Ucu Telli Bir Bulut...

 

Ucu Telli Bir “Bulut”tu  Mavimizde,

Kaynayıp Düştü Ömrümüzün Güney İlinden…

 
       Abdülkadir Bulut’u hiç tanımadım. Anadolu coğrafyasının bereketli topraklarının ayrı ayrı yerlerindeydik. O cumhuriyetin aydınlık ve aydınlanmacı bir öğretmeni olarak, köye ışık, köye bilgi, insana insanlığını anlatadururken, ben başka yerde, aynı amaç etrafında başka öğretmenlerin ellerinde pişiyordum, heyecanlı, umut dolu ve sabırsız. O’nu izleyen kuşaktan biri olarak, yapıp ettikleri salt benim açımdan değil, herkes için önemliydi. Dahası halk için çok önemliydi. Çünkü halkı için yazıyor, halkından aldıklarını, bilimsel bir duruşla ve kuşanmışlıkla geri vermeye çabalıyordu. Çok erken yaşta kaybetmiş olsak da, onu, bizlere bıraktığı; “Sen Tek Başına Değilsin (1976), Kahveci Güzel’i (Çocuk şiirleri 1981), Üveyikler Göçerken (Çocuk romanı 1981), Acılar Yurdumdur (1981), Yakımlar (1982), Gözyaşları da Çiçek Açar (1983), Sen Tek Başına Değilsin II 1984), Yurdumun Şiir Defteri (1985), Ülkemin Şiir Atlası (1987)” eserleriyle, Toplumsalcı Türk Şiirin önemli şairlerinden biridir. Kısa zamanda kendi sesini bulmuş, kendine özgü söyleyiş güzelliğini yakalamış, özgün şiirleriyle bizleri buluşturmuştur. Akılda kalıcı, dilde lirik ve türküleşen söyleyişiyle kalıcı bir şiir, yaşayan bir şiir yaratmıştır. Bulut, çok kısa süren bir ömre, bütün bu özellikleri içinde barındıran yapıtları sığdırmış olmasıyla da, şiirimizde ve yazınımızda her zaman yaşayacak ve her dönem kendinden söz ettirecektir.

Cemal Süreya yıllar önce, “Her ölüm erken ölümdür” demişti bir dizesinde. Ölümün insandan alıp götürdüklerine bir karşı duruştur bu sesleniş. Oysa, ölüme doğuyoruz her gün. Öleceğimizi bile bile ve hiç ölmeyecekmiş gibi sarılırız yaşama. İstemeden de olsa kuşanıp ve yaşamımız boyunca bizimle birlikte büyüttüğümüz en büyük korkumuzdur, ölüm korkusu. Belki de tüm korkularımızın kaynağıdır bu! Herkes için bu böyle midir, bilemiyorum. Kısası, şair, bu ölüm gerçeğini bildiği içindir ki, ölümsüzlük peşinde koşan bir Gılgamış’tır.

Gılgamış, insanlığın bilinen en eski destanıdır. Özünde, tanrılarla insanların, düşlerle gerçeğin birbirine sarılıp sarmalandığı, karışıp, birbirinde eridiği diyalektik bir bütünlüğün, mitolojik örüntüler dolu, lirik, akıcı, sürükleyici ve gizemli bir yansımasıdır günümüze, Anadolu’da yaşamış tarih öncesi insanların yarattığı. Doğanın diyalektiği içinde, mitolojik ögelerle bezenmiş anlatımıyla, doğanın bütün gizlerini çözmek ve içindeki korkularını yenmek isteyen insanın serüvenidir. Aynı zamanda insanın, çok yoğun bir savaşımın, olağanüstü bir şekilde verilişini duyarız, her bir satırında barındırdığı öyküsünün derinliklerinde. İçindeki savaşçı ruhun kendisini alıp diyar diyar savurmasına aldırış etmeden, önüne çıkan bütün doğa engellerini yıkıp geçişini izleriz; tanrıların, verimli, bereketli Anadolu toprakları üstünde yaşayan Sümerlere kral yapıp gönderdikleri Gılgamış’ın kişiliğinde. Kafasına koymuştur. İlle de ulaşacaktır “ölümsüzlüğe”  insan, yani Gılgamış. Tanrılara kafa tutar. Bir yol çizmiştir, bir yön belirlemiştir kendisine. Bu uğurda vermiş olduğu o büyük savaşımı, tanrıları da kendi yanına çekmesini sağlamış ve ona engel olmamıştır tanrılar da. Bu öylesine büyük ve öylesine kararlı bir savaşımdır ki, sonunda tanrılar ve buyruğunda ki doğa güçleri, insanın bu yüce direnişi karşısında, geri adım atmak zorunda kalmışlardır. Kısası, bu masal, her türlü doğa ve doğaüstü güçler karşısında insanın, boş inanlardan arınıp, kendi yolunu çizecek akıl yetisine sahip olduğunu da göstermiştir ona ve bilgiyle donanmasının önemi üstünde durur, belletir insana. Bu savaşında Gılgamış, tüm insanlığın simgesi durumundadır ve burada insanın asıl temel niteliğinin “bilmek ve anlamak” olduğunu öğretmek istemektedir bizlere. Evet, sonsuza kadar yaşamanın olanaksızlığını öğrenip, böyle bir gizin olmadığına o da inanmıştır sonunda. Ancak, “bilmenin ve anlamanın” insan yaşamındaki yerinin öneminin de ayırtına varmıştır artık. Yapıp ettiklerinin temellendiği asıl nesnenin, “bilmek ve anlamak” olduğunu öğretmiştir insana. Yani her şeyin kendisinde başlayıp, yine kendisinde bittiğini…

