Kariye
müzesine gitmek isterken, Fener semtinin çıkmazlarında yolumu şaşırdım,
Draman'daki, Karagümrük'teki sapakların içinden bilisizce yürüdüm, her yolunu
şaşıranın başına geldiği gibi, köşe başlarından süzülen kara gölgeler sanki beni
izliyordu. İnsan yolunu yitirmeye görsün, tuhaf bir boşluğa, bitimsiz bir
umarsızlığa sürüklenircesine köklerinden kopar ve yaşamı anlamsızlaşır.
Haliç'in
karşı tarafına, Hasköy'e geçmek için, sırf bundan ötürü, bilinci bulanmış
sarhoş, yerinden, yurdundan olmuş bir heimatlos gibi, köprünün dibindeki
varyantlara gelince, hangi viyadüğe girmeliyim derken, (Amacım karşı yakada, büyük suyun üstünde bekleyen devasa canavar,
Gerçek Kara Gölge, düşlerimin o görkünç Nautilus'unu görmekti. Çocukluğumda, 'Denizler Altında Yirmi Bin Fersah'ı okumuş,
Kaptan Nemo'nun kuzeyde, buzullar arasında,
uğursuz denizaltısıyla yitip gidişini bir karabasan gibi yıllar boyu
düşlerimde taşımıştım.) tam ayaklara geldiğim sırada, düşlediğim karakoncolos
bu kez gerçek oldu ve gönlünden ne koparsa diye boğuk sesler çıkarıp, boynuma
sarılarak -civar
yatırlardan türemiş hortlakcasına- bir
kumpasla önümü kesti...
Ketenpereci sarhoşmuş. Şarap alacakmış. Bu durumda her zaman ki yaptığımı yaptım,
onlardan biri gibi davranarak; adamı lafa tuttum. Sonra işte değeri bilinmemiş
bir veli, bir kethüda olup çıktı ve katakulliyi bırakıp komparsitaya başladı.
Kendini alıcı kuş gibi dinleyen ademoğlu karşısında mesellere girişti, anlağında
bozuma uğramış, deli saçması kıssalardan dem vurdu ve düşte gezer olmadık
şeyler uydurup, sözü dolandırarak, gariplik dolu anekdotlar aktardı.
...
Osmanlıda
cellatlar ya çingene ya da Hırvat olurmuş. Arap (yolkesenin lâkabı), Viyana Kuşatması'nda
Calût adında bir cellatın da sefere katıldığını ve olayların atası olduğunu
belirttiği, asesbaşılık, çorbacılık yapmış, bu
düşmüşten yana, kulaktan kulağa geldiğini söyledi. Arada Suleyman diyor sonra gülünç bir
aksanla Sobieski
demeye çabalıyor, posta tatarı gibi laflar karıştırıp, kanımca
olanları birbirine ulamaya çalışıyordu.
...
Bazı
kuşatım heveslisi ve yeryüzünün günümüzde bile fütuhat diyarı olduğunu sanmakla;
soyumuzu yüceltmek arasında bağ kuran nice dostlarımız, usa düştükçe, yüzyıllar
önceki Viyana
Kuşatması üzerine serzenişte bulunurlar. Viyana alınabilseydi,
Avrupa bir Osmanlı eyaleti, yeni bir Türk yurtlağı ya da devasa bir Anadolu
olacaktı, Kıptilerden ve Andaluzya yakasından kıskaca alınmış Afrika'ya tümüyle
inilecek, Kuzey kutbuna ulaşan onurlu tebamızdan bir Çelebi sancağımızı
buzullara dikecek, Napolyon doğmayacak, Hitler olmayacak, İsevilik
yeryüzünden silinecek gibisinden
filân feşmekânlar... Ama bunlar Şanghay'da bir kelebek
kanat çırpsa, Florida'ya
kar yağar öngörüsünden beterdir sanırım,
çünkü küçük bir dokuncanın tarihin
seyrini kökünden değiştirebileceğini ve kendilerinin de
yaşıyor olmayabileceği
bir yana, soyumuz bireylerinin bu kez başka varsayımlar üreterek
oyalanacağını
pek düşünmezler.
