Ölüme Karşı Dil

 

        
                   “ölmemek için yazmak”
                   Bir de şu söylenir:
                   “çıldırmamak için yazıyorum”
                   Bizim işimiz bu yazıda birinci “önerme” olsun:
                   “ölmemek için yazmak”:
                   Bir çok yazar aynı yanıtı verir:
                   -Neden yazıyorsunuz?
                   -Ölmemek için.
                   Denecektir ki; yazar(ya da yazan) ölmüyor mu?

                  

İşte asıl sorun burada. Zira bu yanıt; bir “görev”i anlatıyor ve sözün(ve dilin) ortaya çıkışından bu yana yinelenip duruyor. Hayat içinde beliren herhangi bir durum ertelenebilir, zamanın başka bir boyutuna bırakılabilir; ama “yazmak” eylemi ertelenemez. İnsan; kendisine ulaşan farklı renkteki duygu ve düşünceleri başkalarına aktarması için “dizayn edilen” bir varlıktır çünkü. Ya konuşacaktır ya da yazacaktır. Konuşacaktır önce; ama, bir de bakacaktır ki; artık ona ‘gündelik, dil, konuşma dili’ yetmiyor ve o zaman da yazıya, ‘yazı dili’ne saldıracaktır. Öyle de yapmalıdır. En azından kendisini “yazmak” denilen cehenneme atmalıdır. Dil vardır ve dil ona armağan falan değildir. Yazının tarihsel serüveni içinde gelişerek, yoğunlaşarak ona kadar gelmiştir, Onun “görevi” de bu dili, yani yazı dilini, yani ülkemizde ve Dünyada edebiyatın besleyerek büyüttüğü dili kendi muammalarıyla yeniden yaratmaktır. Burada “yetenek” veya başka kişisel faktörlerin etkisi var mıdır? Elbette vardır, ama, onlar birçok saldırı ve tehditi yazma süreci içinde bertaraf etmiyor mu? Ya da üzerinde çalışılan metni bir takım hastalıklara ve entrikalara kurban etmiyor mu? Olabilir. Ama buradaki risk çok önemli değildir. Önemli olan cesarettir. Yaşam içinde başka üretim alanlarında da benzer şeyler yaşanmıyor mu?  Yaşanıyor, ama kimse şartelleri indirmeye kalkmıyor. Yazmak bir olumsuz durumu ya da felaketi olumlayan bir eylem değildir, tam da tersine; insana ve insanlığa yaşanmaya değer bir hayat (ve bir Dünya) sunmayı amaçlar. Kafka’da böyle düşünüyordu, Yaşar Kemal’de böyle düşünüyor. Ve ölümün her an gelme olasılığı yazarda hiçbir korku ve endişe yaratmaz.

Yaratsaydı; 88 yaşındaki İlhan Berk: “Ölüm, diğer sözcükler gibi örneğin su gibi, hava gibi, elma-armut gibi bir sözcük benim için”der miydi, diyebilir miydi? Yazar için ölüm, çocukların kedi ve köpeklere ayna tutma oyunu gibidir. Yani sınırsız ve sonsuz ve şaşırtıcı imge yaratma eylemi. Yazar, gerçek yazar; ölümden bile imge yarabilen insandır çünkü.
                   
Hayat; ölümün insanı sarsan, silkeleyen ve parçalayan duvarları arasında yaşanıyor da olsa, dil orada bile vardır ve ölümle hayat arasında kalan, “bırakılan” insana kendisini ifade etme, anlatma imkanı sunar. Mahmut Derviş’i ve başka Filistinli şairleri anımsayalım.

Bu insanlar şiirlerini cephede yazdılar. Yaşanan hiçbir şey iz bırakmadan geçmez ve “geçerken”de dile mutlaka uğrar. Dilin sınırsız ve sonsuz bir iletişim aracı olması yazıdan önce de vardı ve yaşam içinde göstergesel bir tarzda da olsa  daha bir belirginleşmesi ise kesin bir ifadeyle söylüyorum yok olma veya ölüm korkusundan kaynaklanmaz. O; hayata egemendir ve bu gerçeği zaman zaman anımsatma gereği duyar. Özellikle de dili: imla kuralları kadar kavrayanlara. Hele yazının bulunmasından sonra ve ‘yazı dili’nin kendisini oluşturabilecek uzama ve mekana gereksinim duyduğu anlarda. Zira dil; yaşamın kurnaz labirentleri içinde ölüme kadar uzanan bir çizginin aynasıdır biraz da. Bu aynada yansımalar vardır, sözün ve yazının sayısız imgesi vardır. Bütün bunlar sayesindedir ki; dil, dil-ötesi bir kimliğe bürünür artık. Bu belki de dilin ölümsüzlüğüdür. Yani bir anlamda dil, bu yanıyla ölümün de ötesindedir. Ve bu nedenle dili yaşamlarının merkezine yerleştiren edebiyat ve sanat insanları ölümden korkmazlar. Ölüm; pek çok soylu yazarda görüldüğü gibi onlar için sadece bir sözcüktür ve başka da bir karşılığı yoktur. Dil ölümün özgürlüğünü elinden alır ve insana ölüme karşı koyma ve ölüme karşı konuşma cesareti verir. Belki mırıldanmadır yaşanan, belki de yüksek sesle söylenen bir türkü, ama kesinlikle teslimiyet değildir. Ya nedir? Dilin özgürlüdür, dilin kendi kendisini ifade edebilmesidir. Buna rağmen dilin seslenme alanlarının ve karşısında yer aldığı mekanın yine de bir sınırı vardır. Ama dil; kendisine kötü gözle bakılmayan ve ihanet edilmeyen her “mekan”da vardır ve olacaktır. Kimi zaman tedbirli küçük bir kedi gibi, kimi zamanda savruk ve dikkatsiz bir maymun gibi. Yani bir yanıyla gizlenmek ve saklanmak diğer yanıyla da bir çeşit “teşhir” ve baskın olma isteği dilin temel vazgeçilmez unsurlarıdır.

Hayat içindeki karmaşık bir durumu anlatırken ‘konuşma dili’, edebiyatın gelişimi içersinde yoğunlaşan ‘yazı dili’ kendi bağımsız serüvenleri boyunca katlanmış bir biçimde karşımıza çıkabilirler. Bunun bizi şaşırtmaması ve korkutmaması gerekir. Yaşamak (ve yazmak) zordur ve üstelik dilin bir görevi de; yazının başından beri söylendiği gibi bir metafor olmanın da ötesinde ciddi bir tehlike alanı içinden bize gülümseyen ölümü(ve ölüm korkusunu) rehin almaktır.
 

Bu “rehin alma eylemi”nin başarıyla gerçekleşmesi için dilin kendisini kullanarak varlığını sürdüren edebiyat insanlarına ihtiyacı vardır. Bu, insana ilk bakışta garip gelen diyalektik ikilem bence dilin varlık koşuludur. Nasıl ki edebiyat; dilin nimetinden  yararlanmadan olmuyorsa, olamıyorsa, dil de edebiyatçının hürmetinden uzak kalarak yaşayamaz.

                   Dil, edebiyat ve hayat,

                   Hayat, edebiyat ve dil.

                



   

  
  Metin Güven