Abdülkadir Bulut’u hiç tanımadım. Anadolu
coğrafyasının bereketli
topraklarının ayrı ayrı yerlerindeydik. O cumhuriyetin aydınlık ve
aydınlanmacı
bir öğretmeni olarak, köye ışık, köye bilgi,
insana insanlığını anlatadururken,
ben başka yerde, aynı amaç etrafında başka
öğretmenlerin ellerinde pişiyordum,
heyecanlı, umut dolu ve sabırsız. O’nu izleyen kuşaktan biri
olarak, yapıp
ettikleri salt benim açımdan değil, herkes için
önemliydi. Dahası halk için çok
önemliydi. Çünkü halkı
için yazıyor, halkından aldıklarını, bilimsel bir
duruşla ve kuşanmışlıkla geri vermeye çabalıyordu.
Çok erken yaşta kaybetmiş
olsak da, onu, bizlere bıraktığı; “Sen Tek Başına Değilsin (1976), Kahveci Güzel’i
(Çocuk şiirleri 1981), Üveyikler
Göçerken (Çocuk romanı 1981), Acılar
Yurdumdur (1981), Yakımlar (1982), Gözyaşları
da Çiçek Açar (1983), Sen
Tek Başına
Değilsin II 1984), Yurdumun Şiir Defteri (1985), Ülkemin Şiir Atlası (1987)” eserleriyle,
Toplumsalcı
Türk Şiirin önemli şairlerinden biridir.
Kısa zamanda
kendi sesini bulmuş, kendine özgü söyleyiş
güzelliğini yakalamış, özgün
şiirleriyle bizleri buluşturmuştur. Akılda kalıcı, dilde lirik ve
türküleşen
söyleyişiyle kalıcı bir şiir, yaşayan bir şiir yaratmıştır. Bulut, çok kısa
süren bir ömre, bütün bu
özellikleri içinde barındıran yapıtları sığdırmış
olmasıyla da, şiirimizde ve
yazınımızda her zaman yaşayacak ve her dönem kendinden
söz ettirecektir.
Cemal Süreya yıllar önce,
“Her
ölüm erken ölümdür”
demişti bir dizesinde. Ölümün insandan alıp
götürdüklerine bir karşı duruştur bu
sesleniş. Oysa, ölüme doğuyoruz her gün.
Öleceğimizi bile bile ve hiç ölmeyecekmiş
gibi sarılırız yaşama. İstemeden de
olsa kuşanıp ve yaşamımız boyunca bizimle birlikte
büyüttüğümüz en
büyük
korkumuzdur, ölüm korkusu. Belki de tüm
korkularımızın kaynağıdır bu! Herkes
için bu böyle midir, bilemiyorum. Kısası, şair, bu
ölüm gerçeğini bildiği
içindir ki, ölümsüzlük
peşinde koşan bir Gılgamış’tır.
Gılgamış, insanlığın bilinen en eski destanıdır.
Özünde,
tanrılarla insanların, düşlerle gerçeğin birbirine
sarılıp sarmalandığı,
karışıp, birbirinde eridiği diyalektik bir
bütünlüğün, mitolojik
örüntüler
dolu, lirik, akıcı, sürükleyici ve gizemli bir
yansımasıdır günümüze,
Anadolu’da yaşamış tarih öncesi insanların
yarattığı. Doğanın diyalektiği
içinde, mitolojik ögelerle bezenmiş anlatımıyla,
doğanın bütün gizlerini çözmek
ve içindeki korkularını yenmek isteyen insanın
serüvenidir. Aynı zamanda
insanın, çok yoğun bir savaşımın,
olağanüstü bir şekilde verilişini duyarız,
her bir satırında barındırdığı
öyküsünün derinliklerinde.
İçindeki savaşçı
ruhun kendisini alıp diyar diyar savurmasına aldırış etmeden,
önüne çıkan bütün
doğa engellerini yıkıp geçişini izleriz; tanrıların,
verimli, bereketli Anadolu
toprakları üstünde yaşayan Sümerlere kral
yapıp gönderdikleri Gılgamış’ın
kişiliğinde. Kafasına
koymuştur. İlle de ulaşacaktır “ölümsüzlüğe”insan, yani Gılgamış.
Tanrılara kafa tutar. Bir yol çizmiştir, bir yön
belirlemiştir kendisine. Bu uğurda vermiş olduğu o
büyük savaşımı, tanrıları da
kendi yanına çekmesini sağlamış ve ona engel olmamıştır
tanrılar da. Bu
öylesine büyük ve öylesine kararlı
bir savaşımdır ki, sonunda tanrılar ve
buyruğunda ki doğa güçleri, insanın bu
yüce direnişi karşısında, geri adım
atmak zorunda kalmışlardır. Kısası, bu masal, her
türlü doğa ve doğaüstü
güçler
karşısında insanın, boş inanlardan arınıp, kendi yolunu
çizecek akıl yetisine
sahip olduğunu da göstermiştir ona ve bilgiyle donanmasının
önemi üstünde
durur, belletir insana. Bu savaşında Gılgamış,
tüm insanlığın simgesi durumundadır ve burada insanın asıl
temel niteliğinin “bilmek ve
anlamak” olduğunu öğretmek
istemektedir bizlere. Evet, sonsuza kadar yaşamanın olanaksızlığını
öğrenip,
böyle bir gizin olmadığına o da inanmıştır sonunda. Ancak, “bilmenin ve anlamanın”
insan yaşamındaki yerinin öneminin de
ayırtına varmıştır artık. Yapıp ettiklerinin temellendiği asıl
nesnenin, “bilmek ve
anlamak” olduğunu öğretmiştir
insana. Yani her şeyin kendisinde başlayıp, yine kendisinde
bittiğini…
Buradan, özelde Abdülkadir
Bulut’a,
genelde de şaire dönersek, şöyle bir
çıkarımda bulunmamızı, sanırım hiç kimse
bir abartı olarak görmeyecektir. Şöyle ki:
Şair, yaşadığı gerçeklik
içinde ve bu gerçekliğin kuşattığı
dünyada, insani
her tür etkinliğin, doğadan kaynaklı bir etkinlik olduğunu
bilir. Ressam bunu
renk ve çizgilerle görsel bir şölene
dönüştürür. Müzisyen,
sesleri kullanarak
yapar bunu. Yontucu, taşa, çamura ve ağaca biçim
vererek bir anlama oturtur; mekan
ve uzam içinde. Şair ise, sözcüklerin
efendisidir ve onlara hükmederek
dışlaştırır kendisini. Aslında, genelde sanat, özelde de yazın
sanatlarının
anası olan şiir, insanın doğayla giriştiği bu savaşımda ve onunla olan
ilişkisinde, doğanın olanaklarından yararlanarak verdiği bir
denkleşmedir aslı. Kant, bir “deha dışlaşması”
olarak görür sanatı. Biz bir sanat yapıtını
ortaya koyarken/yaratırken, insani bir etkinlikte bulunmuş oluruz ve
doğaya
müdahale etmiş, doğaya kendimizden, yani insani olan bir şey
eklemiş oluruz.
