Bir Kitabın Düşündürdükleri...

 

   


BİR KİTABIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİYLE YOLA ÇIKMAK
YA DA
KAVRAMLARLA DÜŞÜNME  ÖĞRETİLEBİLİR Mİ? (*)


 

Kavramlarla düşünme öğretilebilir mi?
Bunun yol ve yöntemleri var mıdır?
Varsa nelerdir?

Bu ve benzeri sorularla sık sık karşılaşıyoruz. Hele de yaşamını sorular üzerine kurmuşsa kişi.

Biz eğitimcilerin ve öğretmenlerin en çok zorlandıkları konu, karşılaştıkları zorluk burada başlıyor: İnsanlarımızın düşünmediği, düşünmeyi bilmediği ve daha da kötüsü, düşüncenin suç sayılıp gösterildiği tam da bu noktada düğümlenip kalıyor her şey ve ulusça köreliyoruz.

Acaba gerçekten durum böyle mi?

Yani, “insanların düşünmediği, düşünmeyi bilmediği ve düşüncenin suç sayıldığı” yargısı gerçekten doğru mudur?

Bu soruya hem ‘evet’ hem de ‘hayır’ yanıtı verilebilir.

Evet doğrudur. Çünkü, insanlarımız okumaya alıştırılmadıkları için, ne düşünmeyi ne de okumayı  seviyorlar ve düşünmeyi de bilmiyorlar ya da düşünmeyi düşünmüyorlar hiç.

“Hayır, bu kanı yanlıştır" diyoruz; çünkü insanlara “düşünme öğretilebilir.” Bunun yol ve yöntemleri vardır. Kişiden kişiye, toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değişiklik gösterse de, ortak nokta şu ki; bireyde doğuştan gelen herhangi bir eksiklik yoksa, her koşulda her kişiye “düşünme öğretilir”. Kişinin toplumsal konumu ve konumlanışıyla da yakından ilgilidir “öğrenme” edimi. Bir anlatıdan kimisi bir birim alırken, kimisi on birim yararlanabilir. Bunda çağın düşünce biçimi, kültürel doku, coğrafi etkiler, beslenme ve barınma koşulları, aile yapısı, yersel ve yöresel etmenler/özellikler, belirleyici olarak öne çıkan önemli unsurlardan bazılarıdır diyebiliriz. Bu durumda, yeter ki, “öğreten” bu yola baş koymuş, işini seven ve mesleğini özümsemiş biri olsun. Onun verdiklerini alacak, öğrenecek çok insan olacaktır. Bu kesin…

Yukarıdaki sorulara dönecek olursak, sorun, insanların düşünmesini bilmemelerinde değil, “düşünmenin öğretilememesinden” kaynaklıdır. Doğrudur, herkes olmasa bile, büyük çoğunluğumuz düşünmekten korkarız. Bedeli ağır çünkü. Kısası, suçun tarihinin de düşünceyle/düşünmeyle birlikte başladığını söylemek gerekir ilkin. Eski Yunan’a gittiğimizde, Sokrates’in, düşüncelerinden ötürü yargılanıp mahkemece suçlu bulunması ve baldıran zehiri içirtilerek öldürülmesini nasıl açıklamamız gerekirdi o zaman? Lut gölü balıkçılarını örgütleyip, dönemin egemenlerine karşı eyleme geçirten İsa da, düşüncelerinden ötürü suçlu bulunup çarmıha gerilmedi mi? Bize geldiğimizde ise, “enel hak” dediği için Nesimi, “Dönen dönsün ben dönmezem sözümden” diyerek başkaldıran Pir Sultan, Bolu Beyine kafa tutup dağları mesken, Ayvaz’ı yoldaş belleyen Köroğlu, “Yarın yanağından gayrı, her yerde her şeyde hep beraber” diyen Şeyh Bedreddin ve yoldaşı Börklüce Mustafa da düşüncelerinden ötürü suçluydular. Yakın tarihimizde gerçekleştirilen Sivas katliamında yakılan 35 can da düşüncelerinin kurbanı oldular. Yüzümüzü “batı”ya döndüğümüzde, “Dünya, hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında dönüyor” diyerek, Hıristiyan düşüncesine karşı çıkan Galieo Galile de öyle. Derebeylerinin ve büyük toprak sahiplerinin, destekleyip çıkarları uğruna kiliseye karşı kışkırttıkları Protestan Martin Luther de, düşüncelerinden ötürü yargılanıp aforoz edilmedi(ler) mi?. Neyse ki Galile, engizisyon önünde geri adım attı da son anda kurtardı canını.

