Önümde,
değişik dönemlerde, başka başka yayınevlerince çıkarılmış Enver Gökçe’nin yapıtları:
“Dost
Dost İlle Kavga ve Rubailer , Panzerler Üstümüze Kalkar, Eğin Türküleri, Yaşamı
ve Bütün Şiirleri (Belge Yayınlar, 7. Baskı, Bütün Şiirleri, Yayımlanmamış
Şiirleriyle (Dost Dost İlle Kavga, Panzerler Üstümüze Kalkar ve Dergilerde
Kalanlar, Toplumsal Dönüşüm Yayınları 1. Bası Ekim 1997), Dergi ve gazetelerde,
kendisiyle ilgili çıkan yazılar, Enver Gökçe Bütün Şiirleriyle (Evrensel Basın
Yayın, 2001)...
Günlerdir
bunları okuyup duruyorum. Ve günümüz şiirini, toplumsal değişimdeki çürümeyi,
değer yitimlerini, insanın kendine, kültürüne, diline, yurduna, öz değerlerine
yabancılaşmasını düşünüyorum. Enver Gökçe’yi
ve yaşadığı dönemde vermiş olduğu onurlu, ödünsüz
savaşımını da. Ve tabi ki,
kendi içinde sessizliğini korurken, kişisel çekişmelerden
uzak durmasındaki
Anadolu insanına özgü ağırbaşlılıkla
hoşgörüyü, alçakgönüllülükle
bilgeliği bir
arada yaşayan insana özgü o anıtsal duruşu korumasını da
düşünmekteyim…
Neler
yazabilirim diye düşünürken, kendisini hiç tanımamış olmamın üzüntüsünü ve
bende yarattığı eksikliği, bir kez daha görüp yaşadım. İlkini, Erzincanlı Şair ve Yazarlar üstüne bir
araştırma yapmak için gittiğim Erzincan’da,
Enver Gökçe’nin köyüne, evine
varışımda, gördüğüm içler acısı tabloyla karşılaştığımda yaşamıştım. Çok değerli yazarımız Sivas Yakımı’nda kaybettiğimiz Asım
Ağabey’in, böyle bir çalışma içinde olduğunu, yine Gökçe’nin ve benim hemşerim, dostluğunu ve ilgisini benden
esirgemeyen, hatta bu çalışmayı devam ettirmem konusunda beni yüreklendiren
değerli şair Müslim Çelik ağabeyimden
öğrendim. O güne ilişkin izlenimlerimi buraya alıp yinelemek
istemiyorum. İlgilenenler, 21 Kasım 1999 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan,
19. Ölüm Yıldönümü için yazdığım yazıdan öğrenebilirler.
İnsanın,
yaşamı boyunca bilgilerinin yüzde seksenini görsel yollardan edindiğini
öğreniyoruz bilimsel araştırmalardan. Geri kalan yüzde yirmilik dilim ise,
insanın diğer etkinliklerinden kazandığını da yine bu araştırmalardan
biliyoruz. Bir insanın yine, kişiliğinin yüzde sekseni, “0-6” yaş döneminde tamamlanır.
Geri kalanını ise yaşadığı dönemde edinir. Bu bilimsel verileri de düşünerek,
diyebiliriz ki, bugünün konuşulan ozanı Enver
Gökçe’yi, doğduğu ve kişilik temellerinin atıldığı köyünde geçen dokuz
yıllık dönemde, yaşayıp gördükleri belirlemiştir. Sonradan edindiklerini ise,
bu kişiliğin üzerine koymuştur. Kendisi de bir şiirinde şöyle sesleniyor:
“Ben,
bizden olan bütün insanların dostu;
Adı,
haritalarda bile bulunmayan
Bir
köyündenim Anadolu’nun.