Taş, çamur ve ağaç bir doğa nesnesidir. Sesler de
öyle; soyuttur ama duyarız.
Renk, bir ışık yanılsamasıdır ve ışığın nesnelere çarpıp
kırılarak yansımasıyla
gerçekleşen/nesneleşen bir doğa olayıdır aslı. Doğa varlığı
olan insan da bu
sürece; farklı ve değişimin yasaları doğrultusunda kendini
geliştirip
dönüştürerek
ölümsüzlüğe, sanat yapıtları
aracılığıyla varır. Bilim insanı
bilimsel alandaki yaratıcılığı, düşünürler
ise, insanın düşünce biçimini
değiştirip dönüştürmeleriyle bu
sürece eklemlenirler.
Sanat, toplumsal bir çabasıdır insanın.
Toplumsal bir çevrede doğar ve
toplumsal etkiler yaratarak, tek açılı
düşünüşün, dar kalıpları
içinde sıkışan
insana yeni açılımlar sunar. Ufuk zenginliği kazandırır. Tek
boyutlu
düşünceden, farklı ve çok boyutlu
düşünceye evriltip, geleceğe hazırlar onu.
Bulunduğu çevreye, topluma, toplumsal değerlere etkiler
yaparak değiştirip
dönüştürür. Her sanatçı,
çağının tanığıdır ve yaratı aşamasında yalnız ve
tektir. Doğum sancıları çeken annenin dünyaya bir
insan kazandırmasındaki
zorluk ve sonrasında ki yaşadığı/yaşattığı mutluluk ne ise,
sanatçının yaratı
aşamasındaki yaşadıkları da o dur. Kendisi ve yaratacağı yapıtın var
edilecek
olması önemlidir o an. Yaratma süreci uzun ve sancılı
bir dönemdir. Bu dönemde
sanatçı, bilerek ve isteyerek bu yalnızlığın
içine gömülür. Toplumsal
çevre, o
sıra sanatçı için kapanmıştır ve
dünyayla, yaşamla olan bağı, yemek içmek,
soluk alıp vermekle sınırlıdır ancak. Ne var ki sanatçı,
bilerek girdiği bu
durumda, toplumsal bir çabanın içinde olduğunun
da bilincinde ve de
ayırdındadır. Ne zaman ki, yaratıcı bir itiyle,
düşsel/düşünsel olan varlığı
dışlaştırıp bir yapıta dönüştürür,
işte o zaman sanatçı, toplumsal bir iş
görmenin mutluluğuyla, insanına/insanlığa karşı sorumluluğunun
hiç bitmediğini
duyumsar. Her bir etkinlikte yenilenip, yeniden başladığını duyar kendi
içinde.
Ve yapıtı aracılığıyla da bizlerin sorumluluklarının da hiç
bitmeyeceğini
söyler.
Kişiliğinde topladığı sıradışılıklarıyla
sanatçı/şair, toplumunun önünde
gider, ama halkından kopmaz. Halkın, yazıda yabandaki, bağda
bahçedeki, dağda
ovadaki yaşamının içindedir. Türkülerinde,
manilerinde, masallarında,
destanlarında, şiirlerinde, tekerlemelerindedir. Halkın acılarına
ortaklık
eder, sevincini onlarla paylaşır. Bir ölenine ağıt yakan
ananın hüzünlü
sesindedir. Gurbet yollarını bekleyen hasret yüklü
yüreklerin içindedir. Asker
yolu gözleyen bir yavuklunun umutlu bekleyişindedir
şair…
Bütün bunlardan beslenen şair,
şiirini bu toplumsal gerçeklikte ele alıp
işler. Kendine özgü bir biçemle, yeni bir
öz yaratıp çıkar okur karşısına.
