Hayat Hanım

 

   

 

 
    Vakit tamam! 

   Bir zaman yağmura ve yalnızlığa sızladım. Sesimin kentlerine inen akşam unuttu serüvenlerini. Bakmanın gözlerini unuttum. Hayatın çetrefil yollarında huzuru aramaktan vazgeçtim. Bana neydi giyitlerimin ya da kitaplarımın Kars’tan Anamur’a kadar orada burada olmasından, ömrüm gittiği yere kadardı... 

   Yalnızlığını adlandıramayan bir kadından kalabalığını dinledim. Sardunyalardan bahsetti… Babaannesinin sakız sardunyalarını anlattı. Yalnızdım. Yabancıydım. Olabildiği kadar tedirgindim. Değerini bilmediklerimle yüzleştim sesinde; iç geçirdim… Güvenli uykularını, leblebi tozlarını, saçlarının okşanmasını anlattı. Kar yağdı içimin şehirlerarası yollarına.

   Mudanya’da bir balıkçı meyhanesindeydik, belki de Gemlik’te kederi adlandırmaya çalışıyorduk susmanın tılsımıyla davullar sızlarken içimizde. Edip Cansever’in votkalarını içtim güneşli limon ağaçlarını düşünerek. Yosun kıvamında kustum denizin tenine. 

   İnsan insana armağan eder tenindeki suskuyu, Hayat Hanım. Dokunulmamış zamanların ezberinde saklar cinneti. Kentlerin karanlık sokaklarında dolaşan tedbirli adamların sakladıklarına benzer zulasındaki sözcükler. 

   Gün ışığı görmemiş hevesleri vardır her insanın. Taçlandırılmış yenilgileri, yağmalanmış anıları, kuşsuz göğü… Oysaki elleri temiz sabahlara uyanmak için ne çok nedenimiz var. Ne çok şiir yara açtı kalbimizin bahçelerinde, ne çok şarkı su yürüttü göz kapaklarımızdan gül ağaçlarına. Dağlara ne çok sustuk. Ne çok dile düştük kasabalarda. Zeytin ağaçları kadar ince ve derinden yaşlandık bu yüzden. Hızla ölüme gitmek isterken denizin mavisine hayran kalarak tutunduk. Bir neden sunmak zorunda değildik üstelik bağrımızdaki taş için kimseye… 

   Vesselam!

   Vakit tamam! 

   Sizi bekliyordum. Orada; sazların sızısıyla kanadığımız zamanda lodosla yaralarımızı sağaltmaya çalıştığımız o sarmalda. Annelerin mutsuz, kardeşlerin korku dolu olduğu zamanlarda öfkeyle ve sigara yanığı pantolonuyla eve gelen babaların dehşet adımlarının saklısında bekliyordum.  Akşamdan kalma kederlerimiz izin vermese de doğrulmamıza... 

   Ben sizi gördüm; kahverengi dokunuşlarınız denizi özlerken ellerinizdeki şefkatle bir kediyi okşuyordunuz. 

   Yerçekimine yenik kederiniz vardı. Hüznünüzün dağınık saçlarıyla genişliyordu yalnızlığınız. Alkolün camlarına bağışlıyordunuz suskular sokağı dudaklarımı... 

   Tehlikeye ve sır dolu toplama gitmeliydik sizinle. Hepten hayal kırıklığı, hepten vefasız, hepten esmer, hepten hiçliğe ait toplama. 

   Ertelenmiş sevinçlerin kapatmasıyız, anımsayın: ”Serin bir rüzgâr gibi sevmek istiyorum; soğuk değil, ılık değil, serin bir rüzgâr. O kadar!” demiştiniz. 

   “Huzurun kal dediği yerde insan ne bedel öder ki?” (AVA) 

   Gecenin sokaklarından gelmeliydiniz. Yağmurda ıslanmış kanatlarıyla yorgun bir serçenin kalbiyle bekliyordum sizi. İçim bekliyordu; yüzüm içene kapanmanın telaşında. 

   Sonra elleriniz yüzümde. 
   Sonra genzimde saçlarınızın kokusundaki sardunya. 
   Teninizden yayılan baharın sessiz daveti.. 
   Değil mi ki; göz göze gelmenin gözleriyle bakar âşık olan her insan. 
   Değil mi ki; el ele tutmanın elleriyle dokunur âşık olan her insan. 
   Değil mi ki; ses sese değmenin sesiyle konuşur âşık olan her insan. 

