Kadife Çanta

 

 

Aynanın önündeki mahkeme bildirimini görünce; "Amcamın annemle ne alıp veremediği var ki?" diye düşündü. Elindeki paketleri mutfağa bırakıp odaya girdiğindeyse Türkân Hanım yattığı divanda ağlıyor, inlemelerinin arasına sıkıştırdığı bedduaları dudaklarından tükürür gibi savuruyordu.

— Odamdan kadife çantayı getir!

Kız şaşırdı; Çünkü ne zaman o çantaya dokunmak istese annesi hışımla:

— Bu çantaya kesinlikle dokunmayacaksın, anlaşıldı mı? Eğer bir gün dokunduğunu görürsem…

Diye başlardı tehditlere. Alışkındı bu tür söylenmelerine. Umursamadan yan odaya geçti. Kadife çanta sedirin üzerinde yarı açık, kimi evrak çevreye dağılmış öylece duruyordu. Demek ki az önce annesi odaya girip çantada bir şey aramıştı.

Yayılan kâğıtlara göz atmak istedi.

"Ya annem geliverirse!" düşüncesi bile ürkütmüştü onu. Aceleyle sedirin üstünde duran evrakı toparlayıp çantanın içine sıkıştırırken; dörde katlanmış, kenarları yer yer eprimiş pembe bir kâğıt düştü yere. Belki de annesinin sır gibi sakladığı şey buydu!

Göğüs kafesinin sıkıştığını hissetti. Beyninde zonklayan saatin tik takları mı, yüreğinin sesi mi anlayamadı. Kâğıdı açıp okumaya başladığında elleri titriyordu. Kâğıt, üç yıl kadar önce ölen babasının veraset bildirimiydi. Bildirimde bir tümce takıldı gözüne: Manevî kızı Sevinç GÜRLEK!

  Manevî kızı… Manevî kız! Bu ne demekti şimdi? Bu kelime balyoz gibi beyninin tam ortasına indi;  ardından da keskin bir bıçak gibi yüreğine saplandı. Yığılıp kaldı olduğu yere. Gözü duvardaki fotoğrafa ilişti. Siyah beyaz fotoğrafta annesiyle babası bir kanepeye oturuyordu. Sami Bey kızını kucağına almış, karısının omzuna sarılmıştı. Sevinç bu fotoğrafın ne zaman çekildiğini anımsamıyordu. Eve geldiği ilk günlerde çekilmiş olabileceğini düşündü. Türkân Hanım’ın içeriden bağırışıyla kendine geldi:

— Sevinç, nerde kaldın?

— Geliyorum!

Veraset bildirimini cebine koydu. Diğer kâğıtları çantanın içine gelişi güzel tıkıştırıp bir şey olmamış gibi annesinin yanına gitti. Çantayı uzattı.

      —Al anne!

     — Kaç saat oldu gideli?

     — Geldim işte!

Türkân Hanım yattığı yerde doğruldu.

      — Arkama şu yastığı koyuver.

      —Peki…

Dalgındı.

Türkân Hanım oflaya puflaya yanında duran sehpadan okuma gözlüğünü aldı. Yavaş hareketlerle gözüne yerleştirip kadife çantayı karıştırmaya başladı. Sevinç sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi "Anne" dedi, "Manevî kız ne demek?"

Yaşlı kadın çantadan başını kaldırıp gözlüğünün üstünden Sevinç'e baktı. Kız bu bakışlardan ürktü. Annesi zeki kadındı. Mavi gözleri alev topunu andırıyordu.  Önce derin bir nefes alıp bir süre tuttu içinde. Ardından da hırsla geri verdi. "Artık biliyorsun!"dedi. "Evet, benim kızım değilsin. Şimdi ne yapacaksın?" Yanıtlamasına fırsat vermeden devam etti sözlerine. "Eee, tabii hemen gidip anneni bulacaksın… Şimdi terk et bu evi! Hadi durma, defol! Bana ne mi olacak? Ne olacak canım, aldım büyüttüm, bu yaşa getirdim, hayırsız çıktı, beni terk etti" derim. “Zaten talihsiz bir kadınım.

