*"Dost Dost İlle de Kavga" ve Enver Gökçe

 

  “Yolumuz gurbete düştü...”

                                                                           

1920 yılında Erzincan’nın Kemaliye (Eğin) ilçesi, Çit köyünde doğdu. Dokuz yaşındayken Ankara'ya yerleşti.

Bundan sonraki yaşamı burada geçecek olan Enver Gökçe’nin, 1929 yılında, Ankara'da Hüseyin Avni adında birinin yönettiği özel bir ilkokula kaydı yaptırılır ve eğitimine burada başlar.

1935-36 yıllarında Cebeci Ortaokulu’nda,  1939 yılında da Ankara Gazi Lisesi’nde öğrenimimi tamamlar.

Gazi lisesinde edebiyat derslerine Fevziye Abdullah ve İsak Refet girmektedir. İsak Refet’ten çok etkilenir. Gerek kendisisinde edebiyata olan ilgisi ve gerekse öğretmenlerinin doğru yönlendirmelerinden cesaretle sarılır edebiyata. Bu dönem onu, bir yandan da üniversite yaşamına hazırlar.

Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Türkoloji bölümüne girer. Devrimci düşünceyle burada tanışır. Bazı derneklere ve yayınlara yönelir, bağlantılar kurar. Halkevi’nin ünlü Ülkü dergisinde çalışmaya başlar. Dergiyi Ahmet Kutsi Tecer ve Bedrettin Tuncel yönlendirmektedir. Derginin yönetimde Ahmet Serdaroğlu adında sevdiği biri de vardır. Nurullah Ataç, Ahmed Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer zaman zaman uğrarlar ve dergide söyleşirler. Ankara'da çıkmakta olan başka bir dergide bir şiiri yayımlanır. Ahmet Kutsi Tecer kendisine, şiirin çok kötü olduğunu, şiiri bırakıp düzyazıya yönelmesini öğütler. Buna bozulan Gökçe, Tecer’e şu karşılığı verir: “...ben daha kötüsünü de yazarım." diyerek tepkisini deile getirir. “...bu şiir, "Köylülerime" adlı ve "Dost Dost İlle Kavga" adlı kitabımda yayınlanan şiirdir” der, sonraki dönemlerde kendisiyle yapılan bir söyleşide.

Ülkü'de yeni arkadaşlarla tanışır. Sefer Aytekin  bunlardan birdir. Gerek devrimci hareket içindeki etkisi ve gerekse kişiliğiyle Gökçe’yi etkilemiştir. Şöyle diyor kendisi: “...O zamanlar çok devrimci bir rol oynayan Sefer Aytekin hayatımda unutamadığım insanlar arasındaydı...” Aynı yıllar Ankara'da bulunan Arif Damar (Arif Barikat), aynı mahalleden Mehmet Kemal ve ilkokuldan arkadaşı Ceyhun Atuf Kansu, tanıdığı en eski arkadaşlarıdır. Sonraları şair Niyazi Akıncıoğlu'yla tanışır.  "On Beşinci Yıl" adında kahvenin müdavimleridir hepsi.

Üniversitede, belirli hocaların dışındakilerle ilişkileri öğrenci hoca dışına taşmaz. Devrimci hocaları, Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes ve karısı Mediha Berkes'in dışında, herhangi bir fikir alış verişinde bulunmaz diğerleriyle. Dergi ve gazete çıkardığı bu yıllarda, birçok matbacı, mürettip işçi arkadaşı olur. Bunların en ünlüleri, hiç unutamadığı, mürettip Hasan adında bir işçidir. "Mürettip Hasan" adlı şiiri ona adar:

        MÜRETTİP HASAN

 
Alınmıştır,
Ağzım dilim elimden
Konuşamam yanarım.
Unumu elemişim,
Eleğimi asmışım
Ölüm de ne, vızgelir
Ama yanarım.
İnce derde hele bir
Düşte gör
Nicedir
Kardeşim!
Parmaklarım yazı dizer
Yorulur;
Kurşun kasalara dökülür derdim

Bir türkü bilirim
“Var git oğlan var gir”
“Mekanın ara”
“Nerede karnın doyarsa”
“Vatanın ora”
Hey anam hey
Yine de hey hey!
Mürettip Hasan deyip de geçme
Ben adamın anasını bellerim
Punto hesabı
Katrat hesabı.