Bu
bakımdan tarihte savaş ve kuşatımlar hiçbir zaman bir işe yaramamıştır, geceler
boyu yazgılarına göz billûru akıtarak, Kronos'a yakaran Demeter (süt tanrıçaları)
bolluğuyla, aşağılanmışlığını bir monarka yakışır kindarlıkla yüceltmek isteyen (bazı komşularım
buna deli boynuz kibiri diyor), öksüzler kalabalığından başka...
Ocak söndürmenin, ten sahibine Jüpiter hırsı aşılamak ve iman tahtasını öç
duygusuyla doldurmaktan gayrı bir işe yaramadığını tarih her baş vurulduğunda
söylemiştir.
Viyana
Seferi'yle ilgili Calût'tan kaldığı söylenen ve daldan dala geçerek, artık
bölük pörçüklüğü bile ileri sürülemeyecek anılar birikintisi aşağıdadır...
Kuşatma
kış günlerine yaklaşıyor ve başarıyla sürüp gidiyorken, ordunun konakladığı
düzlüğün kuzeyinde ki karaormanlardan,
Kordelia adlı bir soylu kadın, yanında birkaç lûtiyle, lando-kupa araba içinde,
kente doğru gidiyormuş, o gün öylesine bir alışkanlıkla, devşirmelere komuta
eden Karapaşa'nın ( Merzifonlu vezire yeniçerilerce yakıştırılan unvan sanırım)
sipahilerinden bir bölüğü ormanda avlanasıymış, (belki de Avcı Mehmet'e yaranmak için)
ürkütücü sessizliği, kuşbazların dallara sürtünüşü ve tepedeki bir ağaçkakanın
kulak çınlatan ötüşü bozarken, birden altyolda majestelerin Kordelia'sı, sanki
peçesiz ve yarı üryan peydah olunca; anda peşlerine düşmüşler. Delice
kırbaçlanan atlar, orman içinde süren kısa bir kovalamacadan sonra yollarını
şaşırınca, arabayı devirmişler, vakanın eni sonu ise; sürücünün boynu
kırılasıymış, peçesiz ahunun omuzunun çıktığı, arkebüzlü haçlılardan birinin,
atının altında kaldığı, arboletli bir çaylağınsa ağaçta yakalandığı ve sonuçta
tekmilinin zayi olduğu belirtilmiş ve de Kordelia'nın Lehçe konuşur iki nedimesi
baygın olası, Prusya armalı küçük bir sandık bulunasıymış.
Olan
bitene tanık olan bölükle, küfre bulanmış imansızlar karargâha doğru yola
çıkmışlar. Kordelia, Karapaşa'nın huzuruna varmış. Nemçe topraklarında
vukubulan ve tarihin asla sözetmediği (potansiyel olarak çingeneler, sarhoşlar ve tüm azınlıklar
resmi tarihin söz etmediği bu tür gizlerle kavmin üzerinde tartışmasız bir
monopol oluştururlar) bu olaydan sonra kimsenin bilmediği üzere
Karapaşa, Kordelia'ya tutulmuş ve o andan sonra da kuşatmada bir (ilerde tüm bunların
bilinçli birer eylem olduğu anlaşılacak) yavaşlama
hatta gerileme olmuş ve dillere destan huruç; cebeciyle, dizdarların şiddetle
şikayet ettiği üzere maliyede büyük açıklara ve masraflara yolaçacak,
defterdarın başını yakacak fuzuli bir saldırıya dönüşmüş.
