Merhaba Sevgili Aysun,
Günlerden yirmi haziran, çıktık yola... Bu yolculuğumuzu değişik
açılardan ele alarak sana yazmak istiyorum. Almanya’nın Düsseldorf kentinden
Türkiye’nin serhat şehri olan Edirne’ye kadar bizimle bir yolculuğa ne dersiniz?
Bak birden gözlerinin içi güldü, “evet” der gibi bir bakış fırlattın. Buyurun
öyleyse...
Yirmi haziran benim için çok
önemli tarihlerden birisi. Bu tarihte iki defa memleketime doğru yola çıktım.
İlkinde sabah Düsseldorf’ta kahvaltı ettik, öğleyin İstanbul’da yemek yedik ve
akşamda Denizli’deki köyümüze vardık: Yani, senin anlayacağın; yolculuğumuz
uçakla sürdü. Fakat, bu yolculuğumuz uçakla değil; karayolu ile sürecek.
Biliyorsun,
geçen sene evde
düşmüştüm ve sağ ayağım dizden kırılmıştı. Uzun
süren tedavilerin neticesinde,
geçtiğimiz yıl sonuna doğru ayağa kalkabildim ve ocak ayındada
tekrar çalışmaya
başladım. Arabam ile Türkiye’ye izine gitmem için;
doktorum, Mayıs ayının
sonunda karar verdi. Araba ile Türkiye’ye gitmek fikrimiz;
bir çok eşi dostu
derin düşüncelere saldı. Herkes bir şeyler
söylüyordu. Kendi açılarından
söyledikleri ve ileri sürdükleri fikirlerinde
haklıydılar. Kendimi bildim
bileli yürüme engelliydim ve aynı zamanda da tekerlekli
sandalye bağımlısıydım.
Başkalarının engel olarak gördüklerini; belki ben, bir engel
olarak
görmüyordum. Bütün bu durumları beynimde ve
yüreğimde; gerçekçi açıdan
düşünüp,
yapabileceğim işleri akılcı olarak ele aldığım için; bu
yolculuğu kesinlikle ve
başarılı olarak yapabileceğime inanmıştım. Başarmak için,
insanın önce inanması
gerekir. İnsanın yüreğinde ve beyninde başaracağına dair inancı ve
ümidi
olmazsa; zaten başaramaz. Hanım ve iki çocuğum ile yalnız olarak
bu yolculuğa
çıkmak istediğimizi söylediğimiz zaman, yine bir çok
eş dost çekincelerini
ortaya koydular. Unna Brambauer’de oturan ve oğlunun birisi
tekerlekli sandalye
bağımlısı bir aile dostumuz ile beraber yola çıkmaya karar
verdik. Ve yirmi
haziran günü çocuklar okuldan karnelerini aldıktan
sonra ver elini Türkiye
deyip, yola koyulduk. Yol arkadaşımız Gültekinlerle
Aschefenburg’da buluştuk.
Tekniğin
de verdiği imkanlarla
yolumuza devam edip, ilk olarak Avusturya’da konakladık. Benzin
istasyonları,
çağdaş göçerlerin taşıtlarıyla doluydu. Türk
milleti tarih boyunca Orta
Asya’dan dünyanın bir çok yerine göç
etmişti. Şu anda Türkiye, iç ve dış göç
veren bir ülke durumundadır. Anadolu’da adeta köyler
boşalmış bir haldedir.
Benim çocukluğumda yaklaşık ikibin nüfuslu olan
köyümüzde, bu sene öğrendiğime
göre altı yüz elli kişi ikamet ediyormuş. Yalnız Federal
Almanya’da üç yüz ellinin
üzerinde köylümüz yaşamaktadır. Avrupa’nın
bir çok ülkesinde, hatta, diğer
kıtalar olmak üzere dünyanın beş kıtasında yaşayan
köylümüz var. 1962 yılında
rahmetli babamla başlayan “misafir işçilik” adı
altındaki çağdaş göçerlik,
bizimle devam etmektedir. Belli bir zaman Avrupa’nın bir
ülkesinde çalışan
köylülerimiz, biriktirmiş oldukları hasretlerini
yüklenerek, yazın köyün yolunu
tutmaktadırlar. İşte bu benzin istasyonu da bu göçerler ile
dolmuş vaziyette.
Park ettikleri arabaları yanında, kurulmuş olan yer sofraları, acele
acele
yemek hazırlayan bayanlar, yere serilmiş hasır veya battaniyeler
üzerine
uzanmış sürücüler, yorulmuş olan
sürücülere inat, bağırarak oynaşan çocuklar,
gaz ocaklarında hazırlanan çorbalar ve çaylar, bu
rengarenk görüntüyü
tamamlamaktadır. Yemekten sonra ağırlaşan göz kapakları ve bir
kenara kıvrılıp
uyku namına vakit geçirmek. İnsanın yüreği memlekete doğru
dağ başındaki bir su
kaynağının denize akışı gibi hızlı, heyecanlı ve aceleci bir şekilde
sürüklenmekte. İnsan, memlekete giderken adeta kanatlanmış
gibi oluyor.