Buradan, özelde Abdülkadir Bulut’a, genelde de şaire dönersek, şöyle bir çıkarımda bulunmamızı, sanırım hiç kimse bir abartı olarak görmeyecektir. Şöyle ki:

Şair, yaşadığı gerçeklik içinde ve bu gerçekliğin kuşattığı dünyada, insani her tür etkinliğin, doğadan kaynaklı bir etkinlik olduğunu bilir. Ressam bunu renk ve çizgilerle görsel bir şölene dönüştürür. Müzisyen, sesleri kullanarak yapar bunu. Yontucu, taşa, çamura ve ağaca biçim vererek bir anlama oturtur; mekan ve uzam içinde. Şair ise, sözcüklerin efendisidir ve onlara hükmederek dışlaştırır kendisini. Aslında, genelde sanat, özelde de yazın sanatlarının anası olan şiir, insanın doğayla giriştiği bu savaşımda ve onunla olan ilişkisinde, doğanın olanaklarından yararlanarak verdiği bir denkleşmedir aslı. Kant, bir “deha dışlaşması” olarak görür sanatı. Biz bir sanat yapıtını ortaya koyarken/yaratırken, insani bir etkinlikte bulunmuş oluruz ve doğaya müdahale etmiş, doğaya kendimizden, yani insani olan bir şey eklemiş oluruz. Taş, çamur ve ağaç bir doğa nesnesidir. Sesler de öyle; soyuttur ama duyarız. Renk, bir ışık yanılsamasıdır ve ışığın nesnelere çarpıp kırılarak yansımasıyla gerçekleşen/nesneleşen bir doğa olayıdır aslı. Doğa varlığı olan insan da bu sürece; farklı ve değişimin yasaları doğrultusunda kendini geliştirip dönüştürerek ölümsüzlüğe, sanat yapıtları aracılığıyla varır. Bilim insanı bilimsel alandaki yaratıcılığı, düşünürler ise, insanın düşünce biçimini değiştirip dönüştürmeleriyle bu sürece eklemlenirler.

Sanat, toplumsal bir çabasıdır insanın. Toplumsal bir çevrede doğar ve toplumsal etkiler yaratarak, tek açılı düşünüşün, dar kalıpları içinde sıkışan insana yeni açılımlar sunar. Ufuk zenginliği kazandırır. Tek boyutlu düşünceden, farklı ve çok boyutlu düşünceye evriltip, geleceğe hazırlar onu. Bulunduğu çevreye, topluma, toplumsal değerlere etkiler yaparak değiştirip dönüştürür. Her sanatçı, çağının tanığıdır ve yaratı aşamasında yalnız ve tektir. Doğum sancıları çeken annenin dünyaya bir insan kazandırmasındaki zorluk ve sonrasında ki yaşadığı/yaşattığı mutluluk ne ise, sanatçının yaratı aşamasındaki yaşadıkları da o dur. Kendisi ve yaratacağı yapıtın var edilecek olması önemlidir o an. Yaratma süreci uzun ve sancılı bir dönemdir. Bu dönemde sanatçı, bilerek ve isteyerek bu yalnızlığın içine gömülür. Toplumsal çevre, o sıra sanatçı için kapanmıştır ve dünyayla, yaşamla olan bağı, yemek içmek, soluk alıp vermekle sınırlıdır ancak. Ne var ki sanatçı, bilerek girdiği bu durumda, toplumsal bir çabanın içinde olduğunun da bilincinde ve de ayırdındadır. Ne zaman ki, yaratıcı bir itiyle, düşsel/düşünsel olan varlığı dışlaştırıp bir yapıta dönüştürür, işte o zaman sanatçı, toplumsal bir iş görmenin mutluluğuyla, insanına/insanlığa karşı sorumluluğunun hiç bitmediğini duyumsar. Her bir etkinlikte yenilenip, yeniden başladığını duyar kendi içinde. Ve yapıtı aracılığıyla da bizlerin sorumluluklarının da hiç bitmeyeceğini söyler.

Kişiliğinde topladığı sıradışılıklarıyla sanatçı/şair, toplumunun önünde gider, ama halkından kopmaz. Halkın, yazıda yabandaki, bağda bahçedeki, dağda ovadaki yaşamının içindedir. Türkülerinde, manilerinde, masallarında, destanlarında, şiirlerinde, tekerlemelerindedir. Halkın acılarına ortaklık eder, sevincini onlarla paylaşır. Bir ölenine ağıt yakan ananın hüzünlü sesindedir. Gurbet yollarını bekleyen hasret yüklü yüreklerin içindedir. Asker yolu gözleyen bir yavuklunun umutlu bekleyişindedir şair…

Bütün bunlardan beslenen şair, şiirini bu toplumsal gerçeklikte ele alıp işler. Kendine özgü bir biçemle, yeni bir öz yaratıp çıkar okur karşısına.


