Korkarak
bana bakan pazar kalabalığını arkamda bırakarak, kapımın anahtarını çevirebildim sonunda. Başım çatlıyordu.
Aldıklarımı suluklara boşaltılan üzümler gibi silkeleyerek getirdiğimden hepsi
ezilmiş, çöp kutuluk olmuşlar. Sabaha karşı aldığım yatıştırıcılardan bir tane
daha almak için buzdolabına yöneldiğim sırada dışarıdan gelen ambulans sireni
gibi zil sesine fırlayıp açtım kapıyı. Karşımda duruyordu pazarcılar.
Dillerini bir karış dışarıya çıkarıp
ellerini başlarının üzerinde oynatıyorlardı.
“Delisin, delisin.”
Kapıyı
yüzlerine çarptım. Can havliyle kaptığım hap kutusunun tarifesine ilişti gözüm.
Birden fazla alındığında HALÜSİNASYONlar görme gibi yan etkileri olacağı
yazılıydı. Başım döndü, benimle birlikte her şey. Bayıldım.
Halüsinasyon, bir his organını uyaran hiçbir nesne veya uyarıcı
olmaksızın,
alınan bir hissin mevcudiyetine inanma halidir. Varsanı olarak da
bilinir.