(Meyden, 17.05.1948)

                            

Hasan'la sonraları 1951 “Büyük Tevkifatı”nda karşılaşırlar. Oda gözaltına alınmıştır. “...Onu da tutup getirmişlerdi. Zavallı Hasan beş seneye mahkum olmuştu ve veremdi de. Sonunda çok yaşamadı zaten...” diye anlatır kendi yaşamöyküsünde.

Genç ve güçlü yıllarıdır. Her işi benimseyerek yapar. Derginin çıkışında, örneğin Ant dergisinin çıkışında, çabası çok büyüktür. Bütün bu işleri karşılık beklemeden, kendiliğinden ve doğal olarak yapar. Sanat ve edebiyat dünyasında ilişkilerini daha da geliştirir. O yılları, biraz da serzenişte bulunarak  şöyle anlatır:

“…Ben gençliğimde de kesin olarak içki taraftarı değildim. Bu yüzden o zamanki ünlü Ankara meyhanelerinden hiç birine gitmedim, gitmezdim. Ve arkadaşlarımı da bu yerlere gitmekten men ettim. Yine bu devrede ünlü halk ozanları, Aşık Ali İzzet, Aşık Veysel, Habib Karaaslan gibi temiz şairlerin hepsiyle teker teker tanıştım, ilgilendim. Onların gerçekten temiz bir halk yüzleri vardı. Ve bu taraflarıyla az çok ilgilendim ve temaslar kurdum. O gün iki şey vardı ortada benim için. Bir yanda Garip hasta sanat anlayışı diğer yanda dinamik halk edebiyatının yüzü. Bunlar karşı karşıya getirilince ben elbetteki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından taraftım. Bu yüzdendir ki o devrede bu şairlerin yanında olmam. Nitekim halk ozanları bu işte gerçek yerlerini göstermişler ve her zaman doğrunun ve güzelin yanında olmuşlardır. Biz tavrımızı belirlemiştik.

1945 yılında yani Garipçilerin edebiyatımıza egemen oldukları bir çağda dergi yayınlamaya ihtiyaç duymuştuk. Bu devre henüz toplumcu akımı güçlendirmeye çalıştığımız bir devreye rastlar. Orhan Veli ve arkadaşları o zaman devrimci şiirleri yoksayan ve yozlaştıran bir çalışma içindeydi. Ve bu sebeple biz Ant çevresinde, küçük bir topluluk da olsak, devrimci sanat sorumluluğunu üstlenmiştik. Daha evvelden Yeni Edebiyat dergisi tarafından yürütülen akımın mümessili olarak karınca kaderince çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Bu anti-faşist ve devrimci bir gençlik ve onun devrimci sanatı etrafında yeni bir akımın mümessili toplumcu sanatı ortaya çıkarmayı amaçlayan gençlerdik denebilir. Bizim varlığımız aslında önemsizdi, küçüktü, ama doğruydu. Biz bu doğrudan dolayı bir aradaydık.

Bu sırada Nurullah Ataç ve arkadaşları bizim bu tutumumuzdan habersiz gibi görünüyorlardı. Bizim adımızı yok saymak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rahmetli Nurullah Ataç yalnız kendi dar çevresinde ve Orhan Veli etrafında yaygara koparıyordu.

Bu devredeki edebiyat çalışmalarımızın yararlı olduğu kanısındayım. Buna rağmen onların bu tavrı yüzünden bir çok yetenekli genç körelip gitti. Hatta denebilir ki Nurullah Ataç ve arkadaşları bu devrede bizim bu sınıfsal karşı koymamıza, güçlenmemize, bilemeden yardım etmişlerdir.

O günkü tavrımızın sadeliği ortadadır...”

1948 yılında, Türkiye Gençler Derneği’ni kurarlar. Derneğin yüz elli kadar üyesi olur. Anti-faşist ve demokratik fikirli gencin bir araya geldiği yerdir dernek. Merkezi, Ankara Denizciler caddesinde bir ahşap ev. Çalışmaları arasında halka her türlü yardımı yapmak vardır. Örneğin, hasat zamanında köylere gidilecek ve halkın hasat toplamasına yardımcı olunacaktır.

