“Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri 2007”
Birincilik, ikincilik ve üçüncülükle
ödüllendirilen öykülerin tümünü,
Ağustos - Eylül dergimizde yayımlıyoruz.
Daracık,
zeminden bir basamak aşağıda, eski bir kapıdan içeriye doğru kafamı uzattım,
—
Merhaba...
Karşımda
ellili yaşlarda, saçları beyaza dönmemek için direnen, oldukça yakışıklı bir
adam oturuyordu. Elinde taban köselesi bir hayli yıpranmış bir ayakkabıyı
tutuyor ve ayakkabının tabanına falçatayla bir şeyler çiziktiriyordu.
—
Merhaba, diye yanıtladı selamımı, yüzüme bakmadan.
Bu
soğuk selama karşın, içeriye adım attığımda, bir kunduracı dükkânında duymayı
hiç ummadığım bir müziğin ezgileri karşıladı beni.
Mozart'ın
“Saraydan Kız Kaçırma” Operası'nın ilk notaları, o küçücük mekânın ayakkabı
kaplı duvarlarına vuruyor ve oradan bali kokusuyla harmanlanıp, geri dönüyordu.
İstanbul'un,
henüz yozlaşmaya fırsat bulamamış Kuzguncuk semtindeydim.
Levent,
Etiler, Nişantaşı, Maslak ilk kurşunlarla heder olmuş; Beyoğlu, Arnavutköy,
Ortaköy ise hâlâ direniyordu. Yakında o kaleler de düşecekti.
Karaköy,
geçmişte Karimler'indi. (Onların iddiasına göre).
Beyazıt,
Eminönü, Sultanahmet, Fatih, Osmanlı'nın bizlere en büyük mirasıydı. Oralarda
da zaten Osmanlı hüküm sürüyordu.
Boğaz’da
en son “Bebek” vuruldu.
Eskilerin
İstanbul'u tel tel dökülüyordu..
Oysa
İstanbul'un Anadolu yakası, birçok semtiyle mazbut bir delikanlı, utangaç bir
genç kız gibiydi.
Bu
mazbut delikanlıya, yanakları al al olmuş utangaç genç kıza en iyi örneklerden
birisi, Kuzguncuk'tu.
“Can
boğazdan gelir derler,
Oysa bu
Can boğazdan gidiyor” dizelerinin şairi Can Yücel, ‘Mekânı Datça’ olmadan önce
Kuzguncuk'ta yaşıyordu.
Pek çok
sanatçının, müzisyenin yaşadığı Kuzguncuk, her üç dinin mabedini de bir arada
bulunduran ender semtlerimizdendi.
Karın
İstanbul'u beyaza kestiği bir günde, Kuzguncuk'ta fotoğraf çekmek için yola
çıkmıştım. Daha deklanşöre birkaç kez basmıştım ki, ayakkabımın kauçuk
tabanının, birkaç adım önce beni terk ettiğini fark ettim.
İşte
kundura tamircisinin kapısından girişim o nedenle.
İçeride
Mozart'ın notaları, kundura tamircisinin tezgâhının önündeki alçak hasır
tabureye oturup, sohbet etmek için bir bahane yaratmaya çalışıyordum. Doğrusu
kundura ustasının, bana bu konuda yardım etmek gibi bir niyetinin olmadığı da,
çok açıktı. “Kar yağınca İstanbul'un trafiği de rezalet oluyor” türünden
basmakalıp bir cümle kursam, sohbet fırsatını daha ilk dakikada yitireceğim
belliydi.
Ayakkabımı
çıkartıp, çoraplı ve hafif ıslak ayağımı diğerinin üzerine basıp; bir elimde
ayakkabı, diğerinde kauçuk taban, önüne doğru uzattım,
“Kaça
olur?”
“Ne
verebiliyorsan ona olur.”
Bana
pazarlık şansını bırakmadığı gibi, sohbet kapısını da kapatıyordu. Ama ben
kararlıydım.