Sertçilliğiyle
ünlü ve gözü pek oluşuyla nam salmış Karapaşa, Kordelia'ya vurulduktan sonra
ona Ruhşah adını koyasıymış, ruhumun şahı yani... O andan sonra da,
çadırından pek az çıkmaya başlayan paşa adına denilebilir ki, seferin ve
kuşatmanın gidişatı bilindiği ve beklenildiği üzere sizlere ömür... Fettanlığı
bir yana Frenk diyarından sarışın bir güzelle yaşamında hiç karşılaşmayan,
benliğinin derinliklerinde bunun karanlık zulmetiyle, uhdeye dönüşmüş
kompleksini taşıyan paşa, kumandan olması sıfatıyla uyarıları dinlemez ve kendi
ölümüne giden yolları açar sonunda, görünüşte aşk yine üstün gelmiş, asıl
yengiyi o sağlamıştır. Ruhlar şahı, hükümranlık ve zemzem suyuyla
arınan atlıların nallarıyla çiğnenen topraklar ve ganimetler demek değilmiş
demek ki... Demek ki aşkın gücü, savaşan utkuyla, insanlık tarihi boyunca sürüp
giden vandallığın üstündeymiş.
Demek
ki...
(çarşambanın
sessizliği / bir kuşun çığlığı / Isfahan'da, / Melikşah'ın gözlemevinde / bir
adamın dinlediği ) Khaled'in kehanetiydi ha...
Şu
dünyada aşktan nasibini alan kaç kişi var ki?.. Haremi olan koskoca padişahlar
çelimsiz bir cariyenin kulu kölesi olur, nice imparatorlar bir kumpanyanın
varyeteci kızına tutulur-tacını tahtını terkeder, keşaneye, viraneye dönüşür,
nice krallar herkesin burun kıvırdığı bir Astarte yüzünden hercümerç olur.
Harakiri yapanlar, saltanatı bırakanlar, yay kirişiyle boğulanlar, karasevi
yolunda kavrulanlar, adembabalar taifesine karışıp, imi timi bellisiz
olanlar, kabilesini, kafilesini unutanlar... Platon boşuna söylememiş, insan
öbür yarısını arıyor bir yaşam boyu, bazen de buluyor ya da bulduğunu sanıyor,
işte o zamanda ortalık karışıyor, yer yarılıyor ve her şey birbirine giriyor.
Şimdi
Kordelia'nın Karaorman'lardan kasıtlı olarak geçirildiğini, her şeyin bilinçli
olarak; Birleşmiş Haçlı Kuvvetleri'nce tasarlanıp, düzenlendiğini söyleyelim
mi, o gün Viyana kuşatılmışken, Osmanlı ordularının dizi dibinden neden bir
fettan ahu geçirilsin ki, göz göre göre bir kupa arabayla orman içinden, neden
sipahilerin üstüne gidilsin ki... Karapaşa'nın o güne dek yalnızca kuşatmayla
uğraşan izanı, o günden sonra ikiye bölündü, bir yanıyla Ruhşah'ını düşünürken,
diğer yanıyla ...
Ardından
beklenen başarısızlık ve Nemçe diyarında vukubulan sergüzeştin, çok sonra,
ayrıntıları bir köprü ayağında fısıldanacak görkünç trajedisi.
...
Sonunda
padişaha jurnallenen Karapaşa öldürülüyor. Başı kesilerek. Beyazşehir civarına
gövdesi gömüldüyse de, başı Asitane'ye gönderildi. Meşin kırbada bala bulanmış,
gümüş tepside sunulan başta duran kıpkırmızı gözleri; hâlâ altın saçlı Salome'sine
doymamışlıkla, başdöndüren kokuların ve çıldırtıcı dokunuların özlemiyle
yanıyordu ve de en küçük bir pişmanlık izi görünmüyordu.
Sonunda
sağır ve dilsiz bir cellatın insafına kalan baş; Haliç'in dibini boyladı...
Belgrat'ta
gövdesi için, Edirne'de gözleri için, payitahtta sözleri için bir mezarı var
deniyor.
Aşkı
için öldü paşa... Nereden bilebiliriz ki; belki de mutluluğun resmi budur.