“...Hatırladığıma göre, o zaman dernek, içlerinde ben de olmak üzere, sekiz on üyesi, bir İstanbul Ankara arasında yürüyüş tertip etmişti. Bu Ankara İstanbul yolculuğu beş altı gün sürdü ve tamamlandı.

Derneğin bir çok yapıcı işe yönelmesi, Ankara çevresinde bulunan ırkçı Turancıları rahatsız etmeye başladı. Dernek fakülte ve Ankara çevresinde yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu nedenle ırkçı Turancılar derneğin gidişine karşı bir takım eylemlere giriştiler. Gösteri yapmaya başladılar. Derneğin yıkılması etrafında tehditler çoğaldı. Biz o zaman safça, yirmi otuz kişi, bir odacık yerde toplandık ve elimizde sopalarla gelenleri bekledik. Turancılığın etkinliği çoktu o zamanlar. Turancılar saldırdı. Dernek yıkıldı bir kaç saat içinde. Kitaplar yırtıldı. Sokaklara atıldı. Dernek üyelerinden yakaladıkları birkaç kişiyi dövdüler. Fakat dernek faaliyetine devam etti. Dernek etrafında bir takım provakasyonlar aldı yürüdü...” diye yazar.

Sonunda dernek üyelerinden Melahat Kürşal, Nural, Mehmet Kemal, Şevki Akşit ve kendisi, tutuklanır. Gerekçe de, komünizm propagandası yaptıkları içindir. Ankara cezaevine tıkılırlar (kendi demsidir tıkılmak). Sorgulama üç ay sürer. Hiç kimse tutuklanmaz ve beraat ederler. Boşu boşuna üç ay yatmış olurlar böylece. Hapiste kaldığı bu üç aylık dönemde, bir kaç şiir yazar. “Görüşmeci” adlı şiir bu dönemin ürünüdür. Görüşmeye arkadaşları, kendi ailesinden kızkardeşi gelir. Bu şiiri daha sonra "Görüş Günü" adıyla yayımlar.

 
                        GÖRÜŞ GÜNÜ

Bugün görüş günümüz
Dost Kardeş birarada
Telden tele
Mendil salla el salla
Merhaba!
İzin olsun hapishane içinde
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım döner cigaramın ateşi
Gitme dayanamam 

Yine bu dönemin bir anısı olarak  “Fakültanin Önü” adlı şiiri yazar.  Gösterilerden sonrasında yazdığı bu şiirde olaylar anı anına yansıtılmıştır. 

 

FAKÜLTENİN ÖNÜ
 
Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı.
 
Faşıstler camlara yürüdüler
Kürsüler kırdılar, höykürdüler
Tığ teber şahı merdan
“Tanrı Dağı kadar Türktü bunlar
Hıra Dağı kadar müslüman”
Ve de kanlı bıçaklı düşman
 
Gökler ışıyordu yer yer
Ortalık ala şafaktı.”

 

“...Bu şiir de olayları günü gününe yansıtan en iyi bir şiirimdir...” der Enver Gökçe.

Ülkede büyük bir umudun yeşerdiği bir dönem başlamıştır. Demokrat Parti’nin iktidara geçişi, halkta umut yaratır. Ne yazık ki Türk halkı, Demokrat Parti şarlatanalarının peşinden gitmekten geri durmaz. Halkın bu tutumu, “Filozofların aydınlatamadığı toplumu, şarlatanlar aldatır” diyen düşünürü bir kez daha haklı çıkarır.

Üniversiteden mezun olur. İş aramaktadır. Dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Tahsin Banguoğlu onun üniversiteden hocasıdır. İş için başvurur. Yanıt, beklemesi yönündedir. Sonunda işten umudunu keser, ekmek parası için değişik işlerde çalışırak geçirir zamanlarını. Bu arada İstanbul'da Yurtlar Müdürlüğü’ne de başvurur. Talebi uygun bulunup, yönetim memurluğunda işe alınır. Göreve 1950 yılının, ekim ayında başlar. İlk görev yeri Çarşı Kapı Öğrenci Yurdu’dur. Buradaki çalışmaları beğenilmiş olacak ki, birçok yurtların kuruluşunda görev alır. Çarşı Kapı’dan sonra Yıldız Teknik okulu yurduna gönderilir. Kısa bir süreliğine Denizcilik Yurdu’na, sonra da Kadırga Öğrenci Yurdu’na atanır. Bu dönem, Enver Gökçe’nin yaşamının en düzenli ve en önemli dönemidir, ama 1951 yılı ekim ayı Büyük Tevkifatın başladığı dönemdir de aynı zamanda.

Gazete haberlerinde, Sevim Tarı adında bir kadının, Paris'e giderken yakalandığı yazar. Daha sonra bu haber dayanak gösterilerek tutuklamalar (tevkifat) başlatılır. Enver Gökçe de bir kaç öğrenciyle birlikte eylülde tutuklanır. Kadırga Öğrenci Yurdu’nda görevlidir, bu sıra. Önceden yurt binasında kaldığı odanın, didik didik arandığına tanık olur.  Bu olaydan bir hafta sonra da kendisi alınır.

Dönemin devrimci ve demokrat düşünceli gençleri teker teker tutuklanıp İstanbul 1. Şube’ye getirilirler. Büyük Tevkifat için bütün hazırlıklar tamamlanmıştır. Asıl büyük darbe, TKP Tevkifatı olarak da bildiğimiz, “1951’in Büyük Gözaltı” olayı başlar. Bu gözaltında alışılmışın dışında, birçok yıldırma yöntemleri uygulanır. Tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işlemlerden geri durulmaz. Sonuçta yüz altmış sekiz insan askeri mahkemede yargılanır. Hepsi de cezalandırılır. O güne ilişkin şöyle diyor Enver Gökçe:

“...Ben savunmamı kendim yaptım. Hatırladığıma göre o zaman çok iyi bir savunma hazırlamıştım. Yapılan isnatları reddettim. Bazı arkadaşlarımla olan temaslarımın kanuni olduğunu gizli bir örgüt tarafından yönetilmediğimi iddia ettim. Fakat kaale alınmadı.

Ben savunmamın özünde Marksizmi istediğimi beyan etmiştim. Mahkeme bildiğini okudu. Sonuçta yedi seneye mahkum edildim. Ayrıca bu cezanın üçte bir bölümlük kısmı kadar da sürgün cezam vardı. Böylece mahkeme sonuçlandı ve herkesi ceza evlerine dağıttılar...”

İlk alındıkları yer, İstanbul 1. Şube, sonra Harbiye cezaevi, yeniden İstanbul 1. Şube ve Yıldız'daki Güvercinlik adı verilen eski bir binada tutuklu kalırlar. Buranın diğer bir adı da tabutluktur. Böylece iki yıl 1.Şube,  bir yıl da...

İllerin cezaevleri statüsüne göre bütün Türkiye hapishanelerine dağıtılırlar. Son parti Adana cezaevine gönderilir. Enver Gökçe ile birlikte, Zeki Baştımar, Mihri Belli, Şevki Akşit, Adana'ya kadar parmaklarından ve ellerinden kelepçeli olarak götürülüp siyasi koğuşa yerleştirilirler. Yedi yıl Adana'da tutuklu kalırlar. Adana cezaevinden sürgüne gönderilirler. Çorum'un Sungurlu kasabasına sürgünü çıkar. Her gün Sungurlu’nun bir karakolunda, eskilerin demesiyle “İspat-ı vucut” ederler ve  kendilerini gösterip imza atarlar. Kalacak ne yerleri ne de işleri vardır. Deyim yerindeyse işleri Allaha kalmıştır. Sürgün böyle sürüp gider. Neden sonra ordan başka bir yere, “iş bulabilirim” umuduyla, Sungurlu mahkemesine başvurarak Ankara'ya naklini ister E. Gökçe. Böylece sürgünün geri kalan bölümünü de Ankara'da geçirecektir. Hapis yıllarına ve şiire ilişkin şunları diyor:

“...Hapishanede herkes kendine göre bir işle meşgul olurdu. Günlük hapishane hayatının dışında benim işim gene sanat oldu. Şiirle uğraşıyordum.Bu arada benim önemli yapıtlarımdan birisi olan "Yusuf ile Balaban"ı  yazmaya başladım. O devrelerde böyle bir şiir çalışması yapacağım belliydi. Bir takım sıkıntılar başlamıştı ve şiirin ilk mısraları dökülmeye başladı. " Ve; zaman akar, zaman geçer, / Zaman zindan içinde. " dizeleriyle başlayan şiir kafamda şekillenmeye başladı. Ve sonuçta otuz şiirlik bir destan kısa bir müddet içinde, zannederim bir ay içinde bitirmiş oldum. Destan böylece tamamlanmış oldu. Ben de rahatlamıştım ama, asıl iş bu parçaların dışarıya çıkarılmasıydı. Neticede o işi de başardım. Destan sağ salim dışarıya çıktı. Fakat daha sonra aynı titizlik destanın saklanmasında gösterilemedi. Ve eser tamamen bugün elimden çıktı. Kayboldu. Bugün destanın elimde kalan parçaları arasında sonradan, Başlangıç, Uy Kirpi Kız Kirpi, Bu Balaban'ın Dünyadan Göçtüğüdür, ve Kirtim Kirt adlı son bölüm kalmıştır...”

Burada şunun altını çizmek gerek:

Enver Gökçe, uzun yıllar yattığı hapishanede, şiirsel ağırlığı olan, Toplumsalcı Türk şiirine yeni bir ses, yeni bir soluk getiren şiirinin, kaybolup gitmesine ne kadar üzülmüş olsa da, bir yanıyla da sevinmiştir bana göre. Çünkü o, komünist düşünceye inanmış biriydi. Sanat yapıtı da olsa yarattığı, inanmış bir komünistte “mülkiyet” hırsı asla ve asla olmamalıdır. Çünkü inandığı düşünce ona, yarattığı sanat yapıtının kaynağını unutmamasını da öğretmiştir. Yani Halkını, halkının türkülerini, ezgilerini, masallarını, hikayelerini, destanlarını, manilerini... Bunların hepsi şiirlerinin kaynağıdır ve halkından aldığının bilincindedir ve halkına geri vermesinin de. Şiirlerinin peşine düşmemiştir hiç. Onun için önemli olan şey, şiirlerinin bir yerlerde halkıyla buluşup “görüş gününe” doğmuş olmasına inanmasıdır, bana sorarsanız peşine düşmeyişinin nedeni budur derim.

Hayatı koşturarak yaşayan şairimiz, komünizme inanmış olmasının ötesinde, yaşadığı gibi düşünen, düşündüğü gibi yaşayan ve söyleyen bir halk ozanıydı. Belki az ürün verdi. Doğrudur. Daha çok ürünler verebilirdi de. Bu da kabul edilebilir. Ancak Enver Gökçe ve kuşağı, inandığı değerlerin peşinde koşturmayı daha çok yakıştırmıştır kendilerine. Şu da önemli: Kendi hayatlarını, doğru bir düşünce uğrunda, halk dalkavukluğuna kalkışmadan, halk adına ortaya koyanların, hem düşüncelerini hem de hayatlarını koşturarak yaşamalarından daha doğal ne olabilir ki? Bundan ötürü düşüncelerini koşturup, düşüncelerinin peşinden koşarken; gözaltılar, hapisler, işkenceler, sürgünler, prangalar görüp yaşadılar. Hayat boyu çekmek zorunda kaldığı o illetlik romatizma, hücrelerde geçen yıllarının bir kalıtıdır onda. Onun sanata ve sanatçıya bakışını hepimiz bilmekteyiz. Bu anlamda, onun anlayışına da denk geleceğini bildiğim düşüncelerimi şöyle özetlemek istiyorum:

İnsan sosyal bir varlıktır. Sanat toplumsal bir çabasıdır insanın. Toplumsal bir çevrede doğar. Toplumsal etkiler yaratarak bulunduğu ortama, çevreye ve toplumsal yapının bütün unsurlarına baskılar yaparak, var olan yapıyı değişime zorlar. Yerine daha gelişkin, ortaya atıldığı yer ve zamanla (çağıyla) örtüşen bir değişme ve gelişme çizgisi izler. İçinden çıktığı yapıyı değiştirip dönüştürdüğü gibi, toplumsal yapının kendisinden etkilenerek, içyapı dönüşümlerini de aynı sağlamlıkta gerçekleştirir.  Toplumu önceden bu değişim ve dönüşüme hazırlar. Kişiye ufuk zenginliğini kazandırdığı gibi, toplumu daha çağdaş, daha canlı ve çağın gerekleriyle donatır, yetkinleştirir. Dünyaya, insana ve olaylara çok boyutlu bakmayı öğretir. Çağın duyuş, düşünüş biçimlerini insana sunar. Nitelik olarak insanı geliştirir. Bilimsel dünyanın, layik (laik) ve çağdaş düşünmenin yollarını öğretir. Geleceğe hazırlar. Felsefe yakınlaştırır. İnsandaki merak duygusunu bilimsel kuşkuculuğa dönüştürerek, onu, yarının düşünen, araştıran, sorgulayan insanı yapar. Cumhuriyet Kuşağı ve ardından gelen 1940 Kuşağı bu süreci bilinçle kavramış ve yaşamları pahasına aydınlanma düşüncesinin savaşımını vermişlerdir. Biz biraz da, ne birazı, çokça da bu kuşak ve sonrası kuşakların verdikleri onurlu savaşımların ürünüyüz bugün…

Yusuf İle Balaban Destanı, içerde, dışarda birçok arkadaşının eline geçmiş, okunmuştur. Destanı Ahmed Arif de okumuştur. Hapishanede günlük çalışmaları arasında Fransızca önemli bir yer tutar. Orhan Suda ranza arkadaşıdır. Dil konusunda kendisinden çok yararlandığını anlatır. Aynı dönemde  edebiyatla uğraşan Hilmi Akın, Arif Ünal (Ahmed Arif) ve ayrıca saz çalışmalarına devam eden Ruhi Su ve devlet tiyatrosundan Ulvi Uraz (o dönemde vefat etmiş) ve Kemal Bekir gibi ünlü sanat adamları da hapishanededir. Şükran Kurdakul da tutuklananlar arsında ve buradadır. O yıllara ilişkin şunları yazıyor:

“...Süleyman Ege ile İstanbul sokaklarını, Beyazıt'ı karış karış her gün gezer dolaşırdık. Adnan Menderes'e karşı yürütülen miting ve gösterileri izlerdik. İşte tam bu sırada yani 28-29 Nisanda Beyazıt'ta bir takım gösteriler yapıldı. Aynı gün de Turan Emeksiz'in öldüğü yahut da ertesi gün Beyazıt meydanı hınca hınç doluydu. "Turan Emeksiz" adlı şiirim bu devrede yazılmıştır. Bu gösteriler her gün devam ediyordu. Bizler de birkaç işçi arkadaşla habire Beyazıt meydanının etrafında dolanıp duruyorduk. Bir gün evimden alınarak götürüldüm. Olaylardan korkan eski yöneticiler, ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bir liste yapmış. Bu listede adımız vardı. Tutuklandık. Bizim kendi istediğimiz bir yere ama sıkıyönetim dışında herhangi bir bölgeye gitmemiz teklifi yapıldı. Ben o zaman, kendi memleketim diye, bildiğim ülke diye ve bunca uzun süren hapislik ve sürgünden sonra biraz nefes alırım diye Erzincan'ı seçmiştim. Zaten Ankara, İstanbul ve İzmir dışında bir yer seçmemiz gerekiyordu. Böylece Erzincan'a gitmeye karar verdim. Uzun bir yolculuktan sonra Erzincan'a geldim. Birkaç günüm şurda burda gözaltında tutularak geçti. Yollarda bir değişiklik olmadığı için, köyüme çok zahmetli gelebildim...” diye yazar, hapiste yattığı yıllara ve sürgün edilişine ilişkin anlattıklarında.

1999 yılı ağustosunda Erzincan’daydım. Ordan Eğin’e ve daha sonra da, Enver Gökçe ile ilgili araştırma yapmak üzere doğduğu (Çit) köyüne gittim. Gördüklerim ve yaşadıklarıma ilişkin gözlemlerimi, 19. Ölüm Yıldönümü’nde, 22 Kasım 1999 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazımda anlatmıştım kısaca. Şunu farkettim:

1950’li yıllarda, sürgün cezasını çekmek için Erzincan’a gelişi ve köyüne gidişinde nasıl zorluk yaşamışsa Enver Gökçe, ben de ondan kırk yıl sonra, Erzincan’dan Köyüne gidişimde benzer zorlukları yaşadım. Aradan kırk yıl geçmiş olmasına karşın, pek değişen bir şey olmamıştı çünkü. Arabayla yolculuk yaptığımız halde, Eğin’e varışımız ve köyüne gidişim, 5-6 saati bulmuştu. Enver Gökçe’nin o dönemde neler yaşadığını, çok daha iyi duyumsadım o sıra. Hele doğduğu evinde gördüklerimse, büyük bir hayal kırıklığıydı benim için. Daha da ilginci, köyünde, Dutluca’da ve Eğin’de kaç kişiye sorduysam, ya tanımadılar ya da oralı olmadılar. Hatta Enver Gökçe adını duyduklarında, tepkileri görülmeye değerdi. Eğin’in yetiştirdiği o ünlü fotoğraf ustası ve gazetecisi bile oralı olmamıştı, kendisine Enver Gökçe ile ilgili bir araştırma yapmaya geldiğimi söylediğimde. Vefasızlığın böylesi de olur mu dedirten türdendi, görüp yaşadıklarım. Şimdilerde evinin müze yapılmak istendiğini öğrendim, değerli şair dost ve ağabeyim Hasan Hüseyin Yalvaç’tan. Geç de olsa, sevindirici bir haber bu benim için. Eğer evi müzeye dönüştürülürse, müzenin ilk eşyası bendeki ayakkabıları olacaktır, hiç kuşkusuz. Dönemin kültür bakanı Fikri Sağlar’ın danışmanlarının köyüne gittiğini, evini müze yapacaklarına dair bir çalışmanın başlatıldığını, ta o zamanlar duymuştum. Ama o gün bugündür bir ses çıkmadı, bu girişimden.

Sürgün cezasının geri kalan bölümünü köyünde ve beldesinde geçirmek üzere memleketine gelir. Köyünden birkaç kişi bu işe pek sevinmezler, ancak halkı tarafından iyi karşılandığını söyler kendisi. 27 Mayıs devrimi de eli kulağındadır. Ha yapıldı ha yapılacak. Devrimin gelişi az da olsa yaşamına bir rahatlık getirmiştir.

“... 27 Mayıs devrimi başladı. Köyün radyosundan devrimin yapıldığı okundu. Menderes'in de yakalandığı... Bundan sonradır ki, şuraya buraya sürülen arkadaşlar da özgürlüklerimize kavuşmuştuk. Böylece ikinci sürgün de bitince hayat kavgasının içinde kaldık. Eskiden beri tanıdığım Fethi Giray bir günlük gazete çıkarmaya başlayınca ben de iş için müracaat ettim. O zamanlar için küçük bir parayla gazetenin düzeltmenlik görevine başladım. Bu gazete küçük trajlı bir reklam gazetesiydi. Bir ara İsmail Gençtürk isimli genç bir delikanlı da bize yardımcı olarak yanıma verildi. İsmail Gençtürk her haliyle bir memleket çocuğu olduğu belliydi. Biz onunla altı ay kadar beraber çalıştık. Nihayet gazete 1963 yılına doğru kapandı. Bu arada bozulan sağlığımın tedavisi için kaplıcalara gittim. Haymana, Kızılcahamam ilçelerindeki kaplıcalardan şifa aradım. Gazete kapanınca yeniden işsiz kaldık. Pablo Neruda çevirilerini sürdürüyordum. Neruda bilindiği gibi dünyanın en büyük şairlerinden birisidir. Şiirle uğraşmam dolayısıyla Neruda'ya eğilimim gün geçtikçe artıyordu. Neruda çarpıcı ve büyük bir ozandır. Dünyayı ve insanları seven birisi. Başından da büyük olaylar geçmiştir. Gizli yaşadığı, sürgünde kaldığı yıllar olmuştur. Büyüklüğü biraz da buradan gelmektedir. Benim ona ilgim de bu bazı yakınlıklarımızdandır. İstanbul'a gittim. Daha önceleri de gitmiş olmama rağmen, İstanbul'u pek tanımıyordum. Yerleştim. Hatta Menekşe'den bir ev de tuttum. Bir çok çalışmam olacaktı. Çevirileri de hızlandırmıştım. Ant dergisiyle de bir ara ilişkim oldu. Bir spor dergisinde de düzeltmen olarak çalışıyordum. Bu dönemde en önemli iş diyebileceğim çalışmam, Meydan Larus'taki çalışmamdır. Bu işi bana Yaşar Kemal bulmuştu. Yaşar Kemal eski bir dosttu. Çevresi de şimdi genişti. Bu iş beni çok rahatlattı. Bu iş kısa sürdü. Sakıncalılığımızdan dolayı dergiyle ilişiğimiz kesildi. Bu kararı o zaman bana derginin önemli bir yönetmeni olan Günay Akarsu isimli arkadaş tebliğ etti. İstanbul'da çocuk yayınları yapan bir yayınevi vardı. Bu yayınevinin Dünya Masal ve Efsaneleri adlı bir dizisi vardı. Çin, Hint, Eski Mısır gibi dünya uluslarının masal efsane koleksiyonlarını çevirdim. Yedi sekiz kitap tutuyordu. Basılmak üzere hazırlıklar yapılmıştı. Ekonomik sıkıntılar baş gösterince, kendi köyüme yerleşmem gerekiyordu. İstanbul'a veda ederek kendi köyüme yerleştim. Kitapların basılıp basılmadığı konusunda bilgi alamıyorum. Bir kazık daha atılıyor bize...”