“Herhalde
yıllardır, bir kundura ustasının, neden Mozart dinlediği sorusuna çok muhatap
olmuşsunuzdur. Anlata anlata bıkmış olmalısınız ama,”
Daha
cümlemi bitirmeden usta, başını hafifçe kaldırıp, gözlüklerinin üzerinden şöyle
bir baktı,
“Haklısın,
burası Mozart'ın doğduğu kent Salzburg. Doğal olarak bu opera parçasının
Mozart'a ait olduğunu da bilmeyen yok.”
Yüzüne
yayılan gülümseme ve beni “ti”ye alan sesinin tınısı, sohbet ateşinin ilk
kıvılcımlan oldu.
Haklıydı.
Bırakın Mozart'ı, sokağa çıkıp İstanbul doğumlu ünlü bestekâr Dede Efendi'nin
kim olduğunu sorsam; yüz İstanbulludan doksanı, “Acaba hangi tarikattan?” diye
düşünmeye başlardı.
“Ben
Mozart'ı tanıyorum. Bu eserin de, Saraydan Kız Kaçırma Operası olduğunu
biliyorum. Ama yine de, sözlerimi bağışlayın, bir kunduracı dükkânında
Mozart'la karşılaşmayı hiç beklemiyordum.”
Elindeki
ayakkabıyı ve falçatayı bir kenara bırakıp, bu kez gözlerimin içine doğru
baktı. Samimiyetimi ölçmeye çalışıyordu. Görmek istediğini görmüş olacak ki,
“Aslında
hepimiz, akıp giden bir nehrin üzerindeki kuru yapraklar gibiyiz.. Nereye
gittiğimizi bilmiyoruz... Daha doğrusu o nehir, denize mi dökülecek, göle mi;
yoksa bir bataklıkta mı son bulacak, haberimiz yok.
Ben,
oldukça varsıl bir ailenin, üç çocuğundan en büyüğüydüm. O zamanlar Kuzguncuk'ta
bir yalımız vardı. Ortaokulu bir Fransız mektebinde okudum. Çocukluk
yıllarımdan itibaren, müziğe çok düşkündüm. Evde pek çok klasik müzik plağı
vardı. Annemle babam, akşamları yemekle gramofona klasik bir plak koyar, (artık
Mozart mı olur, Vivaldi ya da Brahms mı), birer kadeh şarap içer ve hemen tüm
operaları, birlikte söylerlerdi. Her ikisi de Fransa'da okumuş, bir rastlantı
sonucu tanışmış, Türkiye'ye döndüklerinde evlenmişlerdi.
Geceleri
yatağa girdiğimde, o müzikler beynimin içerisinde bir kez daha çalar ve ben
onların büyülü etkisiyle, çok keyifli uykulara dalardım. On yaşıma geldiğimde,
ailem müziğe olan yatkınlığımı anlayıp bana bir piyano hocası tutmuşlardı.
Gerçekten de büyük bir hızla ve tabi büyük bir hazla, piyano çalmaya başladım.”
O ana
değin öne doğru hafifçe eğik başını kaldırıp, yüzüme bir kez daha baktı.
İlgimin devam edip etmediğini gözlemlemek istiyordu sanırım. Oysa ben,
Mozart'ın ezgileri, sıcağın rehaveti ve ortamın büyüsüyle kendimden geçmiş,
şaşkın ama meraklı gözlerle ona doğru bakmaya devam ediyordum.
İlgimi
yeterli bulmuş olacak ki, sözlerini sürdürdü:
“Ortaokulu
bitirdiğim yıl, konservatuara girdim. Üç yıllık eğitimin sonunda, ailelerimizin
de katıldığı bir gecede Mozart'ın, ‘Küçük Bir Gece Müziği’ni çaldım. Ayakta
alkışlandım.
Özellikle
o geceden hatırladığım ve hâlâ unutamadığım an, annemin gözlerinden dökülen
yaşlar oldu.
O
gecenin, son mutlu gecemiz olduğunu ise ne yazık ki bilmiyordum.”