Güzel
şeylere hasrettir memleketim,
Güzel
şeylere hasret bu dünya…”
Destansı
bir havası, türkü tadında bir seslenişi var ve yaşadığı yöreyle birlikte bütün
Anadolu ezgilerinin titreşimleri duyulur bu şiirinde. Bütün bunlardan nasıl
beslendiğinin, yaşadığı ve söyledikleriyle, hem yerel anlamda, hem de ulusal anlamıyla
elde ettiği değerleri nasıl bir ustalıkla örtüştürdüğünün tipik bir örneğidir
bu şiir. Öte yandan da, “Güzel şeylere hasrettir memleketim”
derken, kendi yerelliğine saplanıp kalmadan, evrenselin peşine düşer, “Güzel
şeylere hasret bu dünya” diyerek. Bu sesleniş aslında, evrensel anlamda
bütün insanlık acılarının da dile getirilişidir. İnsanlığın ortak evrensel
değerlerini, çok önceden, türkülerde, masallarda, ağıtlarda, ezgilerde,
manilerde bulmuş, Türk Halk şiirinin de türküye yatkın dilini kendi şiir diline
aktarırken, yeni bir ses ve yeni bir yoruma dönüştürüp bize sunmuştur.
Enver Gökçe, ilk şiirlerini 1945-50
yıllarında “Ant, Gün, Söz, Meydan”
gibi dergilerde yayımladı. Ne yazık ki siyasal baskıların git gide ağırlaştığı
bu dönemde, adı geçen dergilerin hepsi de ardı ardına kapatılmıştır. O dönemi,
üniversite öğrencisi olarak yaşayanlardan, değerli yazar ve nesnel/bilimsel
eleştirinin öncüsü Asım Bezirci şöyle
anlatıyor, Çınar Yayınları’ndan çıkan
“Temele
Gül Dikenler” adlı kitabında yer alan Enver Gökçe yazısında:
“…1945-50 döneminde üniversite öğrencisiydim. Ancak
birkaç şiirini okuyabilmiştim. Çünkü yazdığı dergiler ardı ardına kapatılmıştı.
Şiirlerini bulup okumak başlı başına bir sorundu. Onları yıllarca sonra
okuduğum zaman eni konu çarpıldım, büyülendim. (…) Gerçi, Gökçe’nin şiirleri
yayımlanalı yıllar olmuştu. Ama yeniden okuyunca sanki bugün yazılmışlar gibi
geldi bana. Gerek kendi bireysel yaşantımın, gerekse çevremde gördüklerimin
Gökçe’nin şiirlerinde yankısını buluyordum. Demek ki şiirler eskimemişti. Hala
canlı, dipdiriydi. 1967’den sonra on yıl geçti. Yine Enver Gökçe’nin şiirlerini
okuduğumda aynı canlılığı buluyorum onlarda. Bunun belli başlı nedenleri
sanıyorum şunlar (özetleyerek alıyorum, A. E. A.):
1. Gökçe geçicideki sürekliyi, günceldeki yaşayanı
bulup şiirine koyabilmiştir. Başka türlü söylersek, topluma, yaşadığı ülkenin
gerçeklerine geleceğin gözüyle bakmıştır. Devrimci bir görüşle bakmıştır.
Toplumda, çevresinde olup bitenlerin en özlü olanını, en temel olanını yakalayıp
şiirine koymuştur…”
1923
Aydınlanma Devrimi’nin, Orhan Burian’ın demesiyle “Türk Rönesans”ının, yarattığı çağdaş, laik ve demokratik toplumu
yaratma düşüncesi, bilimsel görüşe yaslanan anlayışı, Türkiye’de temele
inmediği, toplumsal değişimlerin önünün kesilerek, salt biçimsellikte
bıraktırılması, özü değiştirip dönüştürmeye yönelik her tür gelişmeyi daha
kaynağındayken kurutması, yıllardır sözü edilen gerçeklerde çok önemli
değişmeler yaratmadığından, Enver Gökçe’nin şiirleri hala yaşamaktadır bizce.
“Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!
Dünü bugüne,
Bugünü yarına bağlayın!”
derken Nazım Hikmet,
sanki Enver Gökçe’nin “dünü bugüne, bugünü yarına bağlayacak olan
devrimci bir perspektivde, devrimci görüşte kaleme aldığı(A. B.)” şiirinden
söz eder gibi.