Ölümün yaraşmadığı ve
öldüremediği insanlar vardır. Gılgamış,
Homeros, Hektor, Antik dünyadan Efesli
Heraklit, Sinoplu
Diyogenes, Atinalı Sokrates,
Descartes…
tarih öncesinden
seslenirler.. Bize geldiğimizde, bütün zamanları aşıp
gelen bir aşkınlıkta,
çağdaş zamanlarda da yaşayıp duracak olanlarımızı
düşünelim sesli olarak:
“Hararet nardadır
sacda değildir/Keramet baştadır taçda değildir/Her ne arar
isen kendinde
ara/Mekke’de Kudüs’te Hac’da
değildir diyen Haci Bektaş Velimiz,
“Yaratılanı hoş gör yaratan dan
ötürü” diyen Yunus,
“Yarın yanağından gayrı her
yerde hep beraber” diyen Bedreddin,
Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ve
“Düşman ormanına on bin balta gibi giren”
on bin mülhit ve mümin yoldaşları,
“Dönen dönsün ben
dönmezem yolumdan” diyen
Pir Sultan, Bolu Beyi’ne kafa
tutup, dağları mesken, Ayvazı yoldaş belleyen Köroğlu,
“Bulanmadan donmadan akmak ne hoş” diyen Mevlana, “Enel hak/hak
benim” dediği
için derisi yüzülen Nesimi,
tanrıyı
insanla betimleyen Hallacı Mansur,
mizahımızın, çağlar boyunca gürül
gürül kaynayıp akan gözesi Hoca
Nasreddin, ağlamanın güzelliğini
yürekte duyuran Bayburtlu Zihni,
Atatürk’ün esin kaynağı,
“”Fikri hür, irfanı hür, vicdanı
hür bir şairim” diyen
ve İlhan Selçuk’un demesiyle de “insan
şairi” Aydınlanmacı Tevfik Fikret..
günümüzü geldiğimizde,
“Ben size bilimin dışında
hiçbir inak (dogma) bırakmadım” diyen Mustafa
Kemalimiz ve Kuvayi Milliye ruhu, Nazım Hikmet, Aşık Veysel,
Vedat Günyol,
Orhan Burian, Cevat Şakir, Halikarnas Balıkçısı, Erol
Güney, Gafur Güney, Azra
Ersat, Ruhi Su, 1940 karanlığını yırtan “Fedailer
Mangası” yani “Acılı
Kuşak”tan Enver Gökçe, Rıfat Ilgaz,
Attila İlhan, Niyazi Akıncıoğu, Ruhi Su,
Melih Cevdet, Oktay Rifat, Orhan Veli, Sabahattin Ali, Sabahattin
Eyüboğlu… ve daha niceleri… Kısası,
hepsi de genelde insandan
yana, özelde de halktan yana oluşlarıyla yaşayan şairler ve
düşünürlerdir.
Abdülkadir Bulut, kendi dönemi içinde, akarını
yaratmış, özünü bulmuş,
Yörük ve Türkmen
ekininin bir ırmağı olarak dökülüp
karışmıştır şiir
deryamıza. Ve her bir dizesindeduyurur
bizlere bu özelliğini. Sesiz bir duruşu. Zorbalığa karşı bu
sessizlik büyük bir
dirence dönüşür. İlerdedir hep gitmek
istediği yerler. İlerlemenin, kaçınılmaz
ilerlemenin, değişimin, dönüşümün
ve gelişmenin yasalarını izler. Sosyalist bir
dünya görüşü ve insancı bir
düşüncenin şairidir. Genelde sanat anlayışının,
özelde şiirinin bir ayağı inandığı dünya
görüşü bağlamında halkın içine
kök
salarken, diğeri değişimin izinde koşturur ve yerelden ulusala,
ulusaldan
evrensele, bir gelişeme çizgisi izler.. Sosyal olaylara
bakışı, yapıtlarında
bunları ele alışı; haktan, hukuktan, emekten, sevgiden, barıştan,
kardeşlikten,
yurt sevgisinden yana bir duruş sergilemesi,
sömürüye, zulme, baskıya, işkenceye,
her türlüğü yobazlığa karşı oluşuyla da
halkın yüreğinde yaşayan bir Abdülkadir
Bulut’u çıkarmıştır
karşımıza. Türküler yadigarı bir söyleyiş
güzelliği vardır. Tek başına bir
dizede insanlığın ağıtları dile gelir kimi zaman. Kimi zamansa en
sıradan bir
olayın yaşamsal önemini duyurur bizlere.
Doğada her şey denge içindedir. En
yararsız olduğunu
düşündüğümüz, canlı ya
da cansız bir nesnenin bile doldurduğu bir boşluğun önemine
dikkat çeker. Onun
yararlı ya da yararsız oluşunu, onukaybettiğimizde, boşalan yerinin
dolmadığını gördüğümüzde farkına
varır
ve anlarız ki, her şey bir düzen içinde başlar ve
biter. Sırası gelenin yerini
yeni bir değişime bıraktığı gibi. Gerçi, kimi zaman sıra
dışı ölümlerle de
tanışırız. Tıpkı Abdülkadir Bulut’un,
8 Ağustos 1985
yılında, minibüsle
yaptığı bir yolculuk sırasında karşılaştığı ölüm
gibi. Bu, içimizi acıtan ve
her anımsadığımızda bizi derinden sarsan bir
ölümdür. Oysa, yapıp ettiklerinin
dışında bizlere söyleyecekleri, bizleri buluşturup
karanlığımıza mum dikeceği
nice yapıtları olacaktı. Olmadı! Ölüm onu
çok erken bir yaşta kucaklayıp
götürdü. Biz yalnızca yapıtlarına sarılıp
baktık ardından gidişinin.
Sahi, yapıtlarına sarıldık mı biz onun?
Yapıtlarında neleri işlediğini, niye şiirler
yazdığını ve en önemlisi neden
çocuklara şiirler ve romanlar yazdığını bilebildik mi
dersiniz?
Hiç sanmıyorum. Bu hazırlanan yapıt da,
benim bu sorduğum soruları çok
önceden sormuş olanların bir çabasının
ürünü sanırım. Üzerimize
düşen
görevlerimizi yerine getirmekte ne kadar geç
kaldığımızın da bir belgesi olacak
diye düşünüyorum…
Küreselleştirilen bir dünyada
insan teki, kimlik yitimiyle baş başa.
Ekinsel çürüme öylesine
büyük boyutlara ulaştı ki, insan, yaşadığı
topraklarına
yabancılaştı. Dahası, anne babasına uzak ve hiç olmadık
şekilde bir
yabancılaşmanın içinde büyüyor. Konuştuğu
dilden yediği yemeğe, giyim kuşamdan
eğlence anlayışına, oturup kalkmasından gezip tozmasına, hayatın her
alanında
ve kendini duyurduğu her anında yabancı bir ekin dayatmasının derin
izleriyle
karşılaşmak olanaklı. Ulusal ve bireysel kimliğin bir belirleyeni olan
“dil”,
anlaşılmaz bir şekilde “amerikanca” bir
söylem kalıplarına oturtulmakta ve
kendimizden uzaklaştırılmaktayız; farkında olduğumuz ya da olmadığımız
bir
şekilde. Oysa insan, yer yuvarlağı üstünde yaşadığı
coğrafyaya benzer. Havasını
içine çekip doldurduğu, suyundan
içtiği, toprağından beslendiği. Bağlı olduğu
ekinsel dokusu onun, kimliğinin bir yansıması olarak bu coğrafyadaki
zengin
çeşitliliğin bir tamamlayanı olarak durur karşımızda.
Herkesin kendine özgü bir yaşamı
ve yaşayışının kazandırdıklarıyla bu
zenginliği çeşitlendirdiği bilinir. İşte Abdülkadir
Bulut, bu çeşitliliğe, Yörük
ekininin dokusunu ekleyişiyle şiirimizi varsıllaştıran tipik bir
örnektir.
Yapıtları, bu ekinsel dünyanın değerleriyle
örüntülenmiş ve yeniyle buluşup
harmanlanmış. Yeni bir öz, yeni bir ses, biçem
olarak çıkmıştır karşımız.
Şiirlerindeki ses pekliği, imgesel bütünlük,
dizelerin yan yana, üst üste
istiflenişi, dizilişiyle genelde halk şiirinin, özelde,
doğanın dili Karacaoğlan’ın;
korkusuzluğu, çekinmezli
ve sakınmasızlığıyla Dadaloğlu ve Köroğlu’nun
çağdaşıdır Bulut.
1970’li yılların karmakarışık,
darmadağınık ortamında kendisini duyurabilen, en başarı dört
şairden biridir.
Dedik ya demin, insan yaşadığı coğrafyaya benzer diye. İşte bu
benzeşimin çok
çarpıcı örneğini oluşturan Bulut, bu
özelliğini bakın, “Bana”
adlı şiirinde
nasıl dile getiriyor:
“Bana bir gömlek dikebilir
misin sen Üstünde zeytin ekmek yenmiş Bir topraktan Bana bir gömlek dikebilir misin sen İki de cep yapabilir
misin göğsüne Bir dağ rüzgârından Bana bir gömlek
dikebilir misin sen Yıllardır benim sana
duyduğum/Hasretten”
(2 Temmuz 1984).
Lirik oluşu , çağrışımsal
özellikleri yurt kokan, toprağa ayağını basan bir
yapısıyla, şiir uygarlığımızın kilometre taşlarından biridir.
1974’ün bu genç
ve başarılı şairi coğrafyasının ve kendi özekininin bir
yansımasıdır
şiirimizde. 1968 Kuşağı’nın
yetmişlerdeki bu sesi için Müslim
Çelik,
şöyle bir değerlendirmede bulunuyor kısa ve öz olarak:
“Ona baktığımızda
Türkiye şiiri içinde güler
yüzlü, sosyalist, toplumsalcı ve çoğulcu
yeri olan,
Dadaloğlu’nun sesini duyuran, bir Türkmen şairi
görürüz”
Bu saptama yukarıda
sözünü ettiğim insan ve yaşadığı coğrafya
benzeşiminin
de bir öz değerlendirmesidir kanımca. Şairliğine bir de,
Akdeniz’e özgü
mitolojik kahramanları andıran bir yaşayış eklenince, karşımıza yeni
çağ/çağdaş
zaman motolojisinin yeni bir kahramanıyla karşılaşırız. Bu
söylediğim bir
abartı olarak alımlanabilir belki, ama “Nasıl
yaşıyorsan/Öyle düşünüyorsun
demek” diyen Enver
Gökçe’ye kulak kabarttığımızda
ve Bulut’un, felsefenin
toprağında büyümüş, yetişmiş olduğunu da
düşünecek olursak, bu söylediklerimin
abartıdan uzak, bir gerçeğin dile
getirilmesi olarak kabul edileceğini
düşünüyorum.. Burada Ali
F. Bilir’in söylediklerine dikkatinizi
çekmek istiyorum. Şöyle
diyor sayın Bilir:
“(...).
Ölümünden
iki yıl sonra, Can Yayınları'ndan, bütün şiirlerini
içine alan "Ülkemin Şiir
Atlası"
çıktığında, hemen alıp okudum. Okudum ve
büyülendim. Tanrım, şiir buydu işte!..
(...) Belleğimde imge yüklü şiirleri, onun izini
arıyor... Öyle ya, aynı
toprağın yetiştirdiği bir yazar ve şair olarak onun şiirlerinden bir
şeyler
katmalıydım hayata, hayatıma. Yaşamını halkına adamış bu şairimize vefa
borcumu
ödemeliydim. (...) "Sen tek başına
değilsin!", diyordu bana... “Sen tek başına değilsin/Yağmurda
koşan taylar
gibi/Ve toprağı iyice kavrayan/Kökler kadar akranın
var/Omuzlarında hayat ve
şiir/Alın terinde bir yürüyüş(...)”
(...) Eşine az rastlanan, büyük bir
yetenekle tanışıyordum. Ondaki soylu damar Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir
Sultan
ve Nâzım'dan; besleyici kaynak ise öz
kültürümüzdenden, kendi dilimizden,
Akdeniz'den, Yörük ve Şaman geleneğinden
süzülerek geliyordu. Hem gür sesli bir
şair, hem yumuşak bir Yunus Emre bilgeliği vardı söyleyişinde.
Su gibi duru,
coşkun bir çağlayandı sesi. Diyalektik bir bakışla
dünyaya egemen olmak için
değil, dünyadaki varlığını duymak, duyurmak için
yazıyordu belli ki. Onu
okurken kendi varlığını duyuyordu insan. Ayrıca, dilimizin,
güzel Türkçemizin
bütün olanaklarından yararlanarak,
özgün bir şiir dili yakalamıştı Bulut.
Kullandığı sözcük ve deyişlerin çoğu
yerel, bizim, kendi yöremizin, konuşma
dilimizin varlığıydı. Belki bin yıllıktı ama, şiirlerinde
büyüsel bir canlılık,
tazelik kazanıyor, evrensel bir söyleyişin yapıtaşlarına
dönüşüyordu aşağıda
örnek olarak sunduğum sözcük ve deyişler:
Okuntu, dulda, yavşan, yağlık,
günnük, evin, tahra, süygün,
sağdıç... Ekine orak salar gibi yiğitçe (s.33),
Deli süygüne duran narın (s.33) Oğul salan kovanlar
gibi (s.16), Bir güğüm gibi
taşıdım sırtımda (s.16), ve bir el dibeği olan kalbim (s.28), Şiire
kalem,
toprağa gönen (s.10). Gökyüzüne
ince bir öncek gibi (s.14) (...)”
Cemal Süreya
“kasabalı Lorca” demekte çok haklı. Her bir
yapıtında topumsalcı gerçekçiliğin derin
izleriyle buluşturur bizleri çünkü.
Onun şairliğini geliştirip dönüştüren,
ulusalcı bir temelde ve sosyalist bir
dünya görüşünde yapılanmasını
sağlayan, yerelden ulusala, ulusaldan evrensele
bir değişme ve gelişme çizgisinini izlemesini sağlayan ve
yazar olarak
kişiliğini evrilten bir başka şeyde öğretmenliğidir bence.
Değişik yöre
insanlarının içinde olması, ora insanın beslendiği değerleri
görüp tanıması, bu
değerlerden elde ettiği birikimlerini, kendi dünya
görüşüyle yoğurup, yeni bir
sentezle yapıtlarını yazması, onun yaşadığı her coğrafi iklimin
insanıyla ne
derece derin ilişkiler içinde olduğunu da
göstermektedir. Özellikle “Kahveci Güzel’i
(Çocuk şiirleri 1981), Üveyikler
Göçerken (Çocuk romanı 1981),” adlı yapıtları, yalnız sıradan okur
olarak bizlerin
okumalarıyla sınırlı kalmamalıdır derim. Okullarda kaynak kitap olarak
okutulmalı.
“İnsan doğulmaz,
insan olunur” demişti Vedat
Günyol, evinde yaptığımız
görüşmelerin birinde. Zamanını
anımsamıyorum. Ancak, insanın, salt doğuşuyla gelen ve doğasında
varolan
yetilerinin, onu insan yapmaya yetmeyeceği ve ona bir insan kimliği
kazandıramayacağının nedenlerini konuşmuştuk uzun uzun. Yaşantı, yani
ömür
dediğimiz o sınırlı zaman dilimi içinde
bütün olup-bitenler insanlaşmamıza
eklenerek bizi insan yapar. Aklımız bizim bu çabamızda en
büyük yardımcımızdır.
Tanık olduğumuz her şeyi, yaşayıp biriktirdiklerimizi akıl
süzgecinden geçirip,
öyle katarız yaşantımıza. “İnsan
doğar,
insan yaşar insan biriktirir”
çünkü. Buna biz de “insan
paylaşırı”
eklediğimizde, işte yukarda sözünü ettiğimiz
insan olma serüvenimizin asıl
anlamı çıkar ortaya ve karşımıza da Abdülkadir
Bulut’u getirip oturtur. Bu
süreçte öğretmen, insanlaşma
çabamızın en büyük adımlarını bize
attıranların
başında gelir. Bilimin ışığı, bilginin coğrafyası öğretmen,
yaşamını bir mum
gibi sürdürür,
sürdürmelidir de. Dibini karanlık,
çevresindeki karanlığı
aydınlığıyla boğarken, bir mum gibi eritir kendini. Bu erime onun
tükenişi
değildir. Bir başkalaşımın, bir aşkınlaşmanın uzun ve yorucu
yolculuğudur
şiirle yaşaması ve şiir yazması. Kendi özelindeki (ailesi)
yoksunluklarıyla
ilgili değildir o. Genelin halleri öylesine işlemiştir ki
içine, genelin
mutluluğu sağlanmadan, özel mutluluklarının sağlanamayacağına
inanmıştır.
Bugünün çıkarcı,
sömürgen, bencil, yoz, kendini bilmeyen, halkını
tanımayan bir
yabancılaşmayı ta o zamandan gördükleri
içindir ki, insanı karanlığa boğmak
isteyenlerin tekerine çomak sokmadan da geri durmamıştır.
Bedel ödememiş midir,
tabi ki ödemiştir. Hem de zorbalığın zulmün,
sömürgeci ve soysuz egemenin
önünde dimdik ve düşüncelerinden
ödün vermeden yapmıştır bunu. Yaşamda da geri
düşmemiştir hiç (Taki, 8 Ağustos 1985 yılına kadar.
Şimdi bir başka aşkınlıkta
yaşıyor aramızda ama). Engellenmiştir. Hızı yavaşlatılmıştır. Yolu
haramilerce
kesilmiştir. Bezirganların oyununa gelmemiştir, kara tuzaklarına
düşmemiştir.
Alınıp götürülmüştür.
İçeri atılmıştır. İşkenceden payına düşeni de
yaşamıştır. Bütün bunları yaşarken şunu
yapmamıştır: Düşmana teslim
olmamış ve halkını satmamıştır.
“Büyüledin ekmeği yazan eli Türküleri yerinden oynatan dili Ve sabahını yaşartan tütünü Sakladın boyna bizim oğlan Deli sürgüne duran narın Toprağı coşkuyla yaran sabanın Geleceği adına”
Burada
anlatılan, çağrılan
insan, artık eski insan değildir. Modern
zamanların doğduğunu ve gelişmenin,
değişimin kaçınılmaz sonucuyla er ya da geç
karşılaşacaktır insan der. “Büyüledin
ekmeği yazan eli” derken,
Anadolu insanının alçakgönüllü
bilgeliğine, hoşgörüsüne bir
göndermedir bu
aslında. Evet, Anadolu insanı, nasıl yaşadığını bilir. Toprağı tanır.
Hangi
toprakta nasıl bir bitki yaşayacağını da bilir. Ancak Anadolu insanı
şunu da
bilincindedir; bir bilgenin
alçakgönüllü yapısı
içinde: Ben hiçbir şey
bilmiyorum! Aslında bu sözün altında yatan
güçlü
sezgisi, onun, yaşantıyla derin bir bağ içinde olduğunu da
duyurur bize. Bu
duyuruş, halkın bilge yanının, hayatı ne kadar açık, yalın
ve gösterişten uzak
yaşayışının da duyuruşudur.
Yukarda
değinmiştim, bir kez daha
yineleyeyim: Dil, ulusal ve bireysel kimliğidir insanın. Bizim,
dünyanın hangi
coğrafyasında, hangi ikliminde oluşumuzun, yaşayışımızın bir
önemi yoktur
aslında. Asıl önemli olan, insan dünyanın neresinde
olursa olsun, ona
kişiliğini bulduran, bir coğrafya edinmesini sağlayan, farklı bir ekin
ikliminde varlığını yeşerten, “ben buraya, aitim ve dilim
şudur, onun için
buradayım ve bu topraklara aitim” diyebilen bir bilinci
kişiye kazandıran
dilidir. Diyor ki şairimiz:
“Türküleri yerinden oynatan dili
Ve
sabahını yaşartan tütünü Sakladın
boyna bizim oğlan…”
Buradaki sözcükleri tek tek ele
aldığımızda, hepsinin yüklendiği anlamların derinliğini de
görmüş olacağız.
Türküler, binlerce yaşanmışlığın
ürünleridir, yüzyıllar ötesinden
çağlayıp
gelen bugüne. Ana izlekleri sevdadır/aşktır,
ölümdür, gurbettir, hasrettir,
özlemdir, sevinçtir. Sevdiklerini/sevdiğini
kaybetmiş türkü yakmış halk. Sevmiş
sevgisini, sevinmiş mutluluğunu
ölümsüzleştirmenin tek yolu olarak
türküyü
görmüş türküde karar kılmıştır.
Anadolu halkının alçakgönüllü,
sessiz, ama
kendine özgü duruşunu serer gözlerimizin
önüne. Yaşadığını, saklamayı iyi bilir
insanımız. Buradaki “saklamak”
sözcüğünün yüklendiği
anlam, onun tam da
yaşantısıyla örtüştürüp, en
çok da kendine yakıştırdığı yalın ve gösterişten
uzak yaşayışıdır. Gerçekten de saklanır insan orada ve
yaşadıklarının ulu orta
bir şey olmadığının kendine özgü ve kişiye
özel şeyler olduğu içindir ki
saklanması gerektiğini düşünür.
“Ve
sabahını yaşartan tütünü Sakladın
boyna bizim oğlan…”
diye
derken şair, tam da sözünü ettiklerimizi
söyler, gösterir bize şair.
“…Deli
sürgüne duran narın Toprağı
coşkuyla yaran
sabanın Geleceği
adına”
Gelecek
burada, beklenen şey olmaktan
çok, insanın çabaları sonunda
gerçekleşecek ve yaşanacak bir umuda
dönüşmektedir. Sürgünün
boy vermesi, kendi doğası içinde, toprağın coşkuyla
sürülmesi, sabanın toprakla buluşması vb.
bütün bunlar, insanın yapıp
ettikleridir ve alet-toprak-insan üçlemesinde bir
geleceğin kurulmasının düş
olmaktan çıkarılıp bir gerçekliğe
dönüştürülecek, diyalektik bir
sürecin adı
olarak duyurulur. Her şey doğal yasası içinde gelişip
büyür ve yok olur.
Gelecek kurma düşü insanın, son bulmayacaktır. Doğal
bir olguyla karşı karşıya
olduğumuz ve bu olguyu halk söyleminde duyuran bir
sesleniştedir “Geleceği
adına” derken şair…
“(...)
“Yalnızca halkın şiiri ellerin anısını
koruyabilir” diyorNeruda.