Sabah yola çıktık. Yol
arkadaşımız Gültekin'lerle devamlı irtibat halindeyiz. Cep telefonları bizim bu
irtibatımızı çok sağlıklı bir biçimde sağlamaktadır. Elimizde Alman Otomobil
Kurumu’nun ADAC’nin yol haritası ve yol güzergahını gösteren belgesi, bunun
yanında bir de bütün Avrupa’yı kapsayan navigation aracının yardımı ile
Viyana’ya doğru yol alıyoruz.
Avusturya bizim tarihimizde
çok önemli bölgelerden birisidir. Hunların, Avarların, Peçeneklerin, Kumanların
ve diğer Türk boylarının vatan tuttuğu memleketlerden birisidir. Avarlar uzun
bir zaman buralarda yaşamışlar. Onlarla uğraşamayan Hıristiyan Roma, “Navarino
Ayini” diye anti Avar (Avar - Türk düşmanlığı içeren) ayini icra etmiştir.
Kilise tarihine bakanlar bunu bulabilir. Daha sonra Osmanlılar gelince aynı
klişe hiç değişmeden onlar içinde yapılmıştır.
Kanuni’nin 1529’daki Birinci
Viyana Seferi’nin ardından; Regensburglu bir Rönesans ressamı olan Albrecht
Alpdörfer, aynı yıl Türklerin Viyana Seferi üzerine kafa yormuş ve meşhur
Aleksanderschlaht (İssos – İskenderun Savaşı) diye bir tablo yapmıştır. M.Ö.
333 yılında Büyük İskender ile Darius arasında geçen bu savaşın bir noktasını
ele alarak; “Türkleri, ancak bu şekilde saldırabilirsek; yenebiliriz” diye bir
plan ileriye sürmüştür. Bu plana göre askeri az olan Büyük İskender, direk
Darius’un otağına bütün kuvvetiyle hücum etmiştir ve birden yanında Büyük
İskender’i gören Darius, paniğe kapılmış. Savaş meydanını terketmiştir. Böylece
Büyük İskender, çok üstün olan Pers ordusunu İssos’ta yenmiştir.Resmin detayına
indiğiniz zaman, kullanılan Pers motiflerinin Türkler olduğunu görürsünüz ve
ressam Alpdörfer’de bunu bizzat söylemektedir belgelerde.
Nitekim 12 eylül 1683’te Jan
Jobieski’nin bütün kuvvetiyle sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın otağına saldırıp,
sancağı şerifi ele geçirince; o sayıca büyük Osmanlı Ordusu yenildik zannedip,
geri çekilmiştir. Ve bu olaydan sonra da Türkün bahtı 9 eylül 1922’e kadar hep
çekilmek olmuştur. Bu tarihten sonra yine baht yıldızımız parlamıştır. Burada
üstünde durmak istediğim nokta ise bir ressamın, zor olan bir konuda sonuç
alınabilmesi için ortaya attığı fikrin; siyasiler sayesinde uygulanarak onlar
açısından ne kadar büyük bir zafer elde ettiklerini görüyoruz. Bu iki tabloyu
da buraya eklemek sanırım görsel açıdan çok önemlidir.
Avusturya ile olan bir çok
savaşımız olmuştur. Bunun yanında Birinci Dünya Savaşına beraber girmişiz.
İmparatorluklarımız bu savaş neticesinde tasfiye edilmiştir. Onlar da, biz de
büyük imparatorluk topraklarından çekilip; esas yurtlarımıza çekilmişiz.
Karşılıklı olarak kültürlerimiz birbirinden çok etkilenmiştir. Mozart’ın
senfoni, Türk Marşı, Saraydan Kız Kaçırma ve diğer operaları buna bir misaldir.
Avusturya, Türklerin savaş meydanında bıraktığı kahveyi, bütün Avrupa’ya
tanıtmışlardır. Dün “Türklerin içeceği olarak tanımladıkları kahve hakkında
anti-Türk şarkılar bestelemelerine rağmen, bu gün en çok kahveyi ne yazık ki
onlar yudumlamaktadırlar.
C – A – F – F – E – E, trink nicht so viel Kaffee.
Nicht für Kinder ist der
Türkentrank,
schwächt die Nerven macht dich
blaß und krank.
Sei du kein Muselmann, der das
nicht lassen kann.
Carl Gottlieb Hering
(1766-1853)
(c-a-f-f-e-e, fazla kahve
içme.