Gökçe yeniden köyüne döner ve yerleşir. Her yıl kış aylarında köyünde, yazları  da Ankara ve İstanbul gibi büyük kentlerdedir. Şiir üzerine çalışmalarına ve çevirilere de devam etmektedir. Olgunluk dönemidir artık. Yazımı kendisinin sanata ve sanatçıya ilişkin görüşüyle bitirmek istiyorum. Şöyle diyor:

“...Ben sınıf edebiyatı yapıyorum. Türk halkının hayatın her dönemde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum. Bence sanat her şeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü kudretini ortaya koymasındadır. 1940 yılına gelinen zamanlarda Türkiye'de çeşitli sanat görüşleri varolmuştur. Bilhassa endüalist sanat biçimine karşı ve toplumcu yanı olan cereyanlar bu devrede etkili olmuştur. Gayet tabi olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim. Ve içinde olacağım. Hani eski bir söz vardır: İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Bu çok doğrudur. Yani düşüncesini, yani bilincini onun sosyal hayatı, sosyal pratiği belirler. İnsana kendi çevresinde olan ilişkiler gene diyalektik bir bakışla açıklanabilir. Sanat ise daha karmaşık bir olaylar zinciridir. İyi, başarılı bir eseri meydana getirebilmek için önce sosyal bir içerik, sonra da estetik bir kılıf zorunludur. Sosyal içeriği ve estetik yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur. Ben büyük sanatçılarda bu içeriği ve estetik yanın kuvvetli olduğunu görmüşümdür. Örneğin, Nâzım'da ve Neruda da bu sosyal ve estetik yönler bir bütün halinde ortaya konmuştur. Güzel ve kuvvetli olmak buradan gelmektedir.

Bir sanatçının doğru, devrimci bir yönde bir şeyler verebilmesi için, pratik ve teori arasındaki işbirliği daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabiliriz.

Sanatla bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısında hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyo politik bir mücadelenin tanımlayıcı araçları olarak görüyoruz.

Baştan bakıldığında asıl mesele, insanın görüşlerinde kararlı olmasını meydana getirmiştir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namuslu hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, küçük hesapların insanı değildir ve olamazda.

Şimdi benim yapmak istediğim bir iş var. 951 Tevkifatını yazmak. Eğer sağlığım el verirse, ömrüm vefa ederse, 951 Tevkifatının destanını yazacağım. Bunun için kafamda bazı tasarılarım vardır. Eğer bu işi başarabilirsem çok mutlu olurum.

İyi bir sanatçı olmak için önce, kendini halkını sevmesi daha doğrusu bu halkın içinden bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi içtenlikle bunu yapmak şarttır.

Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz.

İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle, fakat seveceksiniz.

Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. Bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız.

Ben, Türk halkının içinden çıkmış, halkımızın özelliklerini yapıtlarımda yansıtmaya  çalışan genç sanatçı arkadaşlarımı şimdiden  kutlarım...” diyerek, geleceğin genç sanatçı adaylarına, halkın gerçek sanatçılarına yön gösterir...

Anısı önünde saygıyla eğiliyorum...

 

   (*) Cumhuriyet Kitap Eki Sayı: 878/14 Aralık 2006

         (**) Öğretmen, eğitimci yazar, ‘İnsancı Felssefe Sanat ve Bilim Çevresi İstanbul Yürütücüsü’

  
  Ali Ekber Ataş