Başını
bir kez daha kaldırıp, gözlerime baktı. Bu kez gözlerinde soru yerine iki damla
gözyaşı vardı. Dışarıda hava, kış günlerinin ve yoğun karın etkisiyle iyice
kararmaya yüz tutmuştu. Sokak lambalan yanmış, ancak dükkânın içerisine
yalnızca hafif bir kızıllık yayılmıştı.
“Ertesi
sabaha, babamın ölümüyle uyandık. Ani bir kalp krizi, onu uykusunda
yakalamıştı. Ben ve iki kız kardeşim daha bu şoku üzerimizden atamadan, yirmi
yedi gün sonra annemizi yitirdik. Sevgili can yoldaşının ölümünü bir türlü
kabullenememişti. Babamın ölümünden bir hafta sonra, beni odasına çağırmış ve
‘Oğlum, ben babanın olmadığı bir dünyada yaşayamam. İnan ol, kırkını bile
görebileceğimi sanmıyorum. Sen artık büyüdün, kocaman adam oldun, kız
kardeşlerin sana emanet’ dediğinde, ne ağladım, ne de üzüldüm. Zaten bir
süredir, ikisinden birisi öldüğünde, diğerinin onun peşinden gideceğine
emindim. Çünkü onların arasındaki sevgiyi, arkadaşlığı ve birbirlerine olan
inançlarını, hiç kimsede görmemiştim.
Bir
ay içerisinde kimsesiz kalıvermiştik. Sonra alacaklılar çıktı ortaya. Çekler,
senetler, verilen sözler derken, ne yalı kaldı ortada ne de babamın şirketi.
Düşünsene ben 19 yaşındayım, kız kardeşlerimin biri on dört, diğer on bir
yaşında. İpekten bir koza içerisinde geçen hayatımız, bir anda alt üst oldu.
Elimizde, yalnızca iki oda, bir sofa alabilecek kadar para kaldı. Yalıdan
kurtarabildiğimiz üç-beş eşya ile Kuzguncuk'ta bir ev alıp yerleştik. Cebimizde
ekmek alacak para yok. Bu dükkânın ilk sahibi, uzak bir akrabamızdı. Bize
yardımcı olmasını istedim. Biraz gaddar adamdı, ‘çalışmayana ekmek yok’ dedi.
Ben de konservatuarı, piyano aşkını bir kenara bırakıp, onun yanında çıraklığa
başladım.”
Öylesine
sakin bir sesle ve öylesine duygu yüklü anlatıyordu ki, ben çoktan Kuzguncuğun
kırk yıl öncesine dönmüş; ahşap yalıları, yalıların önündeki kayıkhaneleri,
gönlümün beyaz perdesinde, eski bir Yeşilçam filmine dönüştürmüştüm bile.
Karşımda
Ediz Hun oturuyordu, ‘esas oğlan’ rolünde. Favorileri beyaz patla hafif
kırlaştırılmış, yüzüne biraz acemice de olsa siyah kırışıklıklar ilave
edilmişti. Rahmetli babası Hulusi Kentmen, annesi de Güzin Özipek. Kız
kardeşlerinden büyük olanı Nebahat Çehre, küçük olanı ise elbette Zeynep
Değirmencioğlu'ydu. Gaddar uzak akrabayı Ahmet Tank Tekçe'ye oynatacaktım ama
bu rolü Kenan Pars daha iyi yapabileceğini söyledi. Ahmet Tank Tekçe'nin, bu
rolde biraz taşralı kalacağını da ima etmeden geçmedi. Hani, haksız da değildi.
“Burada
mısın evlat?”
Film
birden kopuverdi.
Kunduracı
ustası, deri önlüğünü çıkarmış, günlük giysileri ile karşımda duruyordu.
“Ayakkabın
hazır ama bu gece bu ayakkabılar seni hiçbir yere götürmez.”
Hafif
dalgın, biraz mahcup, en çok da soran gözlerle bakmış olmalıyım ki Usta hafif
bir tebessümle, sözlerini sürdürdü:
“Biz
burada muhabbeti derinleştirirken, dışarıda kar diz boyunu geçti. Sokaklardan
bir tek araba geçmiyor. Sahi senin evin nerede?”