Nereye gidebilirdi ki yıllar yılı anne bildiği kadını hasta yatağında bırakıp?

— Anneciğim olur mu hiç? Sen benim canımsın. Bundan sonra zorluklara hep birlikte katlanacağız

Türkan Hanım boşa geçtiğini düşündüğü yıllara mı, Sevinç'in dokunaklı yanıtına mıdır bilinmez, ağlıyor, hıçkırıkları arasında "Gideceksen kapı orada!" demeden de edemiyordu.

O kapı Sevinç’e hep yarı açıktı. Sınırlarını, hayattan neyi isteyip neyi istememesi gerektiğini de bilmek zorundaydı! Hadi bayramlarda kuzenlerine gösterilen ilgiden vazgeçmişti ama sebepsiz yere atılan dayakların, anneannesine ne zaman sokulmaya kalksa; "Alın şu piç kurusunu yanımdan" deyip minicik bedenini itelemesinin yanıtı buydu demek! İşte ona sunulan gerçek!

***

      Hayatını ikiye ayırmışlardı; doğum hakkını verenlerle, yaşama hakkını alanlar! Bunu o istememişti. Başkaları kendi adına karar vermiş, herkes bir bedel ödemişti. Peki, o neyin bedelini ödüyordu?  Bütün gece kıvrılıp yattığı yerde bunları düşündü. Elini cebine sokup sakladığı pembe kâğıdı yokladı. Birden babası düştü aklına. Yanı başındaki komodinin üzerinde duran fotoğrafa sıkı sıkı sarıldı.

— Güzel babacığım, sağlığında beni nasıl da kollar korur, "Prensesim benim, güzel kızım..."  derdin. Ne olurdu o veraset bildiriminde "Manevî" sözcüğü olmasaydı? Ne fark eder? Sen yine de babamsın! Sadece annem öz değil. Öyle değil mi? Of, uydurduğum diğer yalanlar gibi buna da bir inansam?

Fotoğraf göğsünde uykuya daldı…

***

Şubat ayının ortalarıydı, günlerden çarşamba. Acıları sona ermiş miydi acaba? Türkân Hanım evinden son yolculuğuna uğurlanıyordu. İstanbul karlar altında, soğuk, insanın iliklerine işliyordu. Cenazeye birkaç yakın dost ve akraba katıldı. “Topla artık kendini!" dedi can dostu Pelin. Defin işlemi bitmişti. O biraz daha kalmak istedi annesinin yanında. Arkadaşının kolları arasında zor duruyordu. Mezarın başına çökerek toprağını okşadı. Ölü toprağı karla karışınca daha da üşütmüştü narin ellerini. Aldırmadı. Dayanabildiği kadar kalacaktı...

— İstanbul hiç bu kadar kötü gelmedi gözüme Pelin. Şimdi ağlıyorum, neden? İnan bunu bile bilmiyorum. Annemi kaybettiğim için mi, yoksa geçmişime dair bütün sırları onunla beraber mezara gömeceğim için mi?

Neden ağladığını gerçekten bilmiyordu. Canı yanıyordu o kadar. Annesinin hastalığı döneminde geçirdiği zorlu yıllar, birkaç ay önce öğrendiği gerçek, ardında bıraktığı sorularla dolu geçmişi…

***

Son zamanda yaşadıkları onu iyice sarsmıştı. Anılar acıtıyor, soluk renkli duvarlar üstüne geliyordu. Köşede kalan birikimler de tükendi. Bir iş bulup çalışması gerekiyordu. Böyle hissettiği anlarda kendini dışarıya atıp, sokakları arşınlıyordu.

— Amcam annemi neden mahkemeye verdi? Ne alıp veremediği var bu adamın bizimle? Benim gerçek annem babam kim? Bu kadar bilinmezle nasıl başa çıkacağım? Of Tanrım, yardım et. Bir yerlerden başlamalıyım… Kadife Çanta!

Adımlarını sıklaştırdı. Bir an önce eve varmak istiyordu. Merdivenleri üçer beşer çıkıp kapıyı açtı. Ayakkabılarını bile çıkarmadan yan odaya geçti. Dolaptan Kadife Çantayı çıkartıp divanın üstüne ters çevirdi. İçindekiler dökülmüş, yıllarca tehdit altında sormaya bile cesaret edemediği gerçekler şimdi karşısındaydı. Annesinin günceleri, yetimhaneden alındığına dair belgeler, geçmişine ait ne varsa… Tek tek okudu hepsini. Okudukça yüreği daraldı.

— Lânet olsun! Beni alanlar isteklerine kavuştu. Şimdi pek çoğu göçüp gitti. Sırlarını da beraberinde götürdüler. İşte başka bir belge daha! Müzeyyen Hanım'a diye not iliştirilmiş. Müzeyyen Hanım? Amcamın kapı komşusu! Şükür o hayatta. İğrenç kadın! Kocası işsiz kaldığında amcam ona kaç kez yardım etmişti! Amcam neden o kadına yardım ediyordu? Bu kadın benimle ilgili her şeyi biliyor olmalı. Onu bulmalıyım.

***

         Müzeyyen Hanım pek hoşnut olmadı bu ziyaretten. Sevinç nasıl karşılandığına aldırmadan öptü yaşlı kadının ellerini. Müzeyyen hanım umursamaz görünüyordu.

         — Öğrenip de ne yapacaksın? Tamam artık, herkes yerinde mutlu olsun! Eğer gerçekleri bilirsen hayatın altüst olur. Bırak artık geçmişi karıştırmayı. Olan olmuş!

"Sanki hayatım alt üst olmadı! Bundan daha fazla ne olabilirdi ki?" diye geçirdi içinden:

— Ben her şeye hazırım. Kaybolmuş gibiyim. Hayatımın iki yaşına kadar olan kısmı yok. Hadi lütfen anlatın. Sandığınızdan daha güçlüyüm.

         — Annen yurt dışında bir hava yollarında hostes!

Dedi yarım ağızla…

— Baban kültürlü, iyi bir aileden geliyor. Bunu bil, başka soru sorma bana! Şimdi işim var…

***

 Müzeyyen hanım o zamanlar Salacak'ta amcasının evinin tam karşısındaki köhne binada oturuyordu. Eşi Yılmaz Bey’in Üsküdar'da bir fotoğrafçı dükkânı vardı. Kazandığını gece hayatında tüketirdi. Dar gelirliydiler.  Sonra nedendir bilinmez amca Tarık Bey, Müzeyyen Hanım'a oldukça yüklü bir para verdi. Müzeyyen Hanım bu parayla Salacak'ta daha iyi bir ev sahibi oldu. Bu neyin pazarlığıydı? Herkes bir şekilde çok iyi susturulmuştu.

— Haksızlık bu! Bu resmen bir insanı yok saymak…

***

Müzeyyen Hanım’dan başka bir şey öğrenemeyeceği kesindi.

— Teyzem! O bir şey biliyor olmalı...

Teyzesi Şükran Hanım, evliliği boyunca eşi tarafından horlanmış ama kendiyle barışık bir insandı. Sevinç’i karşısında görünce ağlamaya başladı. Sevinç, teyzesinin ellerini tuttu. Yalvaran gözlerle bakıyordu. Şükran hanım boş çevirmedi bu gözleri.

— Anlatacağım yavrum! Bütün bildiklerimi anlatacağım sana…

Koltuğa yaslandı, kıstı gözlerini. O günleri tekrar yaşıyordu.

— O gün yetimhaneye gittik seni almaya. Ablam bana senin öz annen tarafından nüfus kâğıdınla birlikte yetimhaneye bırakıldığını söyledi. Üzerinde eski bir elbise vardı. Dün gibi aklıma kazınmış… Kömür gibiydi gözlerin. Şaşkın, ürkek. Türkan annen yanında senin için yeni bir elbise getirmişti. Onu giydirmek istiyorduk. Sen istemedin, ağlamaya başladın. Sonra hep birlikte eve geldik. 

Sevinç ağlıyordu. "İnanamıyorum!" dedi. "Oysa manevî evlât olduğumu öğrendiğim gün Türkân annem sığ bir kuyuya atıldığımı, köpekler parçalamak isterken bir bekçi tarafından kurtarılıp yetimhaneye bırakıldığımı söylemişti. Ona göre beni doğuran kadın bir canavardı! ”

 — Ablam zor kadındı, çok da sinirli!  Sır saklayamayacağımı düşündüğünden hep bilmem gerektiği kadarını anlatır, ayrıntıları paylaşmak istemezdi.  Babanı çok kıskanırdı. Babanın sana olan ilgisini kendince yorumlardı. Bir keresinde bana: "Sevinç onun kızı. Gerçeği benden saklıyorlar!" dedi. "Abla nereden çıkarıyorsun bunları?" dediğimdeyse: "İnsan ancak öz evlâdını bu kadar sevebilir. Kimden peydahladıysa bunu bir öğrenebilsem, ah ah…"diye inlerdi. Yaşamındaki bütün olumsuzlukların acısını senden çıkarır gibiydi. Çok dayak yedin be yavrum çok… Bir keresinde komşular senin ağlamalarına dayanamayıp anneni polise şikâyet etmişler. Bu yüzden yetimhaneden görevliler gelip seni geri götürdüler. Artık akşam ne olduysa, bir kaç gün sonra babanla birlikte yetimhaneye gidip seni nüfuslarına geçirdiler.

Teyzesinin anlattıkları kor gibi yaktı içini. Eve geldiğinde gözleri kan çanağına dönmüştü. Odasına girip yatağına uzandı.

— Anımsamalıyım her şeyi anımsamalıyım! Üsküdar Toptaşı Caddesi, numara 33. Doğduğum tarih kayıtlara göre 10 Nisan 1970. Evimizin karşısında Halil Rüştü İlkokulu var. Ben orada okudum. Komşularımız Mobilyacı Celâl Amca, Kasap Yılmaz, Manav Aytaç Abi, Ciğerci Kenan, bir de Pelin çocukluk arkadaşım. Kapımızın önünde ne güzel oynardık onunla! Mahallenin maskotuydum, Üsküdar’ın sevgilisi… Biz oynarken gelip geçen komşular yanağımdan bir makas alırdı. Teyzem? Onlarla çok sık görüşmezdik galiba. Annem istemezdi. Tamam, onlar arka sokakta otururlardı… Evimiz on dokuz basamaklı, cumbalı, kâgir, üç odalı, arkadaki minik bahçesiyle âdeta bir saray yavrusuydu. Gece uyumadan önce Tanrı'ya dua ederdim; Tanrım, lütfen yarın sabah babam uyandırsın yine beni… 'Sabah onlardan erken uyansam bile yorganı yüzüme çeker, gözlerimi kapatıp babamı beklerdim. Babam sessizce odama süzülürdü. Onunla birlikte odaya mis gibi kokusu yayılırdı. Sonra başucuma gelir, saçlarımı okşar yanağıma bir öpücük kondurup. 'Prensesim uyan sabah oldu 'derdi. Kırpıştırdığım gözlerimi aralar, esneyip gerinirdim; sanki yeni uyanmış gibi. Hafta sonları babamla birlikte bahçedeki gülleri sular, onlara isim koyardık. Sonra annem beni yıkar uzun siyah saçlarımı örerdi. Ben de tahtıma oturur kralımı beklerdim. Baba kral odama gelir, 'mis kokulu prensesim, kara böceğim, sıhhatler olsun'der,  yanağımdan öperdi. Evet, annemle babam beni çok severdi… Amcam da beni çok severdi. Gerçi hiç belli etmezdi ama ben duyumsardım. Sanırım altı ya da yedi yaşlarındaydım. Bahçede kahvaltı yapıyorduk. Amcam geldi. Babamın yanında oturmuş bebeğimle oynuyordum. Yanıma gelip saçlarımı okşadı. Öyle tuhaf bir bakışı vardı ki… "Gözlerin" dedi, "Gözlerin tıpkı…" Sustu. Konuşmak istemiyor gibiydi. İlginç olan o an herkesin bir panik yaşamış olmasıydı. Sanki o tümcenin gerisini kimse duymak istemiyordu.

— Gözlerim tıpkı ne amca?

Anımsadıkları kopuk kopuktu. Ara sıra duvardaki fotoğraflara bakıp sanki ipuçları arıyordu gözleri.

— Babam Denizcilik Bankasında müdürmüş. Bir keresinde bana "Sen bizim uğur böceğimizsin. Bu eve geldiğin gün benim yıllardır beklediğim terfiim de geldi. Prensesim benim!" demişti. Türkan Annem dahil ailedeki geri kalan herkes benim uğursuz olduğumu söylerdi. Özellikle de anneannem! Ama bunun böyle olmadığını tek bilen, babamdı. 'Sen bu aileye gelen en hayırlı şeysin… ' Galiba o da benim uğurumdu. Çünkü hayatımda hiç bir şey onun ölümünden sonra asla eskisi gibi olmadı.

***

         Geçen yıllar acısını az da olsa dindirmişti. Hayat öylesine akıp gitti işte. Hep bir yanı eksik, yanıtlarını bulamadığı sorularla yaşamaya mahkûm… Gördüğü her yeni yüzde geçmişinden bir şey arayarak… .

— Babacığım seni çok özlüyorum. Biliyor musun senin manevî kızın olmak bile çok güzel! Küçükken sen seyahatlerde olduğun zamanlar, annem beni çok döverdi. Oysa sen eve döndüğünde sanki o kadın gider, bambaşka bir kadın gelirdi evimize. Ben sana hiç bir şey söyleyemezdim. Belki de bunları bilmemen iyi oldu. Değilse, ne çok üzülürdün benim için… Şimdi koskocaman bir kadın oldum ama hâlâ korkuyla uyandığım geceler seni sayıklıyorum. Kâbuslar peşimi bırakmıyor. Böyle gecelerde kan ter içinde uyandığımda yanımda yatan eşim, hep senden bir şeyler bulmak istediğim adam, telâşla kalkıp uykulu gözlerle beni sakinleştirmeye çalışıyor. Ama ben hâlâ çok korkuyorum.

Kapının ziliyle sıyrıldı düşüncelerinden. Kızı Damla gelmişti.

— Hoş geldin canım. Bu gün okulda neler yaptı benim prensesim?

—Oynadık. Arkadaşlarımla resim yaptık. Bahçede salıncağa bindik. Yemeklerimizin hepsini bitirdik anneciğim. Bu yüzden öğretmenimiz bize kocaman aferin verdi. Sonra da uyuduk.

— Aferin size.

— Anne, ben uyumak istemiyorum kiii. Ama öğretmenim uyumalısın diyooo.

— Öğretmenin haklı bebeğim. Uyumazsan nasıl büyüyeceksin. Hadi bakalım şimdi doğru banyoya. Yemek hazır, birazdan baban da gelir.

Damla’nın arkasından baktı kısa bir süre.

— Ne kadar güzel gözleri var. Tıpkı bana benziyor. Kömür karası.

Gülümsedi. "Hey tanrım nasıl da kendimi beğenirmişim? Evet, neden kendime haksızlık edeyim? Gözlerim güzel. Kızımın gözleri de tıpkı bana benzemiş.”

Durgunlaştı amcasının yıllar önce yarım kalan tümcesi geldi aklına. Bir de ona sorduğu soru:

— Ben gözlerimi kimden aldım amca?

  
  Buket Akkaya