Türk içeceği çocuklar için
değildir,
Sinirlerini bozar, rengini
soldurur ve hasta eder.
Sen Müslüman olma, o içeceği
(kahveyi) bırakamıyor.)
Günümüzde artık ne Osmanlı
kalmıştır, ne de Kara Mustafa Paşa... onların dün Viyana’yı kuşatan Hasan oğlu
Mehmet’in torunu, yani, Mehmet oğlu Hasan, ne hazindir ki, bu gün Viyana
sokaklarını süpürmektedir. Ara sıra Avusturya, eski siyasetini çalkalaya
çalkalaya köpürtüp, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinde engel olarak
kullanmaktadır. Artık Avusturya ne dünün Avusturya'sıdır; Türkiye’de ne o eski
hasta adamdır. Gerçeği görmek isteyenler; gözlerindeki atgözlüğünü çıkarıp,
meselelere gerçekçi olarak bakmalıdırlar.
Avusturya’dan sonra Nihal
Atsız’ın dediği gibi kardeşlerimizin ülkesi olan Macaristan’a girdik. Onlar,
kendilerine halen Hungaria derler: Yani, kendilerini Hunlar'ın ve Attila’nın
çocukları olarak görürler. Biz de öyle görmekteyiz. İstanbul’da bir sokağa
“Macar Kardeşler Sokağı” adı verilmiştir. Aslında Avrupa Birliği ülkelerinde
gümrükler kalkmıştır. Hollanda’ya veya İtalya’ya girerken hiç bir sınır görevlisine
rastlanmazken; burada, gümrük ve sınır kontrolü memurlarını gördük. Alman veya
bir Avrupa Birliği ülkesinin vatandaşı olmuş olan ve pasaportunu taşıyanların
geçtiği kapılar ayrılmış. Bu tür pasaport taşıyanların arabaları aranmadan, usulen
bir pasaport kontrolü yapılmaktadır. Yol arkadaşımızın eşi Kadriye Hanım,
Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıdığı için, onlar ayrı bir gümrük kapısına
çağrıldılar ve uzun uzun kayıt yapılarak geçiş izini verilmiş. Bir zamanlar,
“Türk tabiiyetinde olmak ayrıcalıkken; bir nevi üstünlükken, ne acı ki, bu gün
düşmüş olduğumuz durum yürekler parçalayıcıdır. Bu üzüntü ile tarihimizde
“Nazlı Büdin” olarak nam bulan Budapeşte’ye doğru yol almaktayız. Bu arada da
şu serhat türküsü kulaklarımda çınlamaktadır.
“Bülbüller ötüyor seher
vaktidir yandım aman aman!
Gül bade içelim bahar vaktidir
yandım aman aman!
Hazır olun erler gaza vaktidir
yandım aman aman
Destur saldıralım düşman eline
aman!”
Yolun sağındaki levhada
Szekesfehervar (Zigetvar) adını okudum. 1666 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın
son seferinin geçtiği yer. Savaş alanında vefat eden son padişahımız. İki yerde
türbesi bulunan Avrupalıların “Muhteşem” dediği sultanımızın son seferi...
Kosova’da şehit düşen Murat Hüdevendigar’ın türbesi hala durmaktadır ama Kanuni’nin
Zigetvar’da bulunan türbesi; 1683 yenilgisinden sonra tahrip edilip, yok
edilmiştir. Bu gün o yere sembolik olarak bir “dostluk” anıtı dikilmiştir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın
Macaristan’daki ilk seferinin olduğu yer olan Peç yakınlarındaki Mohaç’tan zafer
naralarının uğultularını rüzgarlar yanımıza kadar getiriyordu. 1526 yılında
meydana gelen Mohaç Zaferi üzerine büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı, Mohaç
Türküsü ve Akıncılar şiirlerini yazmıştır. “Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek
hevesiyle, / Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!” diyerek bu olayı günümüze
yansıtmaktadır. Kanije Savunması Tiryaki Hasan Paşa’nın yaşlı olmasına rağmen
akılla kazandığı büyük bir zaferdir. Balaton Gölü istikametini gösteren
levhalarda Nagykanizsa (Kanije) yazısını okudum ve bu olayı hatırladım.
Yaklaşık Osmanlılar
Macaristan’da 164 yıl kalmışlardır. Bu zaman zarfında burada sanat tarihine
geçecek kudrette ve bütün insanlara hizmet veren 725 vakıf eseri meydana
getirmişlerdir. Osmanlı medeniyeti bir vakıf ve hizmet medeniyetidir. Vakıflar
Bankası’nın TRT ile hazırlayıp sunduğu bir belgesel dizisinde Macaristan
bölümünü izlemiştim. 725 vakıf eserinden bu gün Macaristan’da ne yazık ki, iki
elin parmak sayısı kadar eser ayakta kalmıştır ve bunlarda başka amaçlar için
düzenlenmiştir. Bu şekilde kullanılması yok edilmesinden; daha iyidir.