Tek
ayağını karnına çekmiş leylek misali fırladım, “Menekşe'de”.
“İstanbul'da
yani? Hem de banliyönün son durağında? Sen bu gece evine biraz zor gidersin!”
Yeşilçam'ın
beyaz perdesi bir anda başıma yıkıldı. Karşımda beyaz perde değil, beyaz bir
duvar vardı. Dükkânın camları, sokaklar, sokak lambaları, banklar, yarım
metreye yakın karla kaplanmıştı. Gerçekten de eve dönmem, ‘Dünyayı Kurtaran
Cüneyt Arkın'ın’ durumundan daha zor görünüyordu. İçine düştüğüm bu duruma en
çok Kenan Pars güldü. Ondan da bu beklenirdi zaten.
“Yok
ben bir yolunu bulurum” diye birkaç sözcük gevelemeye çalıştım ama Kenan
Pars'ın gülümsemesi kahkahalara dönünce, saçmaladığımı anladım. Ustanın
elindeki kauçuk tabanlı ayakkabımı alıp, sol ayağıma giydim. Gerçekten de
çaresiz bir görüntü sergiliyordum.
Usta,
elini hafifçe omzuma vurdu, “Anlaşılan bu gece, bizim fakirhaneyi
şereflendireceksin. Hanıma sabahtan hamsi almasını söylemiştim. Tavasını çok
iyi yapar. Kavrulmuş mısır ununa bulamayı da ihmal etmez. Hem ne zaman hamsi
yapsa, yanına bir ufak rakı da alır. Hanım bu rakı nereden çıktı desem, ‘Hamsinin
yanında rakı olmazsa, gâvur gider’ der. Hadi bakalım yola koyulalım.”
“Ustacığım,
yola koyulalım dediğine göre, senin ev de pek yakın değil galiba?” Yüzünde
müstehzi bir ifadeyle sorumu yanıtladı,
“En
azından senin ki kadar uzak değil!”
İstanbul
kara, ben Usta'ya teslim.
Kapıdan
çıktık. Usta, dükkânın kapısını kilitledi, kepenklerini örttü. Gençlik var
serde, yürür giderim eve ama hamsi tava, yanında iki duble rakı da, bu soğuk
karlı gecede, ne güzel olur. Hele gürül gürül yanan bir odun sobası varsa.
Kapıdan
dışarıya çıktığım gibi, sanki Kuzguncuk hamsi tava kokuyor.
“Ustacım,
hamsi tavayı öyle güzel anlattın ki, daha sizin eve varmadan kokusu burnuma
geldi. Hayallerin görüntüsü olur ama kokusu olmaz. Eviniz çok uzakta değildir
umarım?”
Adını
henüz bilmediğim kundura ustası, bu kez babacan bir ifadeyle sağ omzumu tuttu.
Başını yukarıya doğru kaldırdı, gülümsemesi tüm yüzüne yayılmıştı,
“Yok
yahu, latife ettim. Ev, hemen dükkânın üst katı. On beş basamak yukarıda
hamsiler bizi bekliyor.”
O on
beş basamağı çok zor çıktım. Öyle ya evin kadını yemeğe bir konuk geleceğinden
habersizdi. Ya huysuzluk ederse ya da benim yanımda adamcağıza ters bir laf
ederse.
Birkaç
basamakta bir dönüp gitmeye karar verdim. Ama her seferinde dışarıda tipiye
dönen hava, kaçışımı engelledi. Sonunda günün ilk ışıkları ile evden kaçmayı
planlayıp, kaderime razı bir biçimde, usta ile birlikte, evininin kapısının
önünde durdum. Usta zili çaldı, herhalde 15 saniye bile geçmeden kapı
açılmıştır ama benim yüreğim ağzımda. Bir kez daha kapıyı çalsak ve evde kimse
olmasa, ben de dönüp gitsem. Dışarıda başıma ne gelirse razıyım.
Ama
olmadı, kapı ardına kadar açıldı. Karşımda Hale Soygazi, sarı saçları ve yüzünün
tertemiz aydınlığıyla duruyor. Belki boyu ondan biraz kısa ve biraz da kilolusu
ama en az onun kadar güzel gülüyor.
“Buyurun
buyurun, galiba bir tanrı misafirimiz var, hoş geldiniz. Bu karda soğukta,
insanın evine bir konuk gelmesi ne güzel. Lütfen buyurun.”
Bir
anda yüreğim, dışarının tüm soğuğuna karşın ısınıverdi. Hale Soygazi'yi hep
sevmiştim ama beni bu denli içten karşılayacağını hiç bilmiyordum. Gayet sade
mobilyalarla döşenmiş, küçücük bir evdi burası. Tahta bir masa duruyordu
misafir odasında. Üzerinde neredeyse horon tepmeye hazır taptaze, dipdiri
hamsiler ve Usta'nın söylediği gibi küçük bir rakı. Çıtır çıtır yanan,
içerisindeki odunun harlı ateşiyle, kızıla çalan bir soba, rokası bol yeşil bir
salata. Ayrıca masanın üzerinde iki tabak, birer sultani kadeh, yanında da su
bardakları vardı. Belli ki karşılıklı birer kadeh parlatacaklardı.
Hale
Soygazi Hanım,
“Delikanlının
paltosunu alır mısın lütfen,” diye kocasına seslendi ve sofadan rüzgâr gibi
kayboldu. Montumu Çıkartıp, duvarda askı niyetine kullanılan çiviye astım.
Odaya girdiğimizde Hale Hanım, iki arada bir derede sofraya bir tabak daha
eklemiş, rakı kadehlerini de unutmamıştı.
Böylesine
büyük bir hüsnü kabulü, bu denli sıcak bir sofrayı, yaşamım boyunca çok az
gördüm. Balık bittikçe, odun sobasının üzerindeki tavaya hamsiler
diziliveriyor, Hale Soygazi Hanım'ın marifetiyle hamsiler iki çevriliyor,
sofranın üzeri yeni hamsilerle doluyordu. Balığın dışında yeşil salata, yanında
da annemden başka hiç kimsenin bilmediğini sandığım salçalı soğan salatası.(*)
Bu
güzel sofra, birkaç kadeh rakı ve birlikte söylenen eski şarkılar. En çok da
Vecdi Bingöl'ün sözlerini yazdığı, Sadettin Kaynak'ın bestelediği şarkı:
“Enginde
yavaş yavaş günün minesi soldu.
Derdim
bana arkadaş, bu gün de akşam oldu.
Gölgeler
indi suya, kuşlar vardı uykuya.
Gurbeti
duya duya, bugün de akşam oldu.
Su uyur
fısıldaşır, iner ylire ulaşır.
Yolcu
yolda yaraşır, bugün de akşam oldu"
(*)
Çocukluğumuzda balık soğanı diye adlandırdığımız kırmızı soğan, ince ince
kıyılır. Sonra tuzla ovulup, sudan geçirilir. Bir yemek kaşığı kadar salçayla
karıştırılıp, tabağa konur. Biraz zeytinyağı, biraz limon ve tabi tuz da
eklenir. Üzeri ince kıyılmış maydanozla tamamen örtülür. Çok iyi bir balık
mezesidir.
“Keşke
hiç bitmese” denilen akşamlardan birisi. Hem de bir yanımda Ediz Hun, bir
yanımda Hale Soygazi. Kaç kişiye nasip olmuştur ki böyle bir gece.
Usta'nın,
“Hadi bakalım yatma vakti” sözüyle toparlandım. İyi geceler dileyip,
bana ayrılan küçük odaya girdim. Tertemiz bir yer yatağı, eskilerin ‘Allah bir
yastıkta kocatsın’ dileklerinin biricik simgesi upuzun bir yastık. Pencerenin
hemen dışındaki sokak lambasının, kırmızıya dönüştürdüğü lapa lapa kar. Uykuya
teslim olmadan önce, son gördüklerim bunlar oldu.
“Allahu
Ekber” sözleriyle birden irkilip yataktan fırladım. Hoca sanki odanın içinde
ezan okuyor. Hafif alacalanmış güne, pencereden baktığımda, cami duvarı ile
evin bitişik olduğunu fark ettim. Hoca “La İlahe...” dediğinde çoktan
ayaktaydım. Dışarıda kar durmuş, sokaklar dokunulmamış bir beyazlıkla
örtülüydü. Ev sahipleri anlaşılan yıllardır duydukları bir sese öylesine
alışmışlardı ki, mışıl mışıl uyumaya devam ediyorlardı. Çantamdaki bloknottan
kopardığım bir kâğıda, “Her şey için çok teşekkür ederim. Sizleri hiçbir zaman
unutmayacağım” yazıp, masanın üzerine bıraktım. Çiviye takılı mantomu alıp,
sessizce evden ayrıldım. Bu insanları daha fazla rahatsız etmek istemiyordum.
Sokağa
çıktığımda, sağa sola koşuşturan ve sürekli havlayan köpeklerden başka hiç
canlı yoktu. Sahil yolundan Boğaziçi Köprüsü'ne doğru yürümeye başladım.
İçimdeki coşku ve bu insanların sevecenlikleri, hem yüreğimi hem de bedenimi
ısıtıyordu. Güneş yavaş yavaş yükselirken, günün ilk seferini yapmakta olan bir
belediye otobüsüne binip, evime gittim.
Aradan
bir yıla yakın bir süre geçti. Doğrusu o insancıkları ne aramış ne de
sormuştum. Bahanem de herkesinki ile aynıydı, “Yahu ne yapacaksın; kaçmaktan,
kovalamaya vakit bulamıyoruz.”
Ta ki
Kuzguncuklu bir arkadaş, benim kundura ustasının eşini yitirdiğini söylediği
ana kadar. Cenazenin o gün öğlen namazından sonra, Kuzguncuk Camii'nden
kaldırılacağını da ilave etti. O camiyi çok iyi anımsıyordum. Usta'nın evinin
bitişiğindeki cami. Hemen bir taksiye atlayıp, Kuzguncuğa geldim. Caminin
avlusundaki az sayıda insanın arasında ustayı hemen fark ettim. Yanına gidip,
utana sıkıla merhaba dedim. Yakın bir dostunu görmüş gibi sevindi. Yüzü
bembeyazdı, ayakta durmakta zorluk çektiği belliydi. “Ne güzel bir geceydi
değil mi? Sabah, hiç habersiz gittin diye sana çok kızmıştı. İnsan, sabahın
köründe, kahvaltı bile etmeden öyle çeker gider mi? diye söylendi. Sanki ben
kabahatliymişim gibi.”
Kısa
bir nefes arası verdi, yüzüne baktım. Gözbebeklerinin yerinde sanki cam
kırıkları vardı.
“Onsuz
yaşayamayacağımı biliyorsun değil mi?”
Yine
kısa bir sessizlik oldu. Aslında soru sormuyordu. Bundan sonra olabileceklerin
yanıtını veriyordu. Bu bir soru değil, hüzünlü bir vedâydı.
On beş
gün sonra, bir gece yarısı, Usta'nın ölüm haberini aldım. Cenazesi aynı camiden
kaldırılacaktı.
O camiye
bir kez daha gitmeye, yüreğim elvermeyecekti.
Oturduğum
koltuktan kalktım, müzik setine Mozart'ın ‘Saraydan Kız Kaçırma’ operasını
koydum, sesi de sonuna kadar açtım.
Böylece
ağladığım duyulmayacaktı.
Göz
yaşlarımı görecek hiç kimsem de yoktu zaten.
Yalın Ses Yayınları
Mart 2007
Öykü
ISBN 975-9944-305-10-5
*Sayfa sunum fotoğrafı: Ara Güler