   “Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım”

 

   Aynalara ve suya bakmadığım zamandan geliyorum.  Eksiksiz yaşadığım anların tortusu vurdu içimdeki sırtlanı. Kendi dağ başlarımda, kendi sesimde, kendi yağımda, kendi sözcüklerimde, öteki baharımda ve durmaksızın beyazlayan şakaklarımda ne kadar da güvendeydim. 

   Yerleşik değildim; gitmenin peşindeydim. Kaçak bir yolcunun her istasyonda yeni bir kimlikle geçmişine yabancılaşması gibi.. Sezdirmeden terk edenlerin içimde bıraktığı yıkımla içtiğim şarapların sınırı yoktu üstelik. 

   Kalbimdeki çocuğun yoksulluğunu anlatmalıydım size. Yapraklara çiğ düşerken, baharın orkidelerden güneşi esirgediği bir saatte İstinye’den Emirgân’a yürümeliydik sizinle. 

   Vakitsiz düşlerin uykusuna mı yattım ki, “Hayal Kırma Enstitüsü” mezunu kadınlara yoldurdum geçmişimi. Size kırgınlıklarımı getirebildim, Hayat Hanım. Yoğun susmalarımı. Dehşet susamalarımı. Alkol nöbetlerimi. Haksızlık cinnetlerimi. 

   Çok zor tırmandım, çok çabuk düştüm hep. Ayrılık şarkıları ezberledim. Çekip gitmenin yollarını saklımda tuttum. Yanımda anahtar tomarıyla yalnız gecelere müptela oldum kentte. Kime gitsem yağma, kimi arasam kin, kime yaslansam kof, kiminle konuşsam nezaketsiz sözcükler… 

   Sesimde gün batımlarıyla sustum sizi. Gidip bir çiçeğin dağa yaslanışına sustum. Bir ceylanın ürkekliğine ve kalabalık duruşuna. Toprağa sustum sizi, yağmurun hoyratça yolduğu yapraklara. 

   Duraklarda akşamın yorgun yüzlü adamlarına sustum sizi. İşten çıkış saatlerinde yayvanlaşan bu kentin alnında ne kadar acı varsa tümüne teşneydim.  Kadınlar evlerine telaşla giderken, ben başka bahçelerin dallarında kırılarak sustum sizi. 

   Meyhanelerin buğulu camlarında, yağlı masalarında, hayattan usanmış adamların suskun nidalarında, garsonların aldırışsız tafralarında, bayat pilakilerin tadında, alkolün unutturmayan sonsuzluğunda, suyun anlamsızlığında kendime ve size sustum içimdeki sizi, Hayat Hanım. 

   Konuşsam acıların sultasından payını alacaktı zaman. Konuşsam sesimin tedirgin sokakları yorgun gözlerimi ele verecekti. Gidecek istasyon bırakmayacaktım kendime. Erken tutkuların yavan sevinciyle, bir süre türkülerin tınılarına tutunacak, sonra birbirimize tutunmayacaktık. Üstelik başaklarımızı seyre daldığımız toprak da yorgunda. Nadasa bırakmıştık serüvenleri bu yüzden. 

   Konuşsam dudaklarımdaki kilitlerden sökülen pas yayılacaktı hayatınıza. Teneke sözcüklerin ışıltısına saklanacaktım; olmadık sevinçlere, tanımsız acılara, biçimsiz heveslere götürecektim sizi. Yağmalayacaktım kendimi; gidecek yer bulamayacaktı adımlarım. Konuşsam kaçmanın anahtarını çıkaracaktınız, saklınızdan. 

   İnsan önce kendisine anlatmalı, Hayat Hanım. Kendi yalanlarına inanmalı. Kendi sefil hayatıyla yüzleşmeli. Yorgunluğunu bir tehdit gibi fırlatmalı kentin caddelerine. Sesine olan küskünlüğüyle barışmalı. 

   Değilse, nasıl gider iki insan Haydarpaşa ile Gebze arasındaki trende yan yana? İstasyonlar yüzüne vurmaz mı insanı? Kalp ağrısıyla geçmek mümkün müdür, istasyonlardan?

   İnsan önce kendisiyle arasını düzeltmeli. Eski aşklarıyla hesabını bitirebilmeli. Yaşadığı suskudan çıkma nedenlerini bir bir hayatın yüzünde sınamalı. 

   Değilse kiralık ev ilanlarının, mendil satan çocukların, simit tezgâhlarının, akordeonların, kemanların ya da davulların ne anlamı kalır? 