Ne dersiniz?
“2. (…) Enver Gökçe, ulusalla evrenseli
birleştirmesini bilmiştir… Gökçe bu savaş yüzünden (İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’dır) hem insanlığın uğradığı
yıkımları, hem de kendi ülkesinin, halkının çektiği sıkıntıları dile getirdi.
İkinci Dünya Savaşı demokrasilerin, halk demokrasilerinin de faşizme,
emperyalizme karşı savaşıydı. Gökçe’de şiirleriyle bu savaşta yerini aldı.
Yurdunda emperyalizmin, faşizmin yardakçılığını yapan, barış, demokrasi düşmanı
birtakım kara güçler vardı. Gökçe bu kara güçlerle de savaştı. Başka bir
deyişle, evrenselle ulusalı bir arada görmenin, kaynaştırmanın yolunu buldu…”
Gökçe’nin
ANT dergisinde 1945 yılında yayımlanan “İLK ADIM” başlıklı şiiri bunun en iyi
örneğidir. Buraya alıyorum bir bölümünü:
(…)
Şimdi,
göz aydın etme zamanıdır.
Yeni bir
dünya doğuyor.
Şorul
şorul giden kan pahası.
Müjdeler,
müjdeler olsun
Yeni bir
dünya doğuyor
Zincir
seslerinden
Verem
basillerinden uzak…
Büyük
ölülerin bağrına basıp
Yaralı
insanlarımız
Kahramanlarımız
konuşuyor:
“Benim
olsun, senin olsun, bizim olsun,
Hani
kardeşlerimiz vardır ya
Bu
dünyada
-Kız
kardeşlerimiz, annelerimiz, şairlerimiz-
Dumdum
kurşunuyla vursalar da
Her
zaman böyle dövüşeceğiz:
Gırtlak
gırtlağa, diş dişe, tank tanka
Demokrasi
için,
Eşitlik
ve hürriyet uğruna”
Bir mermi
de benden aslanım
Bir
mermi de benden
Bir
mermi de benden
Zafer
topları, mübarek namlular!”
Destansı
bir havası olan bu şiir, yüreği insan sevgisiyle dolup taşan, yaşama, tutkuyla
bağlı olan Enver Gökçe, yurdunda,
emperyalizme ve faşizme karşı bu savaşın bir eri olarak kalemiyle savaşmıştır.
Emperyalizmin yayılmacı ve sömürgeci anlayışına karşı, barış, demokrasi,
özgürlük, kardeşlik ve emeğin yanında yer almış bir halk ozanıdır Gökçe.
“3. (…) Yıllarca köyünden uzakta, kentlerde
yaşamasına, yabancı dil öğrenmesine, seçkin bir aydın olmasına karşın bir
köylü, bir Anadolu, bir halk çocuğu olduğunu hiç unutmamıştır. Halk gibi türlü
sıkıntılar çekmiş, halk gibi yaşamış, halktan biri olmuştur… Gökçe’nin şiirini
okuyanlar Çit köyünün geçeklerini, sesini, duyarlığını, renklerini görmekle
kalmazlar, onun Anadolu’nun, Türkiye’nin bir parçası olduğunu görürler. Gökçe
bu yerel gerçekliğe, ulusal bir gerçeğin parçası olarak bakmasını bilmiştir.
Yani yerelle ulusalı, özelle geneli başarıyla birleştirmiştir…”
“Memleketimin
Şarkıları” , bu özelliğini ve bu yönünü anlatan en iyi şiiridir.
Yine bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Ben,
bizden olan bütün insanların dostu;
Adı,
haritalarda bile bulunmayan
Bir
köyündenim Anadolu’nun.
Güzel
şeyler hasrettir memleketim,
Güzel
şeylere hasret bu dünya.
Yıllardır
kanda ve ateşte mısralarım
Yanan
şehirlerin.
Ağır
tankların tekerlekleri arasında.
Biliyorum,
Yaylım
ateşlere girilmiştir gönlümüzce
Pasifik
kıyılarından Volga’ya kadar.
Benim
arzumanım kaldı
Hürriyet
boylarında tank oynatanlarda.
Bütün
kıtalarda
Tulu
arzda, İslam içinde, küffar içinde
Mülhit,
mümin ve vatanseverim.
(…)
Bu şiir,
Gökçe’nin, köyünden, yurdundan söz ederken, aynı zamanda dünyadan, bütün
insanlıktan ve yaşadıklarından söz etmektedir. İnsanlığın çektiği acıların
adresi hep aynıdır ve bu acıları yaşatanlar da: Savaş, sömürü ve emperyalizm…
İşte yerellikle ulusallık, ulusallıkla evrenselliğin bir bileşkesidir Enver Gökçe ve şiiri. Yani şiirleri,
yerelden ulusala, ulusaldan evrensele, bir değişme ve gelişmeyi izlerken, bunun
aynı zamanda, inandığı düşüncenin gelişme ve değişim yasalarının bir
gerekliliği olduğunun da bilincindedir bana göre.
“4. Gökçe’nin başarılı olmasını sağlayan bir neden
de onun halk kültüründen yararlanmasıdır… 1943’te orada (Ülkü dergisinden söz
edilmektedir) birkaç şiiri yayınlanmıştır. Halk edebiyatından bazı etkileri
taşıyan ürünlerdir…”
Bu
dönemde Gökçe, Aşık Veysel, Aşık Ali
izzet, Habip Karaaslan, Talip Coşkun gibi Halk ozanlarıyla da tanışır. “(…) gibi temiz şairlerin hepsiyle teker
teker tanıştım, ilgilendim. Onların gerçekten temiz bir halk yüzleri vardı. Ve
bu taraflarıyla az çok ilgilendim ve temaslar kurdum” der kendisi.
“…Halk edebiyatını, özellikle türküleri ve onların
yalın, temiz, uyumlu dilini, ezgili sesini, gerçekçi duyarlığını çok sevmiştir.
Şiirlerinin de ‘halkımızın bir türküsü, bir Hoyrat, bir Ela Gözlü yahut bir
Bozlak gibi ezgili okunabilmesini istemiştir…”
Sanırım
aşağıya bir bölümünü aldığım şiir, bu yönünü en iyi yansıtan şiirlerinde biri:
(…)
Bende
türküler ağlamaklı,
Bende
türküler oldu dizim, dizim,
Doldurdum
sineme, ciğerlerime,
Doldurdum
derdi mihneti
Pamuk
tozunu, kömür tozunu;
Memleketimin
şarkıları kadar acı çektim.
(…)
(Memleketimin
Şarkıları)
“…Gökçe folklörün, halk şiirinin, halk dilinin,
deyimlerin, zengin verilerini devrimci bir görüşle, onlardaki değeri, diri
yanları kendi şiirine aşılamıştır. Bundan ötürü,onun şiirindeki işçi gibi
köydeki ırgatta okuyup anlar, sever, üniversiteler bitirmiş aydın da okuyup anlar,
sever. Demek ki onun şiirleri insanlar arasında sınır tanımıyor. Bu, halk
kültürünü bilinçle, halkçı bir görüşle değerlendirmenin sonucudur…”
Enver Gökçe’nin bu özelliği başka şairleri
de etkilemiş, aynı hava içinde, hemen hemen aynı sözcüklerin kullanıldığı
şiirler yazmalarına öncülük etmiştir. İşte bir örnek: “Sallanda gel boylarına bakayım”, “Ak gerdanına beşibirlik takayım”, “O
yarin göğsüne bir ak gül takayım” gibi türkü sözlerinden etkiler taşıyan Gökçe’nin aşağıdaki dizeleri;
Saçlarına
Kızıl güller
takayım,
Salında
gel. Bir o yanan,
Bir bu
yana…
Ahmet Arif’te şöyle yankı buluyor:
Saçlarına
kan gülleri takayım,
Bir o
yana
Bir bu
yana…
Asım Bezirci şöyle devam ediyor:
“Gökçe’nin şiirini başarılı kılan özelliklerden
birisi de, onun estetikçe yetkin bir düzeyde oluşudur. İlerici bir dünya
görüşüne yaslanması, toplumcu/gerçekçi bir açıdan çevresine bakması ve bu
bakışı estetik yetkinlikle birleştirmesi onun şiirini sağlam temellere
oturtmuştur.
“Kirtim Kirt” her iki özelliği de kucaklayan başarılı
örneklerden biridir…”
Aslında,
bir durumu, olayı, kişiyi, yapıtı değerlendirirken yaşadığı dönemin
koşullarının nasıl olduğuna da bakmak gerekir. Enver Gökçe’nin yaşadığı dönem, bir savaş dönemidir ve bu savaşın
kaçınılmaz sonuçları, yalnızca ortaya çıktığı coğrafyayla sınırlı da değildir.
Bunun farkında olan Enver Gökçe, ta o
yıllarda çizgisini ve tavrını belirlemiştir. Bunun için her türlü zorluğu
göğüslemiş ve özelde şiirini, genelde sanatını emekten, barıştan, demokrasiden
yana güçlerle buluşturmuştur. İnsanlara yaşadığı topraklarla sınırlı olmayan
bir evrensel anlayışta, şiirin ve sanatın estetik doğruları içinde kalarak
yapmıştır bütün bunları. Estetikçe yetkin, yerlikle ulusallığın örtüştürüldüğü,
evrensel bir anlayışa yöneltildiği ve ilerici bir dünya görüşüne yaslandırarak,
toplumsalcı/gerçekçi bir anlayışta işlemesi, onun şiirini sağlam temellere
oturtmuştur. Örneğin, “Memleketimin Şarkıları” başlıklı
şiirine yeniden döndüğümüzde, şunlarla buluşturur bizleri Enver Gökçe:
Bu şiir,
kendi yerelliğinden bize seslenirken, biz onun içinde, parçası olduğu bütünün,
toprağı olduğu Anadolu’nun, yurdunun, renklerinden olduğumuzu bize duyurmakla
kalmıyor, dünyadan, insanlıktan, yani evrensel olandan da, güncel olandan da
söz ediyor. Baştan beri vurguladığımız “yerellikten ulusallığa, ulusallıktan
evrenselliğe” bir değişme ve gelişme çizgisini izlediğini ve yan yana
yürüdüğünü görüyoruz; bize gösteriyor bunu.
“Yusuf
ile Balaban Destanı”nın yalnızca giriş bölümünün kalması, nasıl bir
şansızlık ve değerbilmezlikse, bu bölümde yer alan “KİRTİM KİRT” başlıklı şiir de, yukarda değindiğim her iki
niteliği ve özelliği karşılayan başarılı bir örnektir. Bu şiirinde Enver Gökçe, “evren ile insanın oluşumunu,
toplumun gelişimi ve sınırlara ayrılışını”, diyalektik bir bütünlükte
ele alıp işlemiştir. Bu diyalektik bütünlüğün yansıtılışını da maddeci bir
görüşle ele alır, işler ve herkesin duyup anlayacağı bir yalınlıkta dile
getirir şiirlerinde. Şiirin bir
bölümünü buraya alıyorum:
KİRTİM
KİRT
Can yok
ki sevdalara düşe,
Kurt yok
ki kızıl kana üşe
Yoktum
ki yol geçe
Yoktun
ki haber ulaşa
Gül
yoktu ki, dal yoktu ki..