Güzergahımızdaki yol levhalarında “Peç” ismi bize çok şeyi hatırlatmaktadır.
Peçevi Tarihi adlı eser Osmanlı tarihine ışık tutan eserlerdendir. Bunun
yanında Peç şehrinde kilise yapılan Yakovalı Hasan Paşa Camisi, eğer iç yapısı
da gözden geçirilirse şahane bir Osmanlı mimari eseridir. Ayrıca müze olarak
kullanılan Türk hamamı akla ilk gelenlerdendir.
“Estergon Kalesi bre dilber
aman su başı durak aman,
Kemirir gönlümü bre dilber
aman bir sinsi firak,
Gönül yar peşinde bre dilber
aman yar ondan ırak
Akma Tuna akma bre şahin aman
ben bir dertliyim
Yar peşinde aman gezer de
koşar yandım kara bahtlıyım.”
Serhat türkülerimizin en
içlilerinden olan birisini güzergahımızın sol tarafını işaret eden bir isim
vasıtasıyla hatırlıyoruz. “Estorgon Kalesi su başı durak” demekte bir yeniçeri
ozanı. Ne kadar içli, ne kadar yanık ve bizi anlatan bir türkü... Biz de,
gönlümüze Türkiye’yi koymuşuz ve onun peşinde koşan kara bahtlılardanız. Bizim
yurdumuz çocuklarımıza gurbet, onların doğduğu yerler ise bize gurbettir.
Bundan ala kara bahtlı olabilir mi?
Ve yolumuz “Nazlı Budin’e”
gelmektedir. Tuna nehrinin ikiye böldüğü Buda ve Peşte şehirlerinin bu nehir
etrafında birbirine sarılıp “Budapeşte” şehrini meydana getirdikleri yerden
geçiyoruz. Budin Beylerbeyi'nin ikamet ettiği ordu şehrinden geçmekteyiz.
Bu
şehirdede yüzlerce eser
bıraktık ama bunlardan günümüze ne kaldı diye hafızamızı
bir yoklayalım. Budin,
yine “Muhteşem Süleyman” diye Batı’nın hayran
kaldığı Kanuni devrinde, Osmanlı
Topraklarına katılmıştır. Gül Baba, bir Bektaşi dervişidir ve
gönül adamıdır.
Cenazesinde Sultan’ın da bulunduğu söylenmektedir. İşte bu
gün bu devrişin
türbesi hala ayaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerinden
gelenler tarafından ziyaret
edilmektedir. Avrupalıların seyahatnamelerinde ve edebi eser olarak
niteledikleri; roman, şiir, hikaye, opera gibi eserlerinde,
günümüzün turistlik
rehberlerinde Türkleri, barbar göstermek, girdikleri yerleri
tarumar
ettiklerine dair binlerce yazıya rastlamak mümkündür.
Alman Otomobil Kurumu’nun
verdiği ADAC’e haritasında şehirler hakkında bilgi
bölümünde bu tür cümlelere rastlamak
sıradan bir olaydır. Balkanlarda yıkılan yok edilen eserler o kadar
çoktur ki,
saymakla bitmez: Bunun en yakın örneklerini Bosna Hersek iç
savaşında Sırp ve
Hırvatların yıktığı, yaktığı eserleri dünya kamuoyu film seyreder
gibi
görmüştür. Mostar Köprüsü, Gazi Husrev
Bey Külliyesi, ve Belgrad’daki Bayraklı Camisi'nin
yıkılıp, yakılması buna bir örnektir.
Temeşvarlı Gazi Hasan Dedenin
yazdığı Budin Destanı, bu konuda yazılmış destanların en önemlilerindendir. Bu
konu hakkında Gazi Hasan Dedenin bir başka türküsü daha vardır.
Ötme bülbül ötme, yaz bahar
oldu,
Bülbülün figanı bağrımı deldi,
Gül alıp satmanın zamanı geldi,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
Çeşmelerde abdest alınmaz
oldu,
Camilerde namaz kılınmaz oldu,
Mamur olan yerler hep harap oldu,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
Budin’in içinde uzun çarşısı,
Ortasında Sultan Ahmet Camisi,
Kâbe suretine benzer yapısı,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
Budin’in içinde serdar
kızıyım,
Anamın babamın iki gözüyüm,
Kafeste besli kınalı kuzuyum,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
Cephane tutuştu, aklımız
şaştı,
Selâtîn camiler yandı tutuştu,
Hep sabi sıbyanlar ateşe düştü,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
Serