İnsan derisinden abajur yapılır mı? Yapıldı!
İnsan çarmıha gerilir mi? Gerildi!
Gerilenlerden biri de sizin on sekiz yaşınızdır
diyelim
ki! Aradan
çeyrek yüzyıl geçmiş ve siz
yaşadığınızı unutmaya, olup biteni bir daha hatırlamamak üzere
ardınızda
bırakmaya niyetlisiniz çoktandır...
Akşam saatlerinde asıldığınız
Filistin askısında geceyi geçirip,
boynunuza asılı tepinen göbekli, insan azmanı bir ceberuttu
taşıyarak sabaha
daldan çözülen bir urgan gibi kendi
üzerinize kıvrılarak
döküldüğünüzü
unuttunuz. Boşalmış
kemiklerinizi,
kopmuş kol liflerinizi zaman sağaltır derken, bir kamyon lastiği
içine üç yüz
atmış derece büktürülüp
biçimlendirildiğinizi de unuttunuz. Bir kediyle, can
havli aynı torba içinde boğuşturulduğunuzu, sopalanarak
hoplattırılıp
zıplattırıldığınızı ve kedinin o torba içinde darbelenip
boğulduğunuzu ve sizin
o kanlı torbadan kırık kaburga kemikleriniz, tepeden tırnağa
morartılmış,
tırmalanmış etinizle çıktığınızı marifet saymayacak
yaştasınız diyelim ki bugün
artık. Elektrik şoku, falaka, burulan taşyağınız da umurunuzda değildi,
evet
bunu, çok önceleri yazmıştınız bir yerlere bezenti
olsun diye!
Ölümlerden
dönen ilk ve son kişi siz değildiniz işkencecilerin insafına
kaldığınız o
yerde. “Eh artık yoruldular, bakın işte kan da işiyorum, bari
ölüm sessizliğine
bıraksalar bari” diye
düşündüğünüz anda,
ölümlerden
ölüm beğendiriyorlar size: Diri diri kapatıldığınız
tabutluk
içinde, sahrayı kaç kez susuz
geçtiğinizi, sanrılar içinde hangi pınarın
düşünü
kurarken, hangi kâbusa uyandığınızı hatırlamayacak kadar uzun
bir zaman
geçmiştir aradan. Bedeninizdeki son damla suyun
çekildiği, gözlerinizin ferinin
büsbütün söndüğü,
belleğinizin gitgide eriyip boşaldığı, gerçeğin
kâbusa bulandığı
bir bekleyişin sonrasında, nihayet tabutluk kapısı açılır.
Orada geçen On Bir
gün ve geceyi toplam bir rakam olarak; dakikalardan,
saatlerden arınmış soyut
bir zaman olarak hatırlıyorsunuz şimdi; bir damla su
içirilmeden geçirdiğiniz o
sahrayı!
Önce söz vardı diyorlar, yalan!
Önce hava, sonra üzerinize
tutulan hortumdan akan suyun serinliği ve tam orda boğazlanmış bir
horoz gibi
çırpınışınız, can çekişiniz ve beyaz
gölekli bir Azrail’ in
görüntüsüne
uyanışınız yeniden... Sonrasında,
günler, haftalar boyunca kana kana içeceğiniz su,
susuzluğunuzu gidermeyecek;
susuzluk duygusu bir ukde olarak kalacaktır içinizde
aylarca... Hatırlayın!
Önceki hayatınıza yoldaş olan, yıllar
yılı tanış biliş
olduğunuz pek çok isim beleğinize tutunmaz oluyor o
günden sonra; tezgâhlanmanızı
tezgahlayan arkadaşlarınızın yüzünü, adını
unutuyorsunuz. Unutmak yeni bir
anlam oluyor kendince. Kırıldığınız, kırdığınız kim varsa
gençliklerine
bağışlansın istiyorsunuz; sırrı canından özge arkadaşlarınızın
hatırı için...
Ki sizin sağ çıktığınız mengenede asılı Zeyel Abidin
Ceylan’nın cansız bedeni
verilmiş bir ibret dersidir gençliğinize! Postanızdan asıl
kurban seçilmiş bir
kardeşinizdi o sizin. Hep 19 yaşının resmiyle duracaktır belleğinizde, şimdi siz yaşlanıyorken
de...
Sonra işte Mamak dedikleri askeri bir kampa
götürülüyorsunuz.
Orada ne yaşadınız geçelim. Yıl dönüyor,
salıveriliyorlar sizi. Dışarıda
özgürlüğü soluyacağınızı sandığınız
yerde, sokağa tanklarla egemenliğini ilan
eden 12 Eylül kışla düzenine yakalanıyorsunuz bu kez
de. Daha henüz askeri
kamptan salıverildiğiniz günlerin heyecanını
üzerinizden atamamışken, yeraltına
çekilmek düşüyor payınıza. Ve yıllar yılı
kaçıp, kovalanıyorsunuz; dön gele
aynı tezgâhta eski işkencecilerinizle karşılaşıyorsunuz. Daha
bir ustalaşmış görüyorsunuz
eski işkencecilerinizi. Daha bir şiddetle sıkıyorlar taşyağınızı! Kan
ve irinle
şişen ayaklarınızdaki postalların tabanı düşüyor
izbelikten izbeliğe o yerde.
Hiçbir anlaşmaya, ara
çözüme yanaşmıyorsunuz! Dik
başlılığınızla hep sorun çıkarıyorsunuz kendinize.
“Bağır, diyorlar bu falaka
saflı bitsin!”. Bağırmıyorsunuz! Bağırmamayı bir onur sorunu
haline
getiriyorsunuz. Ciğerlerinizi patlatırcasına tabanlarınıza inen
falakaya tercih
ediyorsunuz bağırmamayı. Bu yüzdendir çeyrek
yüzyıl sonra bugün hala taban
ağrısı çekiyor oluşunuz! Bunu geçelim. O
günlerden size hatıra, gövdenizde yer
edinen tümürü aldıracaksınız pek yakında;
ruhu şahadete ermiş
işkencecilerinizin kemikleri daha fazla sızlamasın diye! Bunu da
geçelim.
Elbette siz yine ne ilk ve son kişi değilsiniz
orada seksen
gün geçirip cemsellerle
Mamak’’a, Diyarbakır zindanına ve
Metris’e boca edilen.
Sizinle birlikte arkadaşlarınızın iniltileri, iç kanamaları,
zamana yayılmış
için için
öldürülmeleri de taşınıyor hapishanelere.
İnsan derisinden abajur
yapan krematoryumcuların, engizisyoncuların, cadı avcılarının,
Diyarbakır
zindanını mekan tutan zebanilere hasetle, mezarlarında ters
döndüğü o günlerde,
sizin Mamak’ta, Metris’’de
yaşadıklarınızın ne hükmü olabilir ki. Yıllar eğdirilmiş başların
utancı, sıkılı
yumrukların hıncı, kenetli kolların yoldaş sıcaklığı ve o pervasız
zülüm bitsin
diye bedenlerini çıra yapıp tutuşturan
“Dörtlerin” kahreden nidasıyla
geçip
gitti.
Tıkanmış tuvaletlerden, dipten köşeye
şilteler serili
ranzasız koğuşunuzun tabanını yalayarak maltayı dolanan lağımları, ve ekmeğinizi
paylaştığınız lağım farelerini
unuttunuz! Avuç
içleri sıktıkları
sopalar ve coplarla nasır tutan kaç devre asker terhis oldu
siz orda yatarken,
unuttunuz! Askeri
ring aracı içinde
dövüle dövüle
öldürülen yayıncı İlhan Erdost,
karayağız bir vesikalık olarak
silinmeye yüz tutmuş belleğinizde.
Aynı kapalı araç
içinde taşınıp
bırakıldığınız E Tipi’nin uzun koridorlarında kollarınız
arkadan büktürülmüş,
başınızı, ensenizi kollayamadan Buca Komando Taburunun kalas darbeleri
altında
hücrelere sürüklendiğiniz, hiç
ama hiç görmeden yıllarınızı
geçirdiğiniz
Aydın’ı, Nazilliyi hatırlamamanız da normal!
Vur emriyle arandığınız, kaçıp
kovalandığınız, vuruştuğunuz,
hapis yattığınız kentlerin duvarlarında; ya da terk edip gittiğiniz o
eski
evlerde, adreslerde asılı kalmış akran yadigârı solgun
vesikalıkların sureti
silinip gitti. Geçen zaman içinde farkındasız
boşaldı belleğiniz. Başka
başka iklimlerde yaşamayı öğrendiniz,
duymazdan – görmezden gelir bir rahatlık
içinde; siyasal
husumetlerden, egemen zalimliklerden
uzakta (!) yeni ülkeler buldunuz kendinize; yitip giden bir kuşağın sizde
saklı emanetini toprağın altında çürümeye
bıraktığınız yeri unutarak...
“Artık
unutayım,
bağışlamayı dileyen kim varsa onun papazı olayım,” diyorsunuz
da, Ebu Garip,
Guantanamo, F Tipi tabutlukları diye diye hatırlatıyorlar kendilerini
hiç
durmadan. Zülüm ve kemlik dileyen,
yüreklerinde fenalığın gölgesiyle dolanan
nobran, şerir o zavallılar ki, yıllar sonra şimdi
çocuklarınızın etini bedel
istiyorlar gençliğimizin bitmemiş hayaline karşılık! Ve biz
öyle nahif, öyle yufka yürekli, karıncaincitmez bir
sakınımla çekilmiş olsak
da bir kıyıya; amansız, soluk aldırmaz bir kaşarlanmışlıkla
yükleniyorlar
dünyanın dört bir kıyısında; bitmez bir
döngüyle sürüyor zebanilerin dansı!
Mel Gibson’un The
Passion adlı filmine konu edinilen Hz. İsa’nın son
on iki saatiyle çektiği
çile, iki saatlik bir film kurgusu içinde
İsa’nın (eşdeyişle insanın) uğradığı
işkence görüntülerinin ve abartılı kan
makyajının bile kimi seyircileri kalp
krizinden götürmeye yettiğini, ötekilerinse
sinema salonlarından ruhsal
sarsıntılarla çıktığını okumuşsunuz bir yerlerden. Tebaasından
gelecek lanete karşılık İsa’ya
işkence yapılmasıyla yetinilmesi emrini veren Romalı Vali, ondan talep
edilmiş
anonim histerinin karşılığı olarak tarihteki rolünü
alıyor... Filmde dikkate
değer bir detay var ki, insanın
kanını
donduran asıl yere işaret ediyor: İşkenceye alınmış insanın seyrine
toplanmış
kalabalığın arasında yer alan bir kadının kucağındaki masum bebeğin
yüzüdür
kameranın yöneldiği bu detay.
Bebeğin
yüzü ona gösterilen sahnenin
parçalayıcı itkisi altında ucube, şeytansı, sucu
paylaşmaya aday bir hilkat garibesine
dönüşür.
Ve
çünkü ortağı olunmaksızın, vahşet ve
işkence sindirilebilir bir şey
değil!
Anlayamadığınız bir tuhaflık daha var: “Asmayıp da
besleyelim mi” diyerek, anayasal
hükmüne % 98 onay alan
ve 17 – 18
yaşında Erdal Eren’i ipe gönderen Evren Paşa, 12
Eylül yıllarında bastonlu
bir yaşlıyı oynuyordu, “nitekim”,
çeyrek yüzyıl sonra bugün
bastonunu atmış, kısa donla dolaşıyor Marmaris koylarında, mezarlara
benzer kum
tepeleri yığıyor kıyılara, elinde plastik kovası ve küreğiyle
!..
Cellâtlar kurbanlarından uzun yaşar, bu
kesin!
|