Ve döne
döne ateş
Döne
döne madde
Gökler
yarıla dürüle
Dağlar
savrula devrile,
Kırıla
döküle yıldız
Sular
evrile çevrile
Değişe
döğüşe madde
Değişe
tokuşa madde
(…)
Enver Gökçe’nin şiirinin, bu özelliklerinin
dışında, bugün hala konuşuluyor olmasının başlıca nedenlerinden biri de onun
kişiliğinde gizlidir bana sorarsanız. İnanmış bir düşünce ve dava adamı olarak Enver Gökçe, Türkiye gibi çok çabuk
düşünsel zemin değiştiren, dalgalanmalar yaşayan bir ülkede, bu özelliği ile
insanın kendisini var edebilmesi ne derece zor ise, aynı zorluk derecesinde
bunu başaran da çok az sayıda olması “eşyanın tabiatı” gereğidir diyebiliriz.
İşte Enver Gökçe bunlardan biri. Bir diğeri
de Vedat Günyol’dur. Örnekleri
çoğaltabiliriz. Gökçe, inandığı Marksist
düşüncenin gereğini fazlasıyla yerine getirmiştir.
“Ya
olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol”der Mevlana.
Bu söz,
bütün yaşamını halkına adamış ve bu uğurda çileler çekmiş, yalnızlığının
yaratıcılığında, az sayıda da olsa ürünler vermiş Enver Gökçe için söylenmiş olduğunu duyumsatır her nedense,
birinden duyduğumda ya da bir yerlerde okuduğumda bana. İnsandaki mülkiyet
hırsını yenmesi, onu insancı bir düşüncede temellendirmesi ve bu düşünce
doğrultusunda yaşamış olması, en yalın göstergesidir bu özelliğini bize
duyuran. Nasıl düşündüyse öyle yaşadı. “Nasıl yaşıyorsan /Öyle düşünüyorsun demek”tir, diye söylemiyor muydu kendisi?
Hayatı koşturarak yaşayan şairimiz, komünizme
inanmış olmasının ötesinde, yaşadığı gibi düşünen, düşündüğü gibi yaşayan ve
söyleyen bir halk ozanıydı. Belki az ürün verdi. Doğrudur. Daha çok ürünler
verebilirdi de. Bu da doğru kabul edilebilir. Ancak Enver Gökçe ve
kuşağı, inandığı değerlerin peşinde koşturmayı daha çok yakıştırmıştır
kendilerine. Şu önemli: Kendi hayatlarını, doğru bir düşünce uğrunda halk
dalkavukluğuna kalkışmadan, halk adına ortaya koyanların, hem düşüncelerini hem
de hayatlarını koşturarak yaşamalarından daha doğal ne olabilir ki? Bundan
ötürü düşüncelerini koşturup, düşüncelerinin peşinden koşarken; gözaltılar,
hapisler, işkenceler, sürgünler, prangalar görüp yaşadılar. O illetlik
romatizma, hücrelerde geçen zamanların bir kalıtıdır kendisinde...
Onun en olgunluk dönemi şiirleri olan ve zor
hapishane koşullarında saklamasını bildiği “YUSUF İLE BALABAN DESTANI”nın,
dışarı çıkarıldığında kaybedilmiş olmasına mutlak üzülmüştür. Bildiğim
kadarıyla da kaybolan şiirlerinin ardına düşmemiştir. Dönem içerisinde bir dolu
tartışmalar yaşanmış olmasına karşın, Anadolu insanının bilge tavrını hep
korumuştur O. Doğru ya da gerçek, şiirlerinin kaybedilişine ve o dönemde
yaşananlara tanık olanlar, şu ya da bu şekilde bu yaşananları dile getirdiler,
getirmesine, ama bütün açıklamalar şiirlerinin nasıl
kaybolduğunun/kaybedilişinin üstündeki sis perdesini kaldırmaya yetmedi ne
yazık ki. Ben bunu şuna bağlıyorum:
1. Enver
Gökçe’nin, iyi bir komünist, bir
dava ve düşünce insanı olarak, Marksizme inanması ve bu düşüncenin
gereği, mülkiyet ilişkilerini ortadan
kaldırılmış olması onun için geçerli ve çok önemli bir neden. Bundan ötürüdür
ki, Enver Gökçe, her türlü zorluğa karşın, hatta yaşamı pahasına da olsa yarattığı şiirlerinin yitip
gitmesinin üstünde fazla durmadığı gibi, sanırım yaşadığı dönemde de bu
tartışmaların odağında bulunmamıştır. Bilinenlerin dışında… Çünkü O, kendisini
bu duruma getiren bir halkın çocuğu olduğunu unutmamıştır hiçbir zaman. Halk,
yarattığı türkülerde, yaktığı ağıtlarda, söylediği ninnilerde, anlattığı
masallarda, dillendirdiği manilerde, ezgilerde mülkiyet aramamıştır. Ortak
yaşamın ve yaşantının bir ürünü olduğuna, çocuklarından ödünç aldıkları bu
dünyayı, babalarından, dedelerinden, annelerinden, ninelerinden gördüklerini,
duyduklarını, öğrendiklerini.. kısaca emanet olarak aldıkları her şeyi, yeni
kuşaklara aktarırken de aynı inanç ve düşüncede olmuşlardır. Bunu çok iyi
sezinleyen ve yaşayarak öğrenen Enver Gökçe, inandığı düşüncenin de bu
yaşantıyla örtüştüğünü görüp bildiğinden, düşmemiştir peşine şiirlerinin.
