Saklı Kuyu

 

 
          Tarihçi Metin derlerdi ona, yazılılardan hep tam not alan. Gelgelelim tarih dâhil bütün sözlü sınavlar onun korkulu rüyasıydı.

Bugün tarih sözlüsü var. Öğretmen çok da meraklı değil ama onu da tahtaya dikip sorular sormak zorunda. Usûl böyle.

Dikkat kesilip soruyu bütün ciddiyetiyle dinlerken kaşlarını fazla çattığının farkında bile değil Metin. Cevabı beynine kaydettiğinde yüzünde bir gevşeme belirtisi oldu. Gözleri derinleşti. Bir ayindeymişçesine huzurlu görünüyordu. Ne var ki bu rahatlığı uzun sürmedi. İlk sözcüğün ilk hecesini tekrarlamaya başladığı an kıpkırmızı kesildi. İkinci heceye bir türlü geçemiyor, gerildikçe geriliyordu. Boynunu öyle yükseltiyordu ki boyu uzamış gibi görünüyordu. Sözcüğü tamamlayabildiği an sağ elinin kıskacından kurtardığı sol elini dudağına götürüp yapışmış bir şeyi silip atar gibi bir hareket yaptı. Ellerini yeniden kavuşturup ikinci sözcüğe geçerken orta sıralardan bir kıkırdama yükseldi. Öğretmen, sesin geldiği yana yönelip eliyle sus işareti yaptı. Bakışlarıyla da çocuğu azarladı.

İkinci sözcük kolay çıkmıştı ağzından. Üçüncüde yine zorlandı. Kıkırdayan oğlanın arkasında oturan Ayten, Metin’i dikkatle izliyor, onun başladığını tamamlamak için can atıyordu. “Ah, hoca bir izin verse!” Kült… Kültep... Kültepp... diye uzatıp sonunu getiremeyince aynı oğlan yine kıkırdadı. Münasebetsizliğin tekrarı kanının tepesine çıkmasına yetti Ayten’in.

Hayvan! Ahraz değil ya, bir gün senden daha güzel konuşacak o!

Zor durumdaki biriyle alay edilmesi ona o kadar dokunmuştu ki söylenirken çocuğun kafasını avuçladığı gibi öne itekledi. Az kalsın sıraya yapıştıracaktı suratını.

Öğretmen duruma müdahale etmedi. Onaylandığını anlamak rahatlattı Ayten’i. O andan itibaren başkaca bir terbiyesizlik yaşanmadığı için sevindi. “Nelere sevinir olduk” diye de mırıldanıp durdu.

Birinin arka çıkmasından memnundu Metin ama, biraz da buruktu. Çünkü onu bir “kız” korumuştu. Bir kızın yardımı erkeği küçültürdü nedense o zamanlar. (Şimdi farklı mı acaba?)

“Bir gün senden daha güzel konuşacak.” Eve geldiğinde sadece bu sözü düşünür olmuştu. Akşam yatağına yattığında ise ne yapacağını biliyordu artık.

Sabah kalktığında “doktora gidebiliriz anne” dedi. Annesinin epeydir beklediği bir karardı bu. Sevindi.

Doktor, kekemeliğin yıllar önce bir korku sonucu oluştuğunu öğrendi anneden. Uzun uzun muayene ettikten ve hastanenin psikoloğu ile konuştuktan sonra kararını bildirdi: “Dil altındaki bir kası alacağız. Ama sonuç yüzde yüz olumlu olur diyemem.”

Yaşına göre Metin’in öngörü düzeneği bayağı gelişmişti. Sezgileri de iradesi kadar güçlüydü. “Hayır, dedi, dilimin altından hiçbir şey kestirmeyeceğim!”

Hastaneden eve dönerken defalarca yinelediği tümce bir türkünün nakaratına dönüştü sanki: “Derdimin çaresi bendedir bende…”

“Ağzına çakıl taşı doldur ve avaz avaz bağır.” Daha önceleri birilerinden duyduğu bu tavsiyeyi denedi. Birkaç günde belli olmazdı belki ama, bunun doğru bir yol olmadığı kanısına vardı. Ayrıca, çok tuhaf, çok rahatsız edici bir yoldu bu.