   Durmadan anımsatan mekânlardan geçtim. Geçtiğim her yer çocukluğunuzdu, Hayat Hanım. İşte bakın burası sizin cıvıltılı ilkokulunuz. Şurası sırılsıklam âşık olduğunuz lise. Burası denize karşı çimenlerin güvencesinde üniversiteniz. Neden beklediniz bunca zaman, neden beklettiniz beni, allah aşkına? Sanırım az ilerideki kahvehaneden akşam yemeği için eve çağırdınız babanızı. İlk sigaranızı ötedeki parkta içtiniz. Daima aşk sarhoş etti sizi, alkole benim kadar yamanmayışınız bundan. Alkole sizin kadar uzak, sizin kadar yakın durmak isteyişim bundan, Hayat Hanım. Nereye gitsem çocukluğunuzla yüzleştim. Çünkü Salı günleri bırakmaz yakasını insanın. Eski gözlük çerçeveleriyle aynı dükkânda yaşlanan terziler anımsatır en az türküler kadar. Ağlayan her kadında müphem bir tarih vardır, bir de gizledikleri şefkatleri, amansız. 

   Oysa ben buluşmaların tedirgin elleriyim, kapıların ketum duruşu, aşk için zûl, ayrılık için zeyil,  sabah uykusundan mahrum emlakçıların fırıldak gözleriyim. Çünkü sözcükler Salı gününden daha acımasızdır, Hayat Hanım. Sözcükler mahalle bakkalını bile perişan edebilir.  

  Vakit tamam!
 

   Git içimdeki şair kentinin çatısız caddelerine
   Siyah giyin
   Küfür ederek bak dünyaya
   Işıltılı asfalta tükür balgamını
   Kötü ol
   Alçakların safına katıl, mutluluklar edin kendine
   Hayat Hanım’a duyduğun aşktan sıyrıl, yalnızlığı tak koluna
   Alkolü bırak, ne buldum delisi ol
   Yağmurdan san ne
   “Kör Baykuş”u bir daha okuma
   Sana ne kardaki beyazlıktan
   Geceyle gündüz arasında yutkun kusmuğunu
   Kimseye götürmeyecek seni trenler, son durağa kadar gitmekten vazgeç
   Adını andıklarınla aranı aç
    
   Beklediğin sabahlarda sis vardı, dağ başlarında
   Sevimli bakıyordu siyah gözleriyle yollar
   Su boylarında, sazlıklarda, tozda sınadı kendisini keder
   Yabancıydın gittiğin her kentte
   Bu yüzden taşraya kusuldun sen
   Unut artık rakı kıvamındaki cumartesileri
   Başımızdaki büyük olduğunu İstanbul’un
 
   Git artık
   Ne halay başında salladığın mendilin beyazlığı var bu kasabada
   Ne de saçlarının kokusunu özlemle andığın kahverengi müptelası Hayat Hanım
   Kaldırımlar tanımıyor haşin yalnızlığını
   Neyin coşkusundasın, neyin peşinde
   Hayat sızılıydı başından beri, yeni anladın
   Kabul et
   Geri çekil
   Kendi avlunda ara serinliği
 
   Git artık
   Çocukluğunda ateşli hastalık geçirmedi, hayat
   En büyük suç masum kalmaya çalışmaktır
   Kağızman’da elleri üşüyorken nar’ın
 
   Geri çekildi dağlar
   Sığınaklar kundaklandı
   Yasakladı aşkı, sevişmeyi, hatta gülmeyi
   Muhtıra sevdalısı devlet
 
   Biz ki yıllarca taka zannettik pancar motorunun sesini
   Uzaktan şairim
 
   Artık dile düşme zamanıdır

 
   İnsan kalbiyle özlüyor

 
     Vakit tamam! 

   Bunlardı belki de içimdeki gülü yoran nedenler.. Durdum. Kasabanın ortasındaki caminin avlusunda musalla taşına yaslanarak göğü dinledim. Ağzımdaki kanyağın yoğunluğunu hayretle anlayarak durdum ve yazdım: 

   Peki, şimdi saçlarınızın yastığa yayılışını bu kasabada hangi boşluğa sığdırayım, yüzünüzdeki ay ışığını hangi geceye, kaşlarınızı hangi inceliğe, ağzınızdaki serinliği hangi ırmağa, sağ memenizin altındaki ben’i hangi kahverengiyle adlandırayım, alnınızdaki yara izini tarihle mi açıklayayım? 

   Uzun yollardan geldiğim sabahlarda çiğ kokulu dudaklarınızın çağrıştırdığını nasıl anlatayım, kucaklayışınızdaki özlemi nasıl tarif edeyim, susmanızdaki soluklanışınızı, dokunmalarınızdaki Türkçe’yi, teninizdeki davetin vazgeçilmezliğini? 