Eminim, “Önemli değil, kimin adıyla çıkmış olması şiirlerimin. Önemli olan
halkımla buluşmuş olması ve halka mal olmasıdır....” demiştir. İşte bunun
içindir ki susmuş ve şiirlerinin herkesçe dilden dile dolaştırılmasını, telden
tele çalınıp söylenmesini, “Görüş Günü”
olarak kabul etmiştir kanımca...
2. O dönemde olup bitenlere tanıklık edenler, Enver
Gökçe’den ses çıkmadığını gördükleri içindir ki, bu konunun daha fazla
tartışılmasında taraf olmamışlardır. Bilgisi olanlar da bu emeğin sömürülmesine
ses çıkarmamışlardır. Ya da üstü kabalı, tıpkı kaybedilişindeki sis perdelerini
andıran değinmelerde bulunmuşlardır.
Yaşamını, halktan kopuk seçkinci aydınlar kervanına
katmadan, yiğitçe, dürüstçe, doğrulukla ve namusluca tamamlayan Enver Gökçe’yi
bir kez daha sonsuz sevgiyle anıyor, anısı önünde saygıyla eğilirken, sözlerimi
onun sanata ve sanatçıya ilişkin görüşleriyle tamamlamak istiyorum:
“(...)
Sanatçıyı
sosyal problemlerin, halk hayatının, sosyal davaların dışında görenler
menfaatlerini icabı (çıkarları gereği A. E.
A.), rahata alışık olanlardır, sosyal terakkinin (gelişmenin, ilerlemenin,
yükselmenin) hızlandırılmasından
korkanlardır, taşlaşmış, yosun tutmuş değerleri muhafaza etmek (korumak)
isteyenlerdir, mariz melankoliklerdir (hastalıklı karaduygululardır). Oysa ki
hayatbütün hareketi, aktivitesi (etkinliği), ileri atılışlarıyla diri, canlı ve
değişiktir. Hayat dinamizmine (canlılık, devinim, hareketlilik) can katan,
yaşamayı öven, kötülükleri proteto eden, insanlığımızı yükselten sanatçılardan
huylananlar, onları fildişi kulede tutmak istiyorlarsa, korktukları içindir.
Ressam
olsun, müzisyeni, aktör, romancı, şair olsun, genel olarak ortaklaşa bir
işçilik vardır. Renkle, sesle, kelimelerle, artistik-sosyal bir dünya
kuruyorlar. Hayatımızı yazmış-çizmişoluyorlar...
(...)
Hayatımızın
ve aşkımızın şarkısını söyliyen şair, halkımızı koruyan şair, milletimizden
yana olan şair, hümanist (insancı) şair, barışçı şair, meydan senindir. Sanatın
ve düşüncen gerçek olsun...”
“Aç zulanı göster restiniİ”
“....Bütün Arkadaşlara;
Dost Dost İlle Kavga...”