Uskumru gözlü Kordelia ise arşidük oyunlarının parçası olmanın ve tasarlanmış
bir gönül ilişkisini pahasıyla satmanın cezasını çok ağır ödedi, paramparça
edildi ve eti sıcak sıcak köpeklere yedirildi. Yalnızca Efşan Bahçeleri'nin
nice sülüslü betimine benzer urbaları toprağa verildi ve böyle birinin
yaşadığından yüzyıllar sonra ancak bugün söz edilebildi. Kapıkulu askerleri,
ziynet ve takılarını, kılıç ve kalkanlarına süsle, siper ettiler. Saçlarından
sancak tuğu yapıldı, kaval kemiğinden kös vuramacı, aya eklemlerinden de remil
taşı yapıldığı söylenir...
Yine
de diyelim ki, kaftanı Levni'ye taş çıkartan (çok renkli demekmiş Levni)
şimşirlikte (kafeste)
yetişmiş nice bahtsız şehzadeyle, sayısız cariyenin yazgısı, inanın
onlarınkinden çok daha iyidir. Çünkü söylemesi mekruh mu bilemem, Ruhşah ile Paşa'nın ferç ile
zekerinin de padişaha yollandığı söylenir, böylesi ilk ve tektir.
...
Hanedan
ailesi kutsal sayıldığı için kanı akmamalıdır. Karapaşa bir devşirme değilse
de, Bağdat'ta şehit düşenin oğluydu ve saraydan olmamakla başı uçurulabilirdi.
Cellatlar şehzadeleri öldürürken yağlı bir sicim kullanırdı ama bu Paşa'ya;
değil Kartezyen bir kılıç, bir Yemen palası veya Roma orağı bile yeterse de,
saraydan olupta, bir köprü başında, sırf kanı akmasın deyi keçeye sarılarak,
gece karanlığında dört nala giden atlılarca çiğnenmekten yine de iyidir böylesi
bir ölüm.
Eflak
prensi Konstantin Hangerli nasıl öldürüldü (Vladimir Tepes'in ardılı sayılabilecek maktulumuz, yazık
ki, Osmanlıdan kurtulmak için atının nallarını ters çaktırarak Budin'e kaçan
'Voyvoda' gibi olamayıp, beceri yoksunuydu. Vidin Bey'ini öldürüp kanıt olsun
diye ceseti aylarca kazıkta bekleten Tepes ise söylentiye göre kan içici bir
Drakul, yani 'Mephisto'nun Oğlu' ymuş), aşırı vergi koyan prensin (soylu, köylü ve büyük sürü sahibi manastır
oturanlarınca) şikayet edilmesi üzerine; sadrazam Yusuf Paşa, Bükreş'e bir
kapıcı gönderir, kapıcının yanında kalın dudaklı siyah bir Arap (bizim Arap gibi)
vardır... Prens, Dersaadet
dükalarına, kahve ve nargile ikram eder, ürkmüştür, ama belli
etmeden, mabeyinciye Fransızca hitap ederek çuhadarları getirmesini emreder.
Mabeyinci çıkar çıkmaz Arap, prensin sırtına atlar, kaygan bir kementle
boynunu sıkmaya başlar, kapıcı da prensin karnına iki piştol sıkar, prens
güçlüdür, urgan boşalır ve debelenmeye başlar, kapıcı, hançeri prensin sırtına
saplar, Arap da
prensin boynunu burkarak, burcuna göndermiştir, odaya giren çubukçu, tütün
hazırlayan hizmetkâr ve peşkirci gördükleri manzara karşısında, çığlıklarla
yardım isterler, silah seslerini duyan çuhadar ve mabeyinci de gelmiştir,
katillerin üzerine atılacaklarken, kapıcı dur bre ferman diye bağırır ve padişah görevlisi
cellatlar oldukları anlaşılır. Prens ölmemiş can çekişmektedir, Arap
destur çekip prensin başını keser ve çıplak cesedi avluya bırakır, ardından
padişahın fermanını okur. Söylence bitmemiştir, prensin başının derisi özenle
yüzülür, kanlı deri yıkanarak, ikiziymiş gibi içi samanla doldurulur. Akşama
doğru deribaş
prensesin odasına yerleştirilir, bunu gören çocuklarla, nedimeler dehşete
kapılarak haykırmaya başlarlar, bu arada cesedin gömülmesi için penzler,
filoriler, zolatalar teklif edilmektedir; prens yakılacaktır yoksa...