   Sizi ne zaman öpsem rengi değişiyor dudaklarınızın, çoğalıyor. Adını bilmediğim bir çiçek oluyor dudaklarım. Serin bir yaz akşamına başlıyoruz sezdirmeden. 

   Ben size ne zaman gelsem sesimdeki karanlık yitiriyor hükmünü, yol gecenin koynunda uykusuz kıvranıyor. İçimdeki kıpırtılar bitmek bilmiyor, Hayat Hanım. Elimle yüzüme dokunuyorum; elinizle yüzüme dokunuyorsunuz. 

   Ben sizden ne zaman gitsem içimdeki kent bomboş kalıyor. Kalabalığımı yitiriyorum. Anlamını yitiriyor yol. Beni size getirmeyen bütün yollara darılıyorum. Kırgın bir ayrılık şarkısıyla çağlıyor deniz. Uykunun kollarında sözcüksüz ve kahvesiz kalıyorum. 

   Ben size ne zaman gelsem saat koşar adım duruyor. Birbirine küsüyor kentler: Manisa yoksullaşıyor. Balıkesir korkuyor geceden. Bursa fiyakalı. Yalova yıkık. Gebze iki arada. Kız Kulesi’nden başlıyor saçları beyazlamaya İstanbul’un. 

    Ben sizden ne zaman dönsem boynumda sarılmanızın sözcükleri, omzumda yüzünüz çoğalıyor. Tek kişilik bir oyunun veda sahnesi oluyor İstanbul. Tek sözcükle yazılmış bir şiirin son harfi oluyoruz. 

   Ben size ne zaman gelsem buruşuk mevsimlerin alnındaki teri ütülü ipek mendille siliyoruz. Gecenin anlamına sorduğumuz sorulardan aydınlanıyor gurbetin istasyonları. İçimizden geçen gemiler sahildeki çakıl taşlarına merhaba diyor.

   Ben sizden ne zaman gitsem, duvarın sokaklarında içtiğimiz şarap kadar kızarıyor gözlerim. Yenilmiş aşkların sağanağına tutuluyor kent. Yerimizi yadırgıyoruz. 

   Aşk, çocukluğudur insanın. Gözlerinizdeki masalları saklamayın!
 

    Vakit tamam!

    Yüksek ateşle yandığım o geceyi anımsayın; ağrıdan ve terden köpek yavrusunun yağmurdan kaçıp duldaya saklanması gibi, kökünden sökülmüş bir sardunyanın toprağı özlemesi gibi, dayak yemiş bir çocuğun annesinin rahmine geri dönmek istemesi gibi… sığındım size. İçimde yurtsuz bir ceninle uyuyordum, size sığındım. Ellerim kadardım. Avuç içim kadardım. Parmak uçlarım kadardım. Yutkunamadığım acılar kadardım. Yoğun yokluklardan sonra bir nihavent şarkıya sığınır gibi sığındım size. Her dokunuşumda içime sızdınız. Tenimin yolunmuş gözeneklerinden doldunuz içime. Sonrası bir şelalenin dev kazanına doğru koşmasındaki tınılar.  Ah be şekerim rüyamda sizinle Arpaçay’a gitmemiz. Sabah. Bir tas çorba. Bir bardak su. Biraz gün ışığı. Çokça kâbus ve çokça yalnızlıktan damıtılmış bir gecenin belirsiz yüzünde size sığınmanın yaşama dönmek olduğunu anladım. Orada doğruldu zaman. Orada çiçeklere su yürüdü. Orada kalbimin gümbürtüsü, ağaçların göğe doğru yükselişi. Orada sesimdeki telve, ellerimdeki gurbet, kentteki kalabalık, annemin yüzü, istasyonlar, ölen arkadaşlarım, işsiz aylarım, birikmiş voltalarım, dağıtılmayı bekleyen bildiriler, yasak sözcüklerdeki güzellik, ölümün üstüne yürüme hırsı… 

   Simsiyah bir yemin gibi alın beni hayatınıza. Kalbinizin başkentine alın beni. Ellerinizin caddelerinde saklayın. Sesinizin mahmurluğuna armağan edin sabahlarımı.  Işığın göz kapaklarına saklayın beni. Yorgunum. Mahcup olamayacak kadar suçluyum üstelik. 

   Vakit tamam! 

   Hayat Hanım!.. 

   Hayatım!..

 
 

 Mayıs 2007 Beyoğlu, Haziran 2007 Salihli

                                                                                       

  
  C. Hakkı Zariç