Ölümün yaraşmadığı ve öldüremediği insanlar vardır. Gılgamış, Homeros, Hektor, Antik dünyadan Efesli Heraklit, Sinoplu Diyogenes, Atinalı Sokrates, Descartes… tarih öncesinden seslenirler.. Bize geldiğimizde, bütün zamanları aşıp gelen bir aşkınlıkta, çağdaş zamanlarda da yaşayıp duracak olanlarımızı düşünelim sesli olarak:

“Hararet nardadır sacda değildir/Keramet baştadır taçda değildir/Her ne arar isen kendinde ara/Mekke’de Kudüs’te Hac’da değildir diyen Haci Bektaş Velimiz, “Yaratılanı hoş gör yaratan dan ötürü” diyen Yunus, “Yarın yanağından gayrı her yerde hep beraber” diyen Bedreddin, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ve “Düşman ormanına on bin balta gibi giren” on bin mülhit ve mümin yoldaşları, “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyen Pir Sultan, Bolu Beyi’ne kafa tutup, dağları mesken, Ayvazı yoldaş belleyen Köroğlu, “Bulanmadan donmadan akmak ne hoş” diyen Mevlana, “Enel hak/hak benim” dediği için derisi yüzülen Nesimi, tanrıyı insanla betimleyen Hallacı Mansur, mizahımızın, çağlar boyunca gürül gürül kaynayıp akan gözesi Hoca Nasreddin, ağlamanın güzelliğini yürekte duyuran Bayburtlu Zihni, Atatürk’ün esin kaynağı, “”Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” diyen ve İlhan Selçuk’un demesiyle de “insan şairi” Aydınlanmacı Tevfik Fikret.. günümüzü geldiğimizde, “Ben size bilimin dışında hiçbir inak (dogma) bırakmadım” diyen Mustafa Kemalimiz ve Kuvayi Milliye ruhu, Nazım Hikmet, Aşık Veysel, Vedat Günyol, Orhan Burian, Cevat Şakir, Halikarnas Balıkçısı, Erol Güney, Gafur Güney, Azra Ersat, Ruhi Su, 1940 karanlığını yırtan “Fedailer Mangası” yani “Acılı Kuşak”tan Enver Gökçe, Rıfat Ilgaz, Attila İlhan, Niyazi Akıncıoğu, Ruhi Su, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Orhan Veli, Sabahattin Ali, Sabahattin Eyüboğlu… ve daha niceleri… Kısası, hepsi de genelde insandan yana, özelde de halktan yana oluşlarıyla yaşayan şairler ve düşünürlerdir.

Abdülkadir Bulut, kendi dönemi içinde, akarını yaratmış, özünü bulmuş, Yörük ve Türkmen ekininin bir ırmağı olarak dökülüp karışmıştır şiir deryamıza. Ve her bir dizesinde  duyurur bizlere bu özelliğini. Sesiz bir duruşu. Zorbalığa karşı bu sessizlik büyük bir dirence dönüşür. İlerdedir hep gitmek istediği yerler. İlerlemenin, kaçınılmaz ilerlemenin, değişimin, dönüşümün ve gelişmenin yasalarını izler. Sosyalist bir dünya görüşü ve insancı bir düşüncenin şairidir. Genelde sanat anlayışının, özelde şiirinin bir ayağı inandığı dünya görüşü bağlamında halkın içine kök salarken, diğeri değişimin izinde koşturur ve yerelden ulusala, ulusaldan evrensele, bir gelişeme çizgisi izler.. Sosyal olaylara bakışı, yapıtlarında bunları ele alışı; haktan, hukuktan, emekten, sevgiden, barıştan, kardeşlikten, yurt sevgisinden yana bir duruş sergilemesi, sömürüye, zulme, baskıya, işkenceye, her türlüğü yobazlığa karşı oluşuyla da halkın yüreğinde yaşayan bir Abdülkadir Bulut’u çıkarmıştır karşımıza. Türküler yadigarı bir söyleyiş güzelliği vardır. Tek başına bir dizede insanlığın ağıtları dile gelir kimi zaman. Kimi zamansa en sıradan bir olayın yaşamsal önemini duyurur bizlere.

Doğada her şey denge içindedir. En yararsız olduğunu düşündüğümüz, canlı ya da cansız bir nesnenin bile doldurduğu bir boşluğun önemine dikkat çeker. Onun yararlı ya da yararsız oluşunu, onu  kaybettiğimizde, boşalan yerinin dolmadığını gördüğümüzde farkına varır ve anlarız ki, her şey bir düzen içinde başlar ve biter. Sırası gelenin yerini yeni bir değişime bıraktığı gibi. Gerçi, kimi zaman sıra dışı ölümlerle de tanışırız. Tıpkı Abdülkadir Bulut’un, 8 Ağustos 1985 yılında, minibüsle yaptığı bir yolculuk sırasında karşılaştığı ölüm gibi. Bu, içimizi acıtan ve her anımsadığımızda bizi derinden sarsan bir ölümdür. Oysa, yapıp ettiklerinin dışında bizlere söyleyecekleri, bizleri buluşturup karanlığımıza mum dikeceği nice yapıtları olacaktı. Olmadı! Ölüm onu çok erken bir yaşta kucaklayıp götürdü. Biz yalnızca yapıtlarına sarılıp baktık ardından gidişinin.

Sahi, yapıtlarına sarıldık mı biz onun?

Yapıtlarında neleri işlediğini, niye şiirler yazdığını ve en önemlisi neden çocuklara şiirler ve romanlar yazdığını bilebildik mi dersiniz?

Hiç sanmıyorum. Bu hazırlanan yapıt da, benim bu sorduğum soruları çok önceden sormuş olanların bir çabasının ürünü sanırım. Üzerimize düşen görevlerimizi yerine getirmekte ne kadar geç kaldığımızın da bir belgesi olacak diye düşünüyorum…


Küreselleştirilen bir dünyada insan teki, kimlik yitimiyle baş başa. Ekinsel çürüme öylesine büyük boyutlara ulaştı ki, insan, yaşadığı topraklarına yabancılaştı. Dahası, anne babasına uzak ve hiç olmadık şekilde bir yabancılaşmanın içinde büyüyor. Konuştuğu dilden yediği yemeğe, giyim kuşamdan eğlence anlayışına, oturup kalkmasından gezip tozmasına, hayatın her alanında ve kendini duyurduğu her anında yabancı bir ekin dayatmasının derin izleriyle karşılaşmak olanaklı. Ulusal ve bireysel kimliğin bir belirleyeni olan “dil”, anlaşılmaz bir şekilde “amerikanca” bir söylem kalıplarına oturtulmakta ve kendimizden uzaklaştırılmaktayız; farkında olduğumuz ya da olmadığımız bir şekilde. Oysa insan, yer yuvarlağı üstünde yaşadığı coğrafyaya benzer. Havasını içine çekip doldurduğu, suyundan içtiği, toprağından beslendiği. Bağlı olduğu ekinsel dokusu onun, kimliğinin bir yansıması olarak bu coğrafyadaki zengin çeşitliliğin bir tamamlayanı olarak durur karşımızda.

Herkesin kendine özgü bir yaşamı ve yaşayışının kazandırdıklarıyla bu zenginliği çeşitlendirdiği bilinir. İşte Abdülkadir Bulut, bu çeşitliliğe, Yörük ekininin dokusunu ekleyişiyle şiirimizi varsıllaştıran tipik bir örnektir. Yapıtları, bu ekinsel dünyanın değerleriyle örüntülenmiş ve yeniyle buluşup harmanlanmış. Yeni bir öz, yeni bir ses, biçem olarak çıkmıştır karşımız. Şiirlerindeki ses pekliği, imgesel bütünlük, dizelerin yan yana, üst üste istiflenişi, dizilişiyle genelde halk şiirinin, özelde, doğanın dili Karacaoğlan’ın; korkusuzluğu, çekinmezli ve sakınmasızlığıyla Dadaloğlu ve Köroğlu’nun çağdaşıdır Bulut. 1970’li yılların karmakarışık, darmadağınık ortamında kendisini duyurabilen, en başarı dört şairden biridir. Dedik ya demin, insan yaşadığı coğrafyaya benzer diye. İşte bu benzeşimin çok çarpıcı örneğini oluşturan Bulut, bu özelliğini bakın, “Bana” adlı şiirinde nasıl dile getiriyor:
 

“Bana bir gömlek dikebilir misin sen
Üstünde zeytin ekmek yenmiş
Bir topraktan
Bana bir gömlek dikebilir misin sen
İki de cep yapabilir misin göğsüne
Bir dağ rüzgârından
Bana bir gömlek dikebilir misin sen
Yıllardır benim sana duyduğum/Hasretten”

(2 Temmuz 1984). 

Lirik oluşu , çağrışımsal özellikleri yurt kokan, toprağa ayağını basan bir yapısıyla, şiir uygarlığımızın kilometre taşlarından biridir. 1974’ün bu genç ve başarılı şairi coğrafyasının ve kendi özekininin bir yansımasıdır şiirimizde. 1968 Kuşağı’nın yetmişlerdeki bu sesi için Müslim Çelik, şöyle bir değerlendirmede bulunuyor kısa ve öz olarak:

“Ona baktığımızda Türkiye şiiri içinde güler yüzlü, sosyalist, toplumsalcı ve çoğulcu yeri olan, Dadaloğlu’nun sesini duyuran, bir Türkmen şairi görürüz”

Bu saptama yukarıda sözünü ettiğim insan ve yaşadığı coğrafya benzeşiminin de bir öz değerlendirmesidir kanımca. Şairliğine bir de, Akdeniz’e özgü mitolojik kahramanları andıran bir yaşayış eklenince, karşımıza yeni çağ/çağdaş zaman motolojisinin yeni bir kahramanıyla karşılaşırız. Bu söylediğim bir abartı olarak alımlanabilir belki, ama “Nasıl yaşıyorsan/Öyle düşünüyorsun demek” diyen Enver Gökçe’ye kulak kabarttığımızda ve Bulut’un, felsefenin toprağında büyümüş, yetişmiş olduğunu da düşünecek olursak, bu söylediklerimin abartıdan uzak, bir gerçeğin dile getirilmesi olarak kabul edileceğini düşünüyorum.. Burada Ali F. Bilir’in söylediklerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Şöyle diyor sayın Bilir:

“(...). Ölümünden iki yıl sonra, Can Yayınları'ndan, bütün şiirlerini içine alan "Ülkemin Şiir Atlası" çıktığında, hemen alıp okudum. Okudum ve büyülendim. Tanrım, şiir buydu işte!.. (...) Belleğimde imge yüklü şiirleri, onun izini arıyor... Öyle ya, aynı toprağın yetiştirdiği bir yazar ve şair olarak onun şiirlerinden bir şeyler katmalıydım hayata, hayatıma. Yaşamını halkına adamış bu şairimize vefa borcumu ödemeliydim. (...) "Sen tek başına değilsin!", diyordu bana... “Sen tek başına değilsin/Yağmurda koşan taylar gibi/Ve toprağı iyice kavrayan/Kökler kadar akranın var/Omuzlarında hayat ve şiir/Alın terinde bir yürüyüş(...)” (...) Eşine az rastlanan, büyük bir yetenekle tanışıyordum. Ondaki soylu damar Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan ve Nâzım'dan; besleyici kaynak ise öz kültürümüzdenden, kendi dilimizden, Akdeniz'den, Yörük ve Şaman geleneğinden süzülerek geliyordu. Hem gür sesli bir şair, hem yumuşak bir Yunus Emre bilgeliği vardı söyleyişinde. Su gibi duru, coşkun bir çağlayandı sesi. Diyalektik bir bakışla dünyaya egemen olmak için değil, dünyadaki varlığını duymak, duyurmak için yazıyordu belli ki. Onu okurken kendi varlığını duyuyordu insan. Ayrıca, dilimizin, güzel Türkçemizin bütün olanaklarından yararlanarak, özgün bir şiir dili yakalamıştı Bulut. Kullandığı sözcük ve deyişlerin çoğu yerel, bizim, kendi yöremizin, konuşma dilimizin varlığıydı. Belki bin yıllıktı ama, şiirlerinde büyüsel bir canlılık, tazelik kazanıyor, evrensel bir söyleyişin yapıtaşlarına dönüşüyordu aşağıda örnek olarak sunduğum sözcük ve deyişler: Okuntu, dulda, yavşan, yağlık, günnük, evin, tahra, süygün, sağdıç... Ekine orak salar gibi yiğitçe (s.33), Deli süygüne duran narın (s.33) Oğul salan kovanlar gibi (s.16), Bir güğüm gibi taşıdım sırtımda (s.16), ve bir el dibeği olan kalbim (s.28), Şiire kalem, toprağa gönen (s.10). Gökyüzüne ince bir öncek gibi (s.14) (...)”


Cemal Süreya “kasabalı Lorca” demekte çok haklı. Her bir yapıtında topumsalcı gerçekçiliğin derin izleriyle buluşturur bizleri çünkü. Onun şairliğini geliştirip dönüştüren, ulusalcı bir temelde ve sosyalist bir dünya görüşünde yapılanmasını sağlayan, yerelden ulusala, ulusaldan evrensele bir değişme ve gelişme çizgisinini izlemesini sağlayan ve yazar olarak kişiliğini evrilten bir başka şeyde öğretmenliğidir bence. Değişik yöre insanlarının içinde olması, ora insanın beslendiği değerleri görüp tanıması, bu değerlerden elde ettiği birikimlerini, kendi dünya görüşüyle yoğurup, yeni bir sentezle yapıtlarını yazması, onun yaşadığı her coğrafi iklimin insanıyla ne derece derin ilişkiler içinde olduğunu da göstermektedir. Özellikle “Kahveci Güzel’i (Çocuk şiirleri 1981), Üveyikler Göçerken (Çocuk romanı 1981),” adlı yapıtları, yalnız sıradan okur olarak bizlerin okumalarıyla sınırlı kalmamalıdır derim. Okullarda kaynak kitap olarak okutulmalı.

“İnsan doğulmaz, insan olunur” demişti Vedat Günyol, evinde yaptığımız görüşmelerin birinde. Zamanını anımsamıyorum. Ancak, insanın, salt doğuşuyla gelen ve doğasında varolan yetilerinin, onu insan yapmaya yetmeyeceği ve ona bir insan kimliği kazandıramayacağının nedenlerini konuşmuştuk uzun uzun. Yaşantı, yani ömür dediğimiz o sınırlı zaman dilimi içinde bütün olup-bitenler insanlaşmamıza eklenerek bizi insan yapar. Aklımız bizim bu çabamızda en büyük yardımcımızdır. Tanık olduğumuz her şeyi, yaşayıp biriktirdiklerimizi akıl süzgecinden geçirip, öyle katarız yaşantımıza. “İnsan doğar, insan yaşar insan biriktirir” çünkü. Buna biz de “insan paylaşırı” eklediğimizde, işte yukarda sözünü ettiğimiz insan olma serüvenimizin asıl anlamı çıkar ortaya ve karşımıza da Abdülkadir Bulut’u getirip oturtur. Bu süreçte öğretmen, insanlaşma çabamızın en büyük adımlarını bize attıranların başında gelir. Bilimin ışığı, bilginin coğrafyası öğretmen, yaşamını bir mum gibi sürdürür, sürdürmelidir de. Dibini karanlık, çevresindeki karanlığı aydınlığıyla boğarken, bir mum gibi eritir kendini. Bu erime onun tükenişi değildir. Bir başkalaşımın, bir aşkınlaşmanın uzun ve yorucu yolculuğudur şiirle yaşaması ve şiir yazması. Kendi özelindeki (ailesi) yoksunluklarıyla ilgili değildir o. Genelin halleri öylesine işlemiştir ki içine, genelin mutluluğu sağlanmadan, özel mutluluklarının sağlanamayacağına inanmıştır. Bugünün çıkarcı, sömürgen, bencil, yoz, kendini bilmeyen, halkını tanımayan bir yabancılaşmayı ta o zamandan gördükleri içindir ki, insanı karanlığa boğmak isteyenlerin tekerine çomak sokmadan da geri durmamıştır. Bedel ödememiş midir, tabi ki ödemiştir. Hem de zorbalığın zulmün, sömürgeci ve soysuz egemenin önünde dimdik ve düşüncelerinden ödün vermeden yapmıştır bunu. Yaşamda da geri düşmemiştir hiç (Taki, 8 Ağustos 1985 yılına kadar. Şimdi bir başka aşkınlıkta yaşıyor aramızda ama). Engellenmiştir. Hızı yavaşlatılmıştır. Yolu haramilerce kesilmiştir. Bezirganların oyununa gelmemiştir, kara tuzaklarına düşmemiştir. Alınıp götürülmüştür. İçeri atılmıştır. İşkenceden payına düşeni de yaşamıştır. Bütün bunları yaşarken şunu yapmamıştır: Düşmana teslim olmamış ve halkını satmamıştır.

“Büyüledin ekmeği yazan eli
Türküleri yerinden oynatan dili         
Ve sabahını yaşartan tütünü         
Sakladın boyna bizim oğlan          
Deli sürgüne duran narın             
Toprağı coşkuyla yaran sabanın          
Geleceği adına”

Burada anlatılan, çağrılan insan, artık eski insan değildir. Modern zamanların doğduğunu ve gelişmenin, değişimin kaçınılmaz sonucuyla er ya da geç karşılaşacaktır insan der. “Büyüledin ekmeği yazan eli” derken, Anadolu insanının alçakgönüllü bilgeliğine, hoşgörüsüne bir göndermedir bu aslında. Evet, Anadolu insanı, nasıl yaşadığını bilir. Toprağı tanır. Hangi toprakta nasıl bir bitki yaşayacağını da bilir. Ancak Anadolu insanı şunu da bilincindedir; bir bilgenin alçakgönüllü yapısı içinde: Ben hiçbir şey bilmiyorum! Aslında bu sözün altında yatan güçlü sezgisi, onun, yaşantıyla derin bir bağ içinde olduğunu da duyurur bize. Bu duyuruş, halkın bilge yanının, hayatı ne kadar açık, yalın ve gösterişten uzak yaşayışının da duyuruşudur.

Yukarda değinmiştim, bir kez daha yineleyeyim: Dil, ulusal ve bireysel kimliğidir insanın. Bizim, dünyanın hangi coğrafyasında, hangi ikliminde oluşumuzun, yaşayışımızın bir önemi yoktur aslında. Asıl önemli olan, insan dünyanın neresinde olursa olsun, ona kişiliğini bulduran, bir coğrafya edinmesini sağlayan, farklı bir ekin ikliminde varlığını yeşerten, “ben buraya, aitim ve dilim şudur, onun için buradayım ve bu topraklara aitim” diyebilen bir bilinci kişiye kazandıran dilidir. Diyor ki şairimiz:

Türküleri yerinden oynatan dili
Ve sabahını yaşartan tütünü
Sakladın boyna bizim oğlan…”

     Buradaki sözcükleri tek tek ele aldığımızda, hepsinin yüklendiği anlamların derinliğini de görmüş olacağız. Türküler, binlerce yaşanmışlığın ürünleridir, yüzyıllar ötesinden çağlayıp gelen bugüne. Ana izlekleri sevdadır/aşktır, ölümdür, gurbettir, hasrettir, özlemdir, sevinçtir. Sevdiklerini/sevdiğini kaybetmiş türkü yakmış halk. Sevmiş sevgisini, sevinmiş mutluluğunu ölümsüzleştirmenin tek yolu olarak türküyü görmüş türküde karar kılmıştır. Anadolu halkının alçakgönüllü, sessiz, ama kendine özgü duruşunu serer gözlerimizin önüne. Yaşadığını, saklamayı iyi bilir insanımız. Buradaki “saklamak” sözcüğünün yüklendiği anlam, onun tam da yaşantısıyla örtüştürüp, en çok da kendine yakıştırdığı yalın ve gösterişten uzak yaşayışıdır. Gerçekten de saklanır insan orada ve yaşadıklarının ulu orta bir şey olmadığının kendine özgü ve kişiye özel şeyler olduğu içindir ki saklanması gerektiğini düşünür.

“Ve sabahını yaşartan tütünü
Sakladın boyna bizim oğlan…”

diye derken şair, tam da sözünü ettiklerimizi söyler, gösterir bize şair.

“…Deli sürgüne duran narın              
Toprağı coşkuyla yaran sabanın          
Geleceği adına”

Gelecek burada, beklenen şey olmaktan çok, insanın çabaları sonunda gerçekleşecek ve yaşanacak bir umuda dönüşmektedir. Sürgünün boy vermesi, kendi doğası içinde, toprağın coşkuyla sürülmesi, sabanın toprakla buluşması vb. bütün bunlar, insanın yapıp ettikleridir ve alet-toprak-insan üçlemesinde bir geleceğin kurulmasının düş olmaktan çıkarılıp bir gerçekliğe dönüştürülecek, diyalektik bir sürecin adı olarak duyurulur. Her şey doğal yasası içinde gelişip büyür ve yok olur. Gelecek kurma düşü insanın, son bulmayacaktır. Doğal bir olguyla karşı karşıya olduğumuz ve bu olguyu halk söyleminde duyuran bir sesleniştedir “Geleceği adına” derken şair…

“(...)

“Yalnızca halkın şiiri ellerin anısını koruyabilir” diyor Neruda.

Bende şunu ekleyip şöyle demek istiyorum:

Halkın şiirleri yalnızca ellerimizin anısını korumakla kalmaz, ellerimizi ve de kalemimizi bütün kirlerden arındırıp dupduru akan bir şiir yazdırır bize/bizlere. Aslında Neruda’nın, kendi halk özelinde dile getirip ve hepimizin yüreğine su serptiği bu seslenişinin ardında, benim bu dile getirdiklerimin hepsi var. Çünkü, şairler, ister yaratı anında, ister ortaya çıkardıklarının işçiliğine başladığı atölye çalışmalarında olsun, kendilerini dış dünyaya kapatırken, “(…) halk, çamuruyla, toprağıyla, akarsuyuyla, maden cevherleriyle…” (Pablo Neruda. Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak)  uğraşıp bir yandan, öte yandan da türkülerini yakıp söylemeyi, çanak çömleklerini yapmayı hep sürdürdü, sürdürecek de hep. Bir yandan, kaybettiği eşinin, kardeşinin, yavrusunun, anasının, sevdalısının ardına düşüp ağıtlar yaktı, destanlar, masallar üretti, sevindi türkü yaktı, üzüldü maniler dizdi. Diğer yanda ulusal bayramlarını kutladı, kahramanlarını andı, baskılara, zulümlere, işkencelere, gözaltında kayıplara savaş açtı, hak aradı, düştü, vuruldu, öldü, yakıldı, yıkıldı. Yılmadı, direndi. Yaşama sevincini yitirmeden, umutlarına sarıldı tutundu.

Başlarına geçti birileri. Aldattı, kandırdı, sömürdü, aşağıladı. An oldu copuyla şehirlerde polisini üstüne saldı, gün oldu köyleri yakıp yıktı jandarmasıyla. Evler basıldı, kitaplar yaktırıldı, göz önünde, gözaltında eşleri, çocukları, kardeşleri, sevgilileri öldürüldü. “Ya sabır” deyip bekledi. Sabır taşı yarıldı da ondaki sabır, düşman çatlattı. Korktu, sindi, saklandı, aç susuz kaldı, uykusuz gecelerde sabahladı. Dayandı. “Acıyı bal eyleyip” sırat köprülerinde sınandılar, sınadılar yaşamalarını. Bana mısın demediler, bunca zulüm, onca işkence, onlarca, yüzlerce, binler, on binlerce kayıplar vermelerine karşın.

(...)

Bütün bunları onlar, kimsenin yardımı olmadan yapıyordu. Çanakkale’de, Trablusgarp’ta, Yemen çöllerinde, Balkanlarda, Kafkas cephelerinde savaşanlardı onlar. Öz yurdunu, Anadolu’yu “TÜRKİYE”ye döndüren Mustafa Kemal’imizin safında da yer tutandı onlar. Ve bugün, bu kararlı karanlığın üstümüze çullanmasına sebep olanlar da yine onlar. Çünkü filozofsuz bıraktığımız bu halkımızın başına, tabi ki geçecekti şarlatanlar. Ve öyle de oldu. Ama ben yine büyük şairimizin uyarıcılığına baş vurmayı yerinde buluyor ve onca sesleniyorum:

“(…)
Kabahatlisin demiyorum ama,
kardeşim
kabahatin çoğu sende diyorum
(…)”

Bir şair, doğal olarak bu kaynaktan beslenir ve beslenmek de zorundadır. Şiir, insanın bütün yarattığı güzelliklerin yanında, doğal olarak var olanların da anlamını kendinde barındırır. İnsanın yaktığı türküden, ağıttan, uydurduğu masaldan, söylediği manilerden, yaratıp diyar diyar anlatarak, kuşaklar boyu yaşattığı destanlardan, ekinde, yazıda, yabanda yapıp ettiklerinden, hamur yoğurup ekmek pişirmesinden, beslenmesinden, düğün dernek günlerinden, ölü gömme törenleriden… yani yaşamın bilcümle alanlarından tutun da, yağmura, güneşe, kara, rüzgara, fırtınaya, ağaca, kurda kuşa, çiçeğe böceğe doğada ki her bir şeye açık ve bunlardan beslenen bir şiir, halkın şiiridir ve türküleşerek bin yıllar ötesine taşınır; kuşak kuşak. Biz şair(!) olarak bunlara ne kadar yakın ve bunlardan ne kadar uzakta bir yaşam sürmekteyiz ki; buluşmalarımız kahve köşelerinde ya da sanal ortamlarda oluyor!  Peki halk nerede ve kimin peşinde?.. 

Bir sevdanın, bir halk durumunun ve de duruşunun, sıradan bir insanın gündelik yaşamının içinde yer alanlar, bir türkünün izleğini sürüp ve türküleşen bir içtenliği taşımıyorsa yazılan şiir, ona şiir denilmez. Olsa olsa kişiselliği tatmin eden bir söylenme şeklidir bana göre. Bugünün şiirini doğuran dünün, yani geçmişin şiirinin bilinmesi de yetmiyor, sağlam yapılı bir şiir oluşturmak için. Yani bir diğer deyişle geleneği olmayan şiirin çıkacağı yol, halkın tabanlarını patlattığı ve de tabanlarıyla derin yara izleri bıraktığı yol olmayacaktır, yeni şiirin gittiği yol. Diyalektik bir bütünlük imlemiyorsa, salt günün sıradan tüketim alışkanlıklarına yanıt verecek bir düşünce (ki, buna düşünce denemez) ekseninde dar, sığ, derinlikten, özden yoksun, iki boyutlu bir düzlem içinde anlamsız arayışların bir yönsemesi olarak sunuluyorsa, bu yazılanların, ne evrensel anlamda şiir uygarlığında, yani tarihinde, ne de ulusal şiir geleneği, tarihi bağlamında bir anlamı olacaktır. “Ötekinin” şiiri, “öteki” şiir-MİŞ gibi okunup tüketilecektir. Tıpkı günümüzdeki gibi, satılmış kalemlerinin yazdıklarının roman, şiir, öykü-yMÜŞ aldatmacalarında olduğu gibi...”(**)

*

Abdülkadir Bulut’u yeniden okurken, onun şiirleri bana bunları yaşattı ve yazdırdı. Kendimi ona daha yakın duyumsadım. Ve özüme özünden, şiirme şiirinden, insanlığıma insanlığından bir şeylerin eklendiğini duyumsadım derinden derine. Nicedir Bulut ve şiri üstüne bir şeyler yazmayı düşünüyordum. Metin Demirtaş ağabeyim, Abdülkadir Bulut üstüne Anamur’da bir armağan kitap hazırlandığını söylediğinde nasıls evindiğimi anlatamam. Benim de istersem yazabileceğimden söz edince, durulur mu, hemen sarıldım kitaplarına ve hakkında yazılanlara. Sindire sindire yeniden okudum yapıtlarını ve hakkında yazılanları. Benim yüreğimde yaşattığım sevgim, kafamdaki düşüncelerim, böyle dile geldiler kalemim aracılığıyla.

Kısa bir anımı buraya alıp, sözümü öyle bağlamak istiyorum:

2004 yılının, mayısıydı sanırım. İstanbul, ilkyaz coşkusuna bürünmüştü. Boğaz erguvan mevsiminin güzelliğini kuşanmış. Kıyıda yaşlı ve yorgun yalılar. Her mevsim yeşilliğini terketmeyen Beykoz sırtları, bu kez binbir tonuna bürünmüş yeşilin. Karşı kıyada Yeniköy, İstinye, Emirgan, Arnavutköy, Bebek... Ve Aşiyan... Vedat Günyol hasta. Maltepe Üniversitesi Hastanesi’nin 1306 nolu odasında yatıyor. Sonradan tanışıp dost olduğumuz Muzaffer Acun arkadaş gelmişti Vedat Günyol’u görmeye. Beş on dakika kalıp, hoş beşten sonra aşağıya indik, daha fazla yorulmasın istedik Günyol öğretmenimiz. Hastanenin karşısındaki çay ocağında oturuyoruz. Bir yandan çaylarımızı yudumluyor, bir yandan da Vedat Günyol’u konuşuyoruz. Bir ara şöyle bir şey söyledi Muzaffer Acun:

“Vedat Günyol, benim düşünce bahçemde koca bir çınar. Onu neresinden kavrarsak kavrayalım, mutlaka açıkta kalan bir yanı olacaktır.” demişti. Burdan sözmü Abdülkadir Bulut’a getirip, şunları sölylemek istiyorum: 

Hazırlanmakta olan bu kitapta, yazısı olan ustalar, kuşaktaşlarım, Abdülkadir Bulut’un dostları, arkadaşları, sevenleri, kendi pencerelerinden bakıp, birer portre çizdiler. Herkes kendisindeki Abdülkadir Bulut’u anlattı. Bütün portrelerin oluşturduğu bu kitapta, acaba anlatılanların ne kadarı Bulut ya da ne kadar kaldı anlatamadığımız yanı, Bulut’un? Bu sorunun yanıtını da sanırım, sonraki kuşaklar verecektir.

Toplumsalcı Hümanist Türk yazını ve şiirinde, şiirimize getirdiği Yörük Türkü sesiyle, estirdiği Türkmen havasıyla mavi sonsuzluğa göçüp gitti, zamansız. İçimiz dağlandı. Onun ardından şimdi yazılar yazıp övgüler diziyoruz. Benim, içim kanıyor buna. Keşke yaşasaydı da bunları yazmasaydım, diyorum kendi kendime. Ne yazık ki acı bir gerçekliğin içindeyiz. Bize düşen görevse, içimizi sızlatan bu acıya karşın dik durmak.

Yokluğunu her geçen gün daha da artarak duyduğumuz ve duyacağımız Abdülkadir Bulut’un anısı önünde saygıyla eğiliyorum...

Ucu telli bir bulut gibi düştü mavisinden ömrümüzün...

Biz sadece seyre daldık...

“(...)

Sözün kısası şu:

Toplumsal temeli, halk kaynağı olmayan bir şairin ömrü, gel geçtir. Şiirin ömrü de kumdan bir şato gibidir. En küçük bir deniz devinmesinin yarattığı dalga kımıldanışlarında yerle bir olacaktır. Şair de silinip gidecektir.

Yazımı, Neruda’yla tamamlayım istiyorum:

“(…)

Tüm şiiri canlandırması gereken saflığı ve gücü bana armağan edenler onlardır. Onların içinden geçerek dokunuyorum şiirin soyluluğuna, deriden, yeşil yapraklardan, sevinçten oluşmuş yüzeyine.

Onlar halkın şairleridir, gösterişsiz şairler, bana ışığı gösteren.” (***)

 

  

Dipnotlar:

(**) “Şiir Üstüne Kendimce Bir Deneme”. Özne Felsefe Sanat Seçkis. Kış 2006
(***) a.g. yazı
  
  Ali Ekber Ataş