Baskılar tarihsel bir süreç izler aslında. Baskıların oluş biçimleri, uygulanış şekilleri kendi dönemlerine, çağın özelliklerine göre farklılıklar gösterse de, temel anlayış hep aynı kalmıştır, ne yazık ki. Eski Yunan’daki baskı yöntemleri ve uygulanış biçimlerinin, günümüzdekilerden daha çok ya da daha az insani oluşunun hiçbir önemi yoktur. Din/kilise (din/cami) eksenine oturan, ortaçağın tek boyutlu, tek merkezli düşünce (aslında buna düşünce denemez) dizgesinde de, düşünen kafaları aynı son bekliyordu, günümüzde de aynı son bekliyor: Ya ölüm ya da yüzlerce yıla varan tutukluluk!..

Derisi yüzülerek suya yatırılan Nesimi, darağacında kırık bir boyunla ipin ucunda sallanan Pir Sultan, Şeyh Bedreddin ile Börklüce’nin uçup giden kelleleri ve kellesiz gövdelerinin çektiği acılar; Sokarates’in yaşadıkları, İsa’nın çarmıhta duydukları, Martin Luther’in tanık oldukları, Galileo’nun gördükleri de, çağımız/yüzyılımız sanatçılarının yaşadıklarıyla hep aynı şeyler aslında. Aralarındaki fark, çağlarının, dönemlerinin ve koşullarının kendi dönemlerine özgülükleriyle, uygulanış biçimlerindeki yol ve yöntemler konusunda ayrıldıklarıdır. Ama anlayış, daha da katılaşarak hep aynı kaldı:

İktidarları, şu ya da bu şekilde olsun, ellerine geçirenlerin, iktidarsızlıklarını giderme yollarından ilki, baskıya başvurmak olmuştur. Çözüm olarak da, sorunun asıl kaynağı diye bilip gördükleri sanatçıları, yazarları, şairleri, aydınları, düşünürleri … kısacası eli kalem tutan, dili söz söyleyen her aklı başında yurttaşı susturmakta bulmuşlardır. Başını kaldıranın kellesini uçurmuş, kafasını ezmiş, sesini yükseltenin ümüğünü sıkmış, boğazını kesmiş; failli meçhuller kervanına katmış, yazılı ya da sesli düşünenlerin ise, kalemini kırmak, sayfalarını kapatmak ve dilini koparmakta bulmuştur çareyi…

Kısası insanlık tarihi, düşüncenin de düşünenin de suç sayılıp ve suçlu bulunduğu tarihin kendisidir aslında. Düşünen her insanın suçlu sayılması bir tarafa, bizzat suçlu gösterilmesi, düşüncenin de her fırsat ve koşulda korkulması gereken bir olgu olduğunun sürekli vurgulanması, yaygın bir kanı ve kanıksattırılmış bir durum olarak, toplumca algılanmaya başlanmıştır artık. Öyle ki, düşünceyle başlayan suçun tarihine göz attığımızda, sayısız acı örneklerle karşılaşmaktayız. Bu durumda bize de, geçmişimizden devraldığımız bu ağır yükle yaşamak düşüyor. Düşünce uğurunda nice büyük insanın yaşamından olduğu bu onurlu savaşımının kalıtını, aynı bilinçle savunmak ve gelecek kuşaklara düşüncenin korkulan bir şey olmadığını göstererek devretmek düşecektir bize de. Tıpkı, bizden öncekilerin ve öncüllerimizin yaptığı gibi… 