Bende şunu ekleyip
şöyle demek istiyorum:
Halkın şiirleri
yalnızca ellerimizin anısını korumakla kalmaz, ellerimizi ve de
kalemimizi
bütün kirlerden arındırıp dupduru akan bir şiir
yazdırır bize/bizlere. Aslında
Neruda’nın, kendi halk özelinde dile getirip ve
hepimizin yüreğine su serptiği
bu seslenişinin ardında, benim bu dile getirdiklerimin hepsi var.
Çünkü,
şairler, ister yaratı anında, ister ortaya çıkardıklarının
işçiliğine başladığı
atölye çalışmalarında olsun, kendilerini dış
dünyaya kapatırken, “(…)
halk, çamuruyla, toprağıyla,
akarsuyuyla, maden cevherleriyle…” (Pablo Neruda. Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak)uğraşıp
bir yandan, öte yandan datürkülerini
yakıp söylemeyi, çanak
çömleklerini yapmayı hep
sürdürdü, sürdürecek de
hep.
Bir yandan, kaybettiği eşinin, kardeşinin, yavrusunun, anasının,
sevdalısının
ardına düşüp ağıtlar yaktı, destanlar, masallar
üretti, sevindi türkü yaktı,
üzüldü maniler dizdi. Diğer yanda ulusal
bayramlarını kutladı, kahramanlarını
andı, baskılara, zulümlere, işkencelere, gözaltında
kayıplara savaş açtı, hak
aradı, düştü, vuruldu, öldü,
yakıldı, yıkıldı. Yılmadı, direndi. Yaşama
sevincini yitirmeden, umutlarına sarıldı tutundu.
Başlarına geçti
birileri. Aldattı, kandırdı, sömürdü,
aşağıladı. An oldu copuyla şehirlerde
polisini üstüne saldı, gün oldu
köyleri yakıp yıktı jandarmasıyla. Evler basıldı,
kitaplar yaktırıldı, göz önünde,
gözaltında eşleri, çocukları, kardeşleri,
sevgilileri öldürüldü.
“Ya sabır” deyip bekledi. Sabır taşı yarıldı da
ondaki
sabır, düşman çatlattı. Korktu, sindi, saklandı,
aç susuz kaldı, uykusuz
gecelerde sabahladı. Dayandı. “Acıyı bal eyleyip”
sırat köprülerinde
sınandılar, sınadılar yaşamalarını. Bana mısın demediler, bunca
zulüm, onca
işkence, onlarca, yüzlerce, binler, on binlerce kayıplar
vermelerine karşın.
(...)
Bütün bunları onlar,
kimsenin yardımı olmadan yapıyordu. Çanakkale’de,
Trablusgarp’ta, Yemen
çöllerinde, Balkanlarda, Kafkas cephelerinde
savaşanlardı onlar. Öz yurdunu,
Anadolu’yu “TÜRKİYE”ye
döndüren Mustafa Kemal’imizin safında da
yer tutandı
onlar. Ve bugün, bu kararlı karanlığın
üstümüze çullanmasına sebep
olanlar da
yine onlar. Çünkü filozofsuz bıraktığımız
bu halkımızın başına, tabi ki
geçecekti şarlatanlar. Ve öyle de oldu. Ama ben
yine büyük şairimizin
uyarıcılığına baş vurmayı yerinde buluyor ve onca sesleniyorum:
“(…) Kabahatlisin demiyorum ama, kardeşim kabahatin çoğu sende diyorum (…)”
Bir şair, doğal
olarak bu kaynaktan beslenir ve beslenmek de zorundadır. Şiir, insanın
bütün
yarattığı güzelliklerin yanında, doğal olarak var olanların da
anlamını
kendinde barındırır. İnsanın yaktığı türküden,
ağıttan, uydurduğu masaldan,
söylediği manilerden, yaratıp diyar diyar anlatarak, kuşaklar
boyu yaşattığı
destanlardan, ekinde, yazıda, yabanda yapıp ettiklerinden, hamur
yoğurup ekmek
pişirmesinden, beslenmesinden, düğün dernek
günlerinden, ölü gömme
törenleriden…
yani yaşamın bilcümle alanlarından tutun da, yağmura,
güneşe, kara, rüzgara,
fırtınaya, ağaca, kurda kuşa, çiçeğe
böceğe doğada ki her bir şeye açık ve
bunlardan beslenen bir şiir, halkın şiiridir ve
türküleşerek bin yıllar ötesine
taşınır; kuşak kuşak. Biz şair(!) olarak bunlara ne kadar yakın ve
bunlardan ne
kadar uzakta bir yaşam sürmekteyiz ki; buluşmalarımız kahve
köşelerinde ya da
sanal ortamlarda oluyor!Peki
halk
nerede ve kimin peşinde?..
Bir sevdanın, bir
halk durumunun ve de duruşunun, sıradan bir insanın gündelik
yaşamının içinde
yer alanlar, bir türkünün izleğini
sürüp ve türküleşen bir
içtenliği
taşımıyorsa yazılan şiir, ona şiir denilmez. Olsa olsa kişiselliği
tatmin eden
bir söylenme şeklidir bana göre.
Bugünün şiirini doğuran dünün, yani
geçmişin
şiirinin bilinmesi de yetmiyor, sağlam yapılı bir şiir oluşturmak
için. Yani
bir diğer deyişle geleneği olmayan şiirin çıkacağı yol,
halkın tabanlarını
patlattığı ve de tabanlarıyla derin yara izleri bıraktığı yol
olmayacaktır,
yeni şiirin gittiği yol. Diyalektik bir
bütünlük imlemiyorsa, salt
günün
sıradan tüketim alışkanlıklarına yanıt verecek bir
düşünce (ki, buna düşünce
denemez) ekseninde dar, sığ, derinlikten, özden yoksun, iki
boyutlu bir düzlem
içinde anlamsız arayışların bir yönsemesi olarak
sunuluyorsa, bu yazılanların,
ne evrensel anlamda şiir uygarlığında, yani tarihinde, ne de ulusal
şiir
geleneği, tarihi bağlamında bir anlamı olacaktır.