Dayısı ona, Romalı ünlü bir hatibin, her cümle sonunda başını yana çevirip geriye atmaktan nasıl kurtulduğunu anlatmıştı: Günlerce, tepesinde asılı bir kılıcın altında durup konuşma talimi yapmış, ahalinin alay ettiği o hareketi bırakmayı başarmıştı. Tepesindeki kılıç Damokles’in kılıcı mıydı yoksa? Ya da kılıcın altındaki Damokles miydi? Neyse neydi, bir süre gülümseyerek düşündü. Bu gülümseyişte karar vermiş olmanın rahatlığı var gibiydi. “Ben de başaracağım!”

Okullar yaz tatiline girdi. Tatil demek köye gitmek demekti Metin için. Irmak kenarında bağlık bahçelik bir yerdi köy dedikleri. Tarlaların çevrelediği bir sayfiye yeri. Toprağı işleyenlerin sürekli oturduğu, mal sahiplerinin yazdan yaza gittiği cennetten bir köşe.

Köye, her zamankinin neredeyse iki misli kitap getirmişti Metin. Çoğu Halkevi Kütüphanesi’nden. Kitap paketlerini yatağının ucuna yerleştirip iplerini çözmeye başladı.

Gün batmaya yakın yarıcılar yemek hazırlıklarını hızlandırdı. “Hoşgeldin” yemeğini önemserlerdi. Odun közündeki patlıcanın, sacda dumanı tüten bazlamanın kokusu sardı her yanı. Bahçeye kurulan uzun sofrada ilk günün misafirleri sıralanmış, bir Metin yok. Annesi sesleniyor ama Metin nasıl duyacak? O, paketten çıkardığı kitaba eğilmiş bağıra bağıra okuyor. Üçüncü seslenişte ancak duyabildi annesinin sesini. Aklı kitapta, gelip usulca yerine oturdu.

Günde bir kitap bitiriyordu. İnceyse iki. Bitirmek değil yüksek sesle okumuş olmaktı asıl amacı. Hep yüksek sesle okudu. Üç ay boyunca günde dört beş saati bulan okuma çalışmalarını hiç aksatmayacaktı.

Üç hafta kadar sonraydı, okuduğu (yoksa seslendirdiği mi desek) kitaplara bir göz attı: Deniz Dibinde Yirmibin Fersah, Dede Korkut Hikâyeleri, Küçük Prens... Bunlardan aklında ne kaldığını düşünmüyordu fazlaca. Ama hoşuna giden bölümleri işaretlemekten geri durmamıştı. Bizim, yaşından büyük Metin bu bölümleri tekrarlamaktan zevk alıyordu. Son okuduğu Konfüçyüs’ün Konuşmaları’ndan işaretlediği yeri bulup okumaya başladı:

Chung-ni* ay ve güneş gibidir; ona asla erişilemez.

Bir  kimse  kendisini  kutsal  insanlardan  ayırmak  isterse, onun aya ve  güneşe  zararı  dokunabilir mi?  O  yalnızca  kendi yeteneğinin ne olduğunu bilmediğini göstermiş olur.

Siz çok alçak gönüllüsünüz, onun (Chung-ni’nin) sizden üstün olduğu nasıl söylenebilir?

Bir sözle insan akıllı görülebilir. Bir sözle de budala olabilir. Söylediklerimize çok dikkat etmeliyiz.

Bu sözlerin üzerinde bir kere daha düşünüp balkona çıktı. Tekrarladı cümleleri. Bu defa daha çabuk ve doğru söylediğini farketti. Özellikle de parantez içinde  Türkçe okunuşları yazılı Çince isimleri kolay çıkarmıştı. Zıp zıp zıpladı sevincinden.

Başka bir kitaba geçti. Balkonda okumanın işe daha ciddi bir boyut kattığını sezmişti. Sesini daha da yükseltti. Komşulardan, sokaktan uzanan meraklı başlara aldırış ettiği yoktu.

Ertesi gün yine balkondaydı, yine kimselere aldırış etmiyordu. Bazı meraklılar dayanamayıp annesine sordular:

Nedir bu çocuğun hali?

Hali yerinde, merak etmeyin. Katlandığınıza değecek, kekeçliği ile başa çıkmaya çalışıyor.

O günden sonra kimse merak etmedi. Çevreden gelenlerse anında bilgilendiriliyordu. Metin, bu gizli anlaşmadan habersiz, işine devam etti.

Üçüncü ayın sonunda, takıldığı sözcükleri, kendini daha az hırpalayarak tamamlayabiliyordu. Bir gün sofrada “ge...gelecek yazın sonunda ta...ta...tamamdır bu iş” dedi. Annesi başını okşadı.

Yeni ders yılına başlarken öğretmen değişikliği var mıydı acaba? İlk derste önlerine konan programı aceleyle gözden geçirdi. Tarihçi değişmiş; üzüldü. Yeni bir dersin, fiziğin, hocası da yeniydi doğal olarak. Gözünü bu iki yeni isimden ayırmadı uzun bir süre. Neyse ki, birkaç gün içinde, korktuğu kadar sabırsız olmadıklarını anladı onların.

Derslerden, ödevlerden kalan zamanını kitaplarıyla geçiriyordu yine. Aynı kitabı üç defa seslendirdiği olmuştu. Olsun. Zaman akıp gidiyordu. İşte yine sene sonu. Çocukların ellerinde karne evlere dağılıyorlar. Metin, elindekiyle ilgili değil. Köyevini düşünüyor o. Sınıf geçmek gibi olağan işlerde çekici bir yan bulamıyor artık. İki yıldır gösterdiği olağanüstü çabanın bu yaz sonunda nasıl sonuç vereceği ile meşgul. Sevineceğini düşünüyor hep. Sevinmek istiyor.

Eve gelip paketlediği kitapları arabaya yerleştirirken tekrarlayıp duruyordu içinden: “Haydi oğlum, geçebileceğin en önemli sınıfı geçmiş olarak dön buraya. Herkesi şaşırt.”

Gerçekten de şaşırttı herkesi. Ayten hariç. O baştan söylemişti olacağı. Okulun bu ilk gününün ilk dersine girecek olan öğretmenden beş-on dakikalık izin istemeyi planlamıştı Metin. Başarısını arkadaşlarıyla paylaşmak için.

Sınıfın kapısında beklerken bir ara Ayten’e dönüp “sen de gel” işareti yaptı. Artık kız yardımından utanmadığı belli oluyordu. Ayten hemen geldi yanına.

Meramlarını öylesine sevimli açıkladılar ki öğretmen hiç düşünmeden “tamam” dedi.

Ayten yerine geçti, Metin sınıfın karşısına. Heyecanlıydı. Ne de olsa tekleme kaygısını tamamen atamamıştı üzerinden.

En fazla tekrarladığı “Küçük Prens”ten seçip yazdıklarını cebinden çıkardı, kâğıdın katlarını açıp okumaya başladı:

“Yıldızlar görünmeyen bir çiçek yüzünden güzel... “Elbette” dedim ve konuşmadan ay ışığı altındaki büklüm büklüm kumlara baktım.

Çöl güzel, diye ekledi Küçük Prens. Doğruydu. Ben çölü hep sevmişimdir. Hiçbir şey görmez hiçbir şey duymazsınız. Yine de sessizlik içinde birşey ışıldar...

Çölü güzelleştiren şey, dedi Küçük Prens, burada bir yerde bir kuyunun saklı oluşudur... Kumdaki bu gizemli ışıltıyı ansızın kavramak beni şaşırtmıştı.”

Son cümlede takılacağını sandı bir ara, ama hiç duraklamadan bitirdi. Aceleyle, öbür cebinden bir kâğıt daha çıkardı, bu defa kendi yazdıklarını yine aceleyle okumaya başladı: “Onların çölde kuyu ararken konuştukları içimdeki kıpırtıları çoğalttı. Düzgün konuşacağım günlerin pek de uzakta olmadığını farkettim.”

Gerisini kâğıda bakmadan bitirdi:

Bugün ben de sizi şaşırtmayı başardıysam, içimdeki saklı ışığı iki yıl önce, Ayten’in görmesi sayesindedir.

Avucunda bumburuş yaptığı kâğıdı cebine attı, başı öne eğik koşarak yerine oturdu. Yaptığının azıcık yapmacık yanının olup olmadığını düşünüyordu.

Kulağında alkış sesleri, çok hızlı konuştuğunu da düşünüyordu, biraz sıkıntılı. Nedenini bulsa rahatlayacaktı.

Neden bu kadar hızlı? Mini töreni (arkadaşları buna Metin Töreni diyorlardı) izleyen günlerde epey kafa yordu bunun için. Cevabını, bir sınav sırasında keşfetti aniden: Kekelemeye fırsat vermemek için. Rahatladı.

Zaman içinde hızlı konuşmayı o kadar benimsedi ki, iş hayatına atıldığında ağır konuşanlardan sıkıldığını farketti. Hem ağır hem dolaylı konuşanlara da kızdığını.

Daha sonraları, kendi işinin patronu oluşunda bu etmenin payını irdeleyecekti.

*Chung-ni:Konfüçyüs’ün adı

 


  
  Perihan Taylan