Hangerli'nin
başı 1799 yılının yedi mart günü binbir namlı Konstantinopl'da, sarayın heybet
kapısı önünde bir kez daha sergilenir, Chopen'in cenaze marşı o devirde de
çalındı mı bilemem ama başın, mehter marşıyla taçlandırıldığı kesindir diye;
acı veren bir gülümseyişle bakarak bitirdi sözlerini, Ayvansaraylı Arap!..
Ve
bütün bunları neden anlattığını şu şekilde (şöylece) açınladı; meğer Calût'da hırgür
arasında başı kesilenlerdenmiş, oda kalafata yatırılmış, diyor ki, aynı Viyana
küskünü Karapaşa gibi, onun da gövdesi yaban toprağında kalmış ve bir cellat
hısımınca ahiretlik baş Boğaz'a getirilmiş ve Emirgan'daki konaklığına
gömülmüş, Arap, onun başının çengel lâlesi gibi, akrabaların kaldığı o evin
bahçesinde, bir zaman durduğunu ve artık deniz kargalarının sesleriyle
metruklaşan, meskun yerin Aşiyan'a karıştığını söyledi, sonra işte bu
anlatılanların en ilginç nirengisine getirdi sözü, biz dedi; meczup olduğumuza
bakmayın, iki bayram sırası her seferinde Vienna'da ki (bir dediği iki dediğini tutmuyor)
Osmanlı kabristanını (azınlıklar mezarlığı) ziyaret eder ve başsız
gövde için dua ederiz, yine her seferinde şimdi Aşiyan'da asudeler ülkesine (sonsuzbarış
toprakları) karışmış, kitabesiz gömütlüğü tavaf ederiz. Sonra kızıla
çalan gözlerini üzerime dikerek; çünkü Yüce Tanrı'nın "masumların
ölüsüne" ( üzerine
basa basa söyledi bunu) dua etmek için başını mı esas aldığını yoksa
gövdesini mi bilemediğimiz için (bu arada medet ya hüda diye mırıldanıp tövbeler çekti),
evvelahirden beri; ki and verebilirim, mekkareli, piyade ya da tayyareli (atlı, yaya ya da
uçaklı demek istiyor) Viyana'yı ziyaret
eder, eşzamanda yürek yanığı içinde, en ufak bir çıldırtıdan yoksun, Emirgan Koruluğu'ndaki küfeki taş,
tarumar lahite yakarır, duaların kabulü için ihsanlar eyler,
gözyaşlarına garkoluruz dedi.
Kulunuz, onun
yalancısıdır.
...
Us
gözlerin ötesiyse, yürek de gövdedir. Cehennem aleviyle tartıya çıktığımızda
tanrının ölçüsü hangisi olacak. Bilen var mı... Karapaşa'nın düşünceleri Viyana
önlerindeyken, duyguları çadırındaydı. Hangisi günah, hangisi sevap. Ölmeyene
and olsun kerubim
dedi Arap.
İki
dünyada da müşkülât çekenlerin; çift mezarlıların hali nicedir. Tanrım bu konuda
hiç yardımcı olmadı bize, hangi kutsal kitabı açsak bir umar bulamadık, bu
nasıl bir kabir azabıdır, nasıl sual olurlar, biri bize yardım etse diyorum ama
şu karakıyamette
sözü dinlenir eşhas kaldımı ki, her mahzunun kanıksayıp, her
müslimin kabul edeceği bir letafet bulunur mu ki bu meyanda diye, ağlamaya
başladı.
Umudunu kesme "düşünmeliyiz ki sonsuzluğa yalnızca o kalacak ve
iyiliklere de yalnızca o vesile olacak" dedim.