Böyle bir gerçeklikle karşılaşınca insan, şüphesiz “düşünmeyi de” büyük bir sorun olarak, görüp algılıyor doğal ol(may)arak. İnsanlığın geçirdiği evrim ve tüm aşamaların yazılan tarihine bir göz attığımızda, düşünen insanların, şu ya da bu şekilde suçlu sayıldığını öğreniyoruz. Bu durumda mevcut düzene karşı düşünce geliştiren her kişi/birey/insan, hazır bir suçludur artık…  

 Kısası, “düşünmeyi öğretme, düşünmeyi düşünme” öğretilebilir bir etkinliktir. O halde, öğrenilebilir bir etkinlik olarak “düşünme”, herhangi bir konuda elde edilen birikimin, isteğe bağlı, bilinçli bir şekilde, özgün ve yaratıcı bir biçimde kişinin kendisinde dışlaşır ilkin. Yani öğrenme, “buluşların hazır beyinlere doğması” gibi, kişilerin hazırlığına da bağlıdır. Hazır bilinçlerde/bilinci hazır kişilerde gerçekleşir.

   

Yukarıdan beri vurguladığımız sorunlar ve bu sorunlara ilişkin sorularımızın yanıtlarına, her fırsatta ve her koşulda kolaylıkla verilecek “evet”lerimizin olduğunu/olabileceğini bilmeliyiz. Bu konuda, bize yol göstereceğini düşündüğüm ve üçüncü basımı Çınar Yayınları’ndan çıkan “Gelin Çocuklar Birlikte Düşünelim” adlı, bu çok önemli başucu kitabını yeniden okudum. Daha önceki okumalarımda olduğu gibi, bu okumamda da bana aynı şeyleri düşündürdüklerini fark ettim. Kitabın içeriğinde, her biri ayrı başlıklar altında verilmiş, farklı konular üzerinde, çocuklarla gerçekleştirilen “düşünme” etkinliklerinde, çocukların, doğru yol gösterildiğinde neler başarabileceklerinin somut örnekleri yer alıyor. Bütün kitap boyunca kendinizi, hem bir anne baba olarak, hem eğitimci, hem öğretmen olarak hem de bir okur ve veli olarak yeni baştan bir özeleştiri süzgecinden geçiriyorsunuz.  Geriliğimizin nedenlerinin, eğitimin ilk basamağı olan aileden, hatta anne karnına düşüşümüzden başladığını duyumsamaya başlıyorsunuz acı acı.

Bir eğitimci ve öğretmen olarak, ne böyle bir tablonun varlığı ne de böyle bir gerçeklikle karşılaşmış olmanın zorluğudur beni/bizi yılgınlığa iten şey. Yılgınlığımızın ve yorulmuşluğumuzun asıl nedeni kanımca, birey/kişi olarak tek tek hepimizin, insan mimarlığı da diyebileceğimiz öğretmenlerimizin mesleki sorumluluklarından uzaklaşmış ve ideallerini tüketmiş olmalarından ötürü yaşamaktayız bütün bunları. Öğretmenin, kendi dışında birçok neden sayılabilir, idealist düşüncelerini bırakmasını, mesleğinden ve eğitimci kimliğinden uzaklaşmasını sağlayan. Etkilerinin de büyük olduğu yadsınamaz bir gerçek. Hatta bizi kat be kat aşan bir büyüklükte olduğu da. Ancak, hiçbir neden insansız olamadığı gibi, insanın (ki, burada öğretmenden söz ediyoruz konumuz gereği) yerini alabilecek (soyut ya da somut) hiçbir varlığın da olamayacağı başka bir gerçek. İşte bu  gerçek insanın/öğretmenin ta kendisidir! Yeterli derecede etkimiz olmayabilir, gücümüzün tükendiği/tüketildiği anlarımız çok olmuştur. Yıkıldığımız yerden doğrulup kalkamayacak denli yorgun ve bitkin düşmüş de olabiliriz. Ayaklarımıza çelmelerin ardı ardına takıldığı, yüzüstü kapaklandığımız anlarımızın sayısını anımsayamayız bile. Her şeyin tükendiği, bittiği anlarımızın yılgınlıklarına karşı savaşmaktan yorgun düşen bir yüreğin, soluklanacağı bir anı bile olmayacak belki de. Belki de “teslimiyet bayrağını göndere çekmenin ve köşemize çekilmenin tam sırasıdır” deyeceğimiz o an gelip çatmıştır; kim bilebilir! Bu ve benzeri duyguları yaşadığımız, karmaşık düşüncelere kapıldığımız anlarımızda, küçük bir çocuğun gözlerindeki bakışların ışıltıları altında, minik elleriyle yorulmuş parmaklarımızı kavrayıp kendimize getirdiği de çok olmuştur bizleri. İşte bu anlardır bizi ayakta tutan ve direncimize direnç katan. Birkaç kez okuduğum elimdeki bu kitap bana bunları düşündürdü. Ve daha başka şeyleri de…

Kitapla ilgili kısa ve öz değerlendirmemi yazımın sonuna bırakıp, bana çağrıştırdığı şeyleri sizlerle paylaşmak isterim öncelikle. Şöyle ki:

“Öğretme ve öğrenme” ediminin tüm insanlar için ortak ve evrensel olduğunda, hemen herkes aynı düşüncededir kanısındayım. İki kişi arasında başlayıp ete kemiğe bürünür ve bir somutluk kazanır. Öğrenmenin olduğu kadar, öğrenme ortamının da bu koşullarda sürece etki ettiğini biliyoruz. Yaşamın her alanında olduğu gibi, herkesin birbirine bir şeyler öğrettiğini bilen insan, kendisini öğrenmeye hazırlayacaktır ki, istenilen sonuç alınabilsin.  Öğretmede yöntem ve tekniklerin olduğu kadar, öğrenme ortamının, koşulların ve öğretenin de, öğrenmeyi etkilediği, öğrenmeye etki ettiği bilinir. Ayrıca kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafyaya, toplumdan topluma da farklılıklar göster(ebil)mektedir. Ancak ne olursa olsun ve nasıl olursa olsun amaç, her durumda bireyin nitelikçe gelişmesini sağlamak, kişiyi düşünen, araştıran, soru soran, sorgulayan, yaratıcılığını kullanabilen ve özgünlüğünü koruyan insanlar olarak topluma kazandırmaktır. Bir düşünürümüzün de dediği gibi, “Benim için eğitim (biz buna herkes için diyelim ve öğretimi de ekleyelim. A.E.A), yaşamın tümünü kapsayan bir etkinliktir. Yaşamın değişimine koşut eğitim (öğretim. A. E. A), sürekli değişimi ifade eder. Şu halde, eğitici (öğreten. A. E. A) sürekli değişimi yaratacak yöntemleri düşünmeli, salt uygulamamalı, yaratmalı da (V.T)”.  

Bu gelişmenin ve değişimin doğal yasasıdır. Bu anlamda, her yenileşme eylemi, gelişme ve değişim sürecinde ortaya çıktığı coğrafya ve toplumda kendini dışlaştırırken, herkesçe benimsenebilir bir ölçüte ulaşması için belli bir zamana gereksinim duyar ve belli dirençlerle karşılaşır. İnsan, hem değişimin kendisi hem de gelişmenin merkezi olurken bu durumda, bütün bunlara karşı çıkanın da yine kendisi olması, bir zıtlık gibi durur karşımızda. Oysa, olaylara diyalektik bütünlük içinde baktığımızda, her şeyin olması gibi ve gerektiği şekilde ilerlemesini sürdürdüğünü görürüz. Çünkü, “Zıtlıkların çarpışmasından doğrulur her şey” diyordu Herakleitos. Çok yalın bir söyleyişle, bir bozguncunun olduğu yerde, düzenleyicinin bulunması doğal bir yasa gereğidir ve her şeyin bu karşıtlık içinde olup bitmesine bağlıdır. Biz bu çatışmanın ortasında, doğal yasanın öngördüğü gelişmeyi izler ve ileriye yönelik tutumlarımızı belirleriz. Ya gelişmenin ve değişimin izini sürer, çağdaş ve uygar dünyada ileri toplumlar içinde yer alırız ya da her iki olguya da kayıtsız kalıp, çağın gerisinde bir yaşama tutsak olur ve öyle sürdürürüz yaşamı(mızı). Düşüncemiz odur ki,  ilk seçenek her zaman ilk tercihimiz olmuştur. Cumhuriyetin temel değerleri bunlardır aynı zamanda ve biz bunlara 80 yıldır, hem kafaca hem de yürekçe bağlıyız…

“Öğretme ve öğrenme” bir bilinmezliği, anlaşılmayan olanı, anlaşılamayan bir konuyu, kavranılması güç bir durumu ortadan kaldırmak ve açık, anlaşılır, daha kolay kavranılır bir duruma getirmek için gerçekleştirilir. Bu süreçte kişiye kavratılan şeyler, onun yaşamıyla örtüşenler olsa bile, kişiyi değiştirip dönüştürecek bir nitelikte değilse, istenilen amaç da gerçekleşmeyecektir kuşkusuz. Kişinin yaşamını oluşturan değerler, öğrenme süreçlerinde verilenlerle örtüşmeli ve nitelikçe kişiyi, bulunduğu yerden alıp daha ileri bir düzeye ulaştıracak şeyler olmalıdır. Nesnel bir değerlendirmeden ve öğrenmeye açık, hazır bir durumdan söz ediyoruz burada. Birey, duygu ve düşünce olarak hazır değilse, öğrenme gerçekleşmeyecek. Öğrenmenin gerçekleşmesi, ve bireyi hazır duruma getirilmesi şüphesiz ki, koşulların ve olanakların olduğu kadar, öğretenin de en az öğrenen kadar hazır durumda olmasına bağlıdır. Karşılıklı etkileşimin ve anlaşılmanın sağlandığı süreçte, hem öğreten hem de öğrenen yeterli verimi alacaktır.

İşte sözünü ettiğimiz tüm bu olguların gerçekleştirilebilir şeyler olduğunu bize gösteren bir yapıttan söz etmek istiyorum kısaca:

Gelin Çocuklar Birlikte Düşünelim adlı bu yapıt, Nazan ve Zehra İpşiroğlu tarafından yayına hazırlanmış. Birinci ve ikinci baskıları Adam Yayınları tarafından, üçüncü baskısı da Çınar Yayınları’nca çıkarılan bu yapıt, baştan beri sorduğumuz sorular ve sözünü ettiğimiz sorunlara ışık tutuyor. “Çocuk yaştaki bir insana ‘kavramlar’ üstünde düşünmesini nasıl öğretebiliriz ya da ‘kavramlarla’ düşünmesini nasıl sağlayabiliriz?” sorularının yanıtlarını veriyor bizlere.

Sözünü ettiğim yapıt, bu ve benzeri soru ve sorunların yanıtlarını çok kolay, yalın, açık ve çok net bir şekilde gözler önüne seriyor. Nazan ve Zehra İpşiroğlu, hem “düşünme” edimini oyunlaştırıp, oyun içinde çocuklara sorumluluk bilinci aşılıyor; hem de çocuklara rollerini benimseterek, öğrenmeyi çabuklaştıran değişik denemelere girişiyorlar. “Düşünme Dersleri” diye adlandırdıkları bu etkinlikte, rol alan her kahramanın, kendisine ait bir kutusu ve içinde topladıkları malzemeler var. Bunlar; karikatürler, şiirler, öyküler, makaleler, denemeler, fotoğraflar… Kitap, “Düşünme Dersleri”, 1’den 6’ya kadar bölümlendirilmiş ve şu başlıklar altında okuyucuya sunulmuş:

“Çocuk ve Yetişkin Hakları, Yaşama Hakkı ya da Şiddetin Olmadığı Bir Dünya, Kadın Erkek Eşitliği, Medya Bilinci Ya da Medyaya Eleştirel Bir Yaklaşım, Çevre Bilinci, Demokrasi… Son bölümde ise, Yaratıcı Öğretim Nedir? Yaratıcı Öğretim İle Otoriter Öğretim”in karşılaştırıldığı genel bir değerlendirme yapılmış. Okuyucunun ilgi duyacağı ve ilginç bulacağı bu bölümde, “Yaratıcı Öğretim’le Otoriter Öğretim” karşılaştırılıyor. “Gelin Çocuklar Birlikte Düşünelim” kitabı, “okuyucuyu düşündürmeye yönlendiren ödevler ve sorularla, okuyucunun, baştan beri sözünü ettiğimiz kavramlar konusunda bilinçlenmesini ve duyarlılaşmasını amaçlamış”. “Öğrenmenin yöntemlerini gösterme-öğrenmeyi öğrenme, İpucu  verme yönlendirme-etkin katılım tartışması, Doğal gelişim, Öneri geliştirme-önerilerin dürtü işlevini görmesi, İletişim-diyalog, Gözlemcilik-Özdenetim-Sorumluluk, Sınavların önemini yitirmesi-Öğrencinin sınav için değil kendi için çalışması, Yön verme-Yönünü bulmaya çalışma, Deneysellik-heyecan-merak-yüksek motivasyon, Kitaptan bağımsız çalışma, Bilgi yığmacısının olmaması-nitelik, Ders modelinin öğrenciye göre oluşturulacak bir taslak olması,Değişim-dersin öğrenciye göre değişmesi, Öğrenciyle birlikte öğrenme, Çok yönlü ve eleştirel düşünme, Bireysel girişimcilik-yaratıcılık-öğrencinin kendisini keşfetmesi, Güleryüzlü öğretim-öğrenmenin ve öğretmenin tadını çıkarma, Kişilik gelişimi ve Özgürleşme gibi başlıklar altında Yaratıcı Öğretim” niteliklerinin kısaca anlatıldığı bu son bölüm, kitabın tüm kuramsal altyapısının da bir özeti gibi adeta. Kitapta yer alan konu başlıklarından da anlaşılacağı gibi, yukarıda adı geçen kavramların hemen hepsi de, her koşulda güncelliklerini koruyan kavramlardır. Çağdaş diye nitelediğimiz bu kavramlar, şüphesiz ki, çağdaş bir toplumunun inandığı ve savunduğu değerlerin başında gelmektedir.

“Peki çağdaşlıktan kastedilen şey nedir öyleyse?” diye, ilk elden sorulacak böyle bir soruya verilecek yanıt; aynı çağda bulunmak, ya da aynı çağı yaşamış olmak değil şüphesiz ki. Çağdaşlıktan kastımız, insan haklarından çevre kirliliğine, demokrasiden özgürlüklere, layik bir toplum düzeninden düşünce özgürlüğüne, eğitim-öğretim hakkından sıradan yurttaş olarak haklarımıza ve en azından eğitim-öğretimin ilköğretim ayağının, özel ve devletin tüzel kurumlarında parasız verilmesine dek, daha da çoğaltacağımız bu ve benzeri değerleri benimseyip onların gereklerini yerine getirmektir diye, özetleyebiliriz kısaca. Bütün bunları düşündüğümüzde, eğitim-öğretim yaşamımıza da şöyle bir dönüp baktığımızda görülecektir ki, en azından örgün eğitimin yapıldığı okullarımızda ve kurumlarımızda, yukarda saydığımız kavramların bazıları, ya ders olarak okutulmakta ya da başka bir ders kitabının içeriğinde yer almaktadır. Yani yabancısı olmadığımız bu konu ve kavramlar, gerek okullarda verilen eğitim-öğretim süreçlerinde ve gerekse eğitimin sürdürülebilir ve kendisini duyurduğu yaşamın her alanında, sıklıkla karşılaştığımız konu ve kavramlardır. Küçüğünden büyüğüne, yaşlısından gencine, kadınından erkeğine uzanan insan zincirinde, hemen herkes, az ya da çok bilgi sahibi bu konuda. Ama asıl sorun, bu kavramların hangi birilerinin ya da kaçının ne olup olmadığı üstünde, ne kadar kafa yorup yormadığımızda düğümleniyor. İster okullarda ders olarak verilip okutulsun, ister güncel yaşamımızda olsun, kişi, gerçek yaşamı ile bu kavramlar arasında bir bağ kurabiliyor mu? Gerçekler düşünüldüğünde ve “düşüncenin suç, kitaplarınsa suç ortağı” sayıldığı, bizim gibi bellek yitimi çabuk ve çok olan, düşünmenin öğretilmediği, gündemin sürekli ve de bilinçli olarak değiştirilip zihinlerin karıştırıldığı bir ülkede, bu soruya kolayca evet demeyi ne çok isterdik oysa. Oysa durum hiç de öyle gözükmüyor. Kısası, kavramlarla düşünmek, belli öğrenmeleri, belli araştırma ve okumaları, okuduklarını yorumlamayı gerektiren bir bilinç etkinliğidir. Çağdaşlığın ve uygarlığın ölçütleri sayılan bu kavramları gerçek anlamlarıyla öğrenip kavramış, düşünen, araştıran, sorgulayan, sorular soran bireylerden/kişilerden oluşmuş bir toplum, hem çağdaştır hem de uygar. Düşünmeyi bilmeyen, kavramları anlamayan, bunlara sırt çeviren, ezberci, tüketici, öğrenmekten uzak duran bir toplumun da, ne çağdaşlığından söz edilebilir bu durumda ne de uygarlığından.

İşte, Nazan ve Zehra İpşiroğlu, çağdaş ve uygar bir toplumun vazgeçilmezleri olan bu kavramları, çocuklarımıza, “en kolay ve çok çabuk bir şekilde nasıl öğretebiliriz?” sorusunun yanıtlarını, yaşayarak/yaparak vermişler bu kitapta. Duyular nasıl kullanılır? Kullanılırsa nelerle karşılaşılır? Düşünmeye açılan kapıların anahtarı gerçekten duyular mıdır?” gibisinden soruların yanıtlarını bulacağımız bu kitap, duyularını bilen, tanıyan, ama ne tür işlevleri olduğunun ayırdına varamamış çocuklarımız; büyüklerimiz, anne-babalar, hatta eğitimci ve öğretmen olarak en çok da bizler için hazırlanmış iyi bir yol gösterici ve başucu yapıtıdır diyebilirim. Kitabın arka kapağında yer alan kısa tanıtım yazısının son tümcesinde de belirtildiği gibi, “Çağdaş bir toplumun temel kavramlarını çocuklarımıza duyu algılarını kullanarak düşündüren, güncel yaşamlarında karşılaştıkları örneklerle o kavramları yeniden bulgulayarak öğrenmelerini sağlayan benzersiz bir yapıt…” bu kitap.

Hem hayali hem gerçek kahramanlardan yola çıkılarak yazılmış. Yazarın usta işi kurgusuna, olayların “diyaloglar” şeklinde sunumu eklenince, ortaya, kitabı baştan sona ilginç kılan çok önemli bir özellik çıkmış. 234 sayfadan oluşan bu yapıtta, 68 görsel malzeme (karikatür), 21 şiir, içinde köşe yazısından alıntıların yapıldığı, günlük, anı, mektup, deneme ve öykülerin yer aldığı, dokuz düzyazı metni bulunuyor. Son bölüm ise, “Okuyucudan Ayrılırken” başlığı altında, “Yaratıcı Öğretim Nedir?” konusuna ayrılmış. 1’den 6’ya kadar “Düşünme Dersi” başlığında bölümlendirilmiş olan kitapta, “Çocuk ve Yetişkin Hakları, Yaşama Hakkı ve Şiddetin Olmadığı Bir Dünya, Kadın Erkek Eşitliği, Medya Bilinci ya da Medyaya Eleştirel Yaklaşım, Çevre Bilinci, Demokrasi ve son bölümde Yaratıcı öğretim Nedir” gibi konular, Sokratik yönteme dayalı “diyaloglar” şeklinde, baştan sona görsel ve yazınsal örneklerle zenginleştirilerek okuyucuya sunulmuş. Sözünü ettiğim yapıtın, çok kolay okunmasının dışında, okuyucuyu kitapla bütünleştiren bu önemli  özelliği/yöntemi ise onu, tüm okullarda okutulması ve bulundurulması gereken önemli bir kaynak kitap yapmaktadır bence.

Gelin Çocuklar Birlikte Düşünelim yapıtının dili oldukça yalın, açık, anlaşılır. Pedagojik anlamda çocuğun dil bilincine uygun ve dilin olanaklarının ustaca kullanıldığı bir biçeme sahip. Dili zorlamadan çocuğundan büyüğüne, gencinden yaşlısına, kadınından erkeğine, anne babadan, abi kardeşe, öğretmeninden öğrencisine, eğitimcisinden bilim insanına, felsefecisinden sanatçısına… hemen herkesin okuyacağı, okutacağı bir baş yapıt çıkarılmış ortaya. Çocukların, gündelik yaşamlarında karşılaşsalar bile, algılamakta zorlandığı yukarıda saydığımız bu kavramlar, kitapta öylesine ustaca ve anlaşılır yalınlıkta işlenmiş ki, çocuk, doğrudan doğruya, hiç zorlanmadan düşünce eylemliliğinin içinde buluyor kendini. Yaşantı ve örneklem denkleşmesini çok iyi kotaran İpşiroğlu ikilisi, çocukların bulgulama, sorgulama yöntemlerine yönelmelerini, çok kolay bir şekilde güdülendirmekteler. Şüphesiz öğrenme de buna bağlı olarak çok çabuk gerçekleşmektedir.

Kanımca bu kitaba en çok gereksinim duyacakların başında, öğretmen ve eğitimciler olarak biz olacağız. Özellikle zihinsel yanılmaya açık ve ezber derslerinde okutulması gereken, öğretme tekniği ve yöntemi üstüne ilginç bir deneme kitabı bu. Hem öğreten hem öğrenen, karşılıklı ve sürekli bir, etkili iletişim içindeler. Yönetme yok, yönlendirme var. Kontrol altında tutmak yok, kontrolü çocuklara bırakmak ve onları gözlemlemek var. Müdahalecilik yok, yardımcı olmak var. Baskıcı ve çatık kaşlı öğretici yok, güleryüzlü ciddilik dağıtan bir öğreten var. Ezbercilik yok, çocuk yaratıcılığını ortaya çıkaran bir öğrenme etkinliği var. Sıkılmak yok, coşkuyla derse katılım var. Not yok, “kendi başarımı kendim değerlendiririm” var. Şikayet yok, bahane yok; çalışmak, var; üretmek var. Ezberleyip unutmak yok, uygulayıp öğrenmek ve öğrenmeyi kalıcılaştırmak var…

Çocuklar bu etkinlik süreci içinde birbirlerini hem tanıyor, hem sorguluyor, hem düşünce üretiyor, hem de eleştiri ve özeleştiri yapabiliyorlar.

Dahası, “öğrenmeyi” çok çabuk kavrayıp öğreniyor...

İyi okumalar…

  

(*)  Bu yazı, Hürriyet Gösteri’nin eylül 2007 sayısında yayımlandı.

  
 Ali Ekber Ataş