Ceyrek Yüzyıl Sonra Bir 12 Eylül Klasiği

 

  
    

 

İnsan derisinden abajur yapılır mı? Yapıldı!

İnsan çarmıha gerilir mi? Gerildi!

 

Gerilenlerden biri de sizin on sekiz yaşınızdır diyelim ki!  Aradan çeyrek yüzyıl geçmiş ve siz yaşadığınızı unutmaya, olup biteni bir daha hatırlamamak üzere ardınızda bırakmaya niyetlisiniz çoktandır...  Akşam saatlerinde asıldığınız Filistin askısında geceyi geçirip, boynunuza asılı tepinen göbekli, insan azmanı bir ceberuttu taşıyarak sabaha daldan çözülen bir urgan gibi kendi üzerinize kıvrılarak döküldüğünüzü unuttunuz.  Boşalmış kemiklerinizi, kopmuş kol liflerinizi zaman sağaltır derken, bir kamyon lastiği içine üç yüz atmış derece büktürülüp biçimlendirildiğinizi de unuttunuz. Bir kediyle, can havli aynı torba içinde boğuşturulduğunuzu, sopalanarak hoplattırılıp zıplattırıldığınızı ve kedinin o torba içinde darbelenip boğulduğunuzu ve sizin o kanlı torbadan kırık kaburga kemikleriniz, tepeden tırnağa morartılmış, tırmalanmış etinizle çıktığınızı marifet saymayacak yaştasınız diyelim ki bugün artık. Elektrik şoku, falaka, burulan taşyağınız da umurunuzda değildi, evet bunu, çok önceleri yazmıştınız bir yerlere bezenti olsun diye!
 
       Ölümlerden dönen ilk ve son kişi siz değildiniz işkencecilerin insafına kaldığınız o yerde. “Eh artık yoruldular, bakın işte kan da işiyorum, bari ölüm sessizliğine bıraksalar bari” diye düşündüğünüz anda,  ölümlerden ölüm beğendiriyorlar size: Diri diri kapatıldığınız tabutluk içinde, sahrayı kaç kez susuz geçtiğinizi, sanrılar içinde hangi pınarın düşünü kurarken, hangi kâbusa uyandığınızı hatırlamayacak kadar uzun bir zaman geçmiştir aradan. Bedeninizdeki son damla suyun çekildiği, gözlerinizin ferinin büsbütün söndüğü, belleğinizin gitgide eriyip boşaldığı, gerçeğin kâbusa bulandığı bir bekleyişin sonrasında, nihayet tabutluk kapısı açılır. Orada geçen On Bir gün ve geceyi toplam bir rakam olarak; dakikalardan, saatlerden arınmış soyut bir zaman olarak hatırlıyorsunuz şimdi; bir damla su içirilmeden geçirdiğiniz o sahrayı! 

Önce söz vardı diyorlar, yalan! Önce hava, sonra üzerinize tutulan hortumdan akan suyun serinliği ve tam orda boğazlanmış bir horoz gibi çırpınışınız, can çekişiniz ve beyaz gölekli bir Azrail’ in görüntüsüne uyanışınız yeniden...  Sonrasında, günler, haftalar boyunca kana kana içeceğiniz su, susuzluğunuzu gidermeyecek; susuzluk duygusu bir ukde olarak kalacaktır içinizde aylarca... Hatırlayın! 

Önceki hayatınıza yoldaş olan, yıllar yılı tanış biliş olduğunuz pek çok isim beleğinize tutunmaz oluyor o günden sonra; tezgâhlanmanızı tezgahlayan arkadaşlarınızın yüzünü, adını unutuyorsunuz. Unutmak yeni bir anlam oluyor kendince. Kırıldığınız, kırdığınız kim varsa gençliklerine bağışlansın istiyorsunuz; sırrı canından özge arkadaşlarınızın hatırı için... Ki sizin sağ çıktığınız mengenede asılı Zeyel Abidin Ceylan’nın cansız bedeni verilmiş bir ibret dersidir gençliğinize! Postanızdan asıl kurban seçilmiş bir kardeşinizdi o sizin. Hep 19 yaşının resmiyle duracaktır belleğinizde,  şimdi siz yaşlanıyorken de... 

Sonra işte Mamak dedikleri askeri bir kampa götürülüyorsunuz. Orada ne yaşadınız geçelim. Yıl dönüyor, salıveriliyorlar sizi. Dışarıda özgürlüğü soluyacağınızı sandığınız yerde, sokağa tanklarla egemenliğini ilan eden 12 Eylül kışla düzenine yakalanıyorsunuz bu kez de. Daha henüz askeri kamptan salıverildiğiniz günlerin heyecanını üzerinizden atamamışken, yeraltına çekilmek düşüyor payınıza. Ve yıllar yılı kaçıp, kovalanıyorsunuz; dön gele aynı tezgâhta eski işkencecilerinizle karşılaşıyorsunuz. Daha bir ustalaşmış görüyorsunuz eski işkencecilerinizi. Daha bir şiddetle sıkıyorlar taşyağınızı! Kan ve irinle şişen ayaklarınızdaki postalların tabanı düşüyor izbelikten izbeliğe o yerde. 

Hiçbir anlaşmaya, ara çözüme yanaşmıyorsunuz! Dik başlılığınızla hep sorun çıkarıyorsunuz kendinize. “Bağır, diyorlar bu falaka saflı bitsin!”. Bağırmıyorsunuz! Bağırmamayı bir onur sorunu haline getiriyorsunuz. Ciğerlerinizi patlatırcasına tabanlarınıza inen falakaya tercih ediyorsunuz bağırmamayı. Bu yüzdendir çeyrek yüzyıl sonra bugün hala taban ağrısı çekiyor oluşunuz! Bunu geçelim. O günlerden size hatıra, gövdenizde yer edinen tümürü aldıracaksınız pek yakında; ruhu şahadete ermiş işkencecilerinizin kemikleri daha fazla sızlamasın diye! Bunu da geçelim. 

Elbette siz yine ne ilk ve son kişi değilsiniz orada seksen gün geçirip cemsellerle Mamak’’a, Diyarbakır zindanına ve Metris’e boca edilen. Sizinle birlikte arkadaşlarınızın iniltileri, iç kanamaları, zamana yayılmış için için öldürülmeleri de taşınıyor hapishanelere. İnsan derisinden abajur yapan krematoryumcuların, engizisyoncuların, cadı avcılarının, Diyarbakır zindanını mekan tutan zebanilere hasetle, mezarlarında ters döndüğü o günlerde, sizin Mamak’ta, Metris’’de yaşadıklarınızın ne hükmü olabilir ki. Yıllar eğdirilmiş başların utancı, sıkılı yumrukların hıncı, kenetli kolların yoldaş sıcaklığı ve o pervasız zülüm bitsin diye bedenlerini çıra yapıp tutuşturan “Dörtlerin” kahreden nidasıyla geçip gitti. 

Tıkanmış tuvaletlerden, dipten köşeye şilteler serili ranzasız koğuşunuzun tabanını yalayarak maltayı dolanan lağımları,  ve ekmeğinizi paylaştığınız lağım farelerini unuttunuz!  Avuç içleri sıktıkları sopalar ve coplarla nasır tutan kaç devre asker terhis oldu siz orda yatarken, unuttunuz! Askeri ring aracı içinde dövüle dövüle öldürülen yayıncı İlhan Erdost,  karayağız bir vesikalık olarak silinmeye yüz tutmuş belleğinizde.  Aynı kapalı araç içinde taşınıp bırakıldığınız E Tipi’nin uzun koridorlarında kollarınız arkadan büktürülmüş, başınızı, ensenizi kollayamadan Buca Komando Taburunun kalas darbeleri altında hücrelere sürüklendiğiniz, hiç ama hiç görmeden yıllarınızı geçirdiğiniz Aydın’ı, Nazilliyi hatırlamamanız da normal! 

Vur emriyle arandığınız, kaçıp kovalandığınız, vuruştuğunuz, hapis yattığınız kentlerin duvarlarında; ya da terk edip gittiğiniz o eski evlerde, adreslerde asılı kalmış akran yadigârı solgun vesikalıkların sureti silinip gitti. Geçen zaman içinde farkındasız boşaldı belleğiniz. Başka başka iklimlerde yaşamayı öğrendiniz, duymazdan – görmezden gelir bir rahatlık içinde;  siyasal husumetlerden, egemen zalimliklerden uzakta (!) yeni ülkeler buldunuz kendinize; yitip giden bir kuşağın sizde saklı emanetini toprağın altında çürümeye bıraktığınız yeri unutarak... 

 “Artık unutayım, bağışlamayı dileyen kim varsa onun papazı olayım,” diyorsunuz da, Ebu Garip, Guantanamo, F Tipi tabutlukları diye diye hatırlatıyorlar kendilerini hiç durmadan. Zülüm ve kemlik dileyen, yüreklerinde fenalığın gölgesiyle dolanan nobran, şerir o zavallılar ki, yıllar sonra şimdi çocuklarınızın etini bedel istiyorlar gençliğimizin bitmemiş hayaline karşılık! Ve biz öyle nahif, öyle yufka yürekli, karıncaincitmez bir sakınımla çekilmiş olsak da bir kıyıya; amansız, soluk aldırmaz bir kaşarlanmışlıkla yükleniyorlar dünyanın dört bir kıyısında; bitmez bir döngüyle sürüyor zebanilerin dansı! 

 Mel Gibson’un The Passion adlı filmine konu edinilen Hz. İsa’nın son on iki saatiyle çektiği çile, iki saatlik bir film kurgusu içinde İsa’nın (eşdeyişle insanın) uğradığı işkence görüntülerinin ve abartılı kan makyajının bile kimi seyircileri kalp krizinden götürmeye yettiğini, ötekilerinse sinema salonlarından ruhsal sarsıntılarla çıktığını okumuşsunuz bir yerlerden. Tebaasından gelecek lanete karşılık İsa’ya işkence yapılmasıyla yetinilmesi emrini veren Romalı Vali, ondan talep edilmiş anonim histerinin karşılığı olarak tarihteki rolünü alıyor... Filmde dikkate değer bir detay var ki,  insanın kanını donduran asıl yere işaret ediyor: İşkenceye alınmış insanın seyrine toplanmış kalabalığın arasında yer alan bir kadının kucağındaki masum bebeğin yüzüdür kameranın yöneldiği bu detay.  Bebeğin yüzü ona gösterilen sahnenin parçalayıcı itkisi altında ucube, şeytansı, sucu paylaşmaya aday bir hilkat garibesine dönüşür.  Ve çünkü ortağı olunmaksızın, vahşet ve işkence sindirilebilir bir şey değil!

 Anlayamadığınız bir tuhaflık daha var:  “Asmayıp da besleyelim mi” diyerek, anayasal hükmüne % 98 onay alan  ve 17 – 18 yaşında Erdal Eren’i ipe gönderen Evren Paşa, 12 Eylül yıllarında  bastonlu bir yaşlıyı oynuyordu, “nitekim”, çeyrek yüzyıl sonra bugün bastonunu atmış, kısa donla dolaşıyor Marmaris koylarında, mezarlara benzer kum tepeleri yığıyor kıyılara, elinde plastik kovası ve küreğiyle !..

Cellâtlar kurbanlarından uzun yaşar, bu kesin!

 
 

  
  Emirali Yağan