“Ötekinin” şiiri,
“öteki”
şiir-MİŞ gibi okunup
tüketilecektir.
Tıpkı günümüzdeki gibi, satılmış
kalemlerinin yazdıklarının roman, şiir, öykü-yMÜŞ aldatmacalarında olduğu
gibi...”(**)
*
Abdülkadir Bulut’u yeniden okurken, onun şiirleri bana
bunları yaşattı ve
yazdırdı. Kendimi ona daha yakın duyumsadım. Ve özüme
özünden, şiirme
şiirinden, insanlığıma insanlığından bir şeylerin eklendiğini
duyumsadım
derinden derine. Nicedir Bulut ve
şiri üstüne bir şeyler yazmayı
düşünüyordum. Metin
Demirtaş ağabeyim, Abdülkadir
Bulut üstüne Anamur’da
bir
armağan kitap hazırlandığını söylediğinde nasıls evindiğimi
anlatamam. Benim de
istersem yazabileceğimden söz edince, durulur mu, hemen
sarıldım kitaplarına ve
hakkında yazılanlara. Sindire sindire yeniden okudum yapıtlarını ve
hakkında
yazılanları. Benim yüreğimde yaşattığım sevgim, kafamdaki
düşüncelerim, böyle
dile geldiler kalemim aracılığıyla.
Kısa bir anımı buraya alıp,
sözümü öyle bağlamak istiyorum:
2004 yılının, mayısıydı sanırım. İstanbul, ilkyaz
coşkusuna bürünmüştü.
Boğaz erguvan mevsiminin güzelliğini kuşanmış. Kıyıda yaşlı ve
yorgun yalılar.
Her mevsim yeşilliğini terketmeyen Beykoz sırtları, bu kez binbir
tonuna
bürünmüş yeşilin. Karşı kıyada
Yeniköy, İstinye, Emirgan, Arnavutköy, Bebek...
Ve Aşiyan... Vedat Günyol
hasta. Maltepe Üniversitesi Hastanesi’nin
1306 nolu
odasında yatıyor. Sonradan
tanışıp dost olduğumuz Muzaffer Acun
arkadaş gelmişti Vedat Günyol’u
görmeye. Beş on dakika kalıp, hoş beşten sonra aşağıya indik,
daha fazla
yorulmasın istedik Günyol
öğretmenimiz. Hastanenin karşısındaki çay ocağında
oturuyoruz. Bir yandan
çaylarımızı yudumluyor, bir yandan da Vedat
Günyol’u konuşuyoruz. Bir ara
şöyle bir şey söyledi Muzaffer
Acun:
“Vedat Günyol, benim
düşünce bahçemde koca bir
çınar. Onu neresinden kavrarsak kavrayalım, mutlaka
açıkta kalan bir yanı olacaktır.” demişti.
Burdan sözmü Abdülkadir
Bulut’a
getirip, şunları sölylemek istiyorum:
Hazırlanmakta olan bu kitapta, yazısı olan
ustalar, kuşaktaşlarım, Abdülkadir
Bulut’un dostları,
arkadaşları, sevenleri, kendi pencerelerinden bakıp, birer portre
çizdiler.
Herkes kendisindeki Abdülkadir
Bulut’u
anlattı. Bütün portrelerin oluşturduğu bu kitapta,
acaba anlatılanların ne
kadarı Bulut ya da ne kadar kaldı
anlatamadığımız yanı, Bulut’un? Bu sorunun yanıtını da
sanırım, sonraki
kuşaklar verecektir.
Toplumsalcı Hümanist Türk yazını
ve şiirinde, şiirimize getirdiği Yörük
Türkü sesiyle, estirdiği Türkmen havasıyla
mavi sonsuzluğa göçüp gitti,
zamansız. İçimiz dağlandı. Onun ardından şimdi yazılar yazıp
övgüler diziyoruz.
Benim, içim kanıyor buna. Keşke yaşasaydı da bunları
yazmasaydım, diyorum kendi
kendime. Ne yazık ki acı bir gerçekliğin
içindeyiz. Bize düşen görevse,
içimizi
sızlatan bu acıya karşın dik durmak.
Yokluğunu her geçen gün daha
da artarak duyduğumuz ve duyacağımız Abdülkadir
Bulut’un anısı önünde
saygıyla eğiliyorum...
Ucu
telli bir bulut gibi düştü mavisinden
ömrümüzün...
Biz
sadece seyre daldık...
“(...)
Sözün
kısası şu:
Toplumsal
temeli, halk kaynağı
olmayan bir şairin ömrü, gel geçtir.
Şiirin ömrü de kumdan bir şato gibidir. En
küçük bir deniz devinmesinin yarattığı
dalga kımıldanışlarında yerle bir
olacaktır. Şair de silinip gidecektir.
Yazımı,
Neruda’yla tamamlayım
istiyorum:
“(…)
Tüm
şiiri canlandırması gereken
saflığı ve gücü bana armağan edenler onlardır.
Onların içinden geçerek
dokunuyorum şiirin soyluluğuna, deriden, yeşil yapraklardan,
sevinçten oluşmuş
yüzeyine.
Onlar
halkın şairleridir, gösterişsiz şairler, bana ışığı
gösteren.” (***)
Dipnotlar:
(**)
“Şiir Üstüne Kendimce Bir
Deneme”. Özne Felsefe
Sanat Seçkis. Kış 2006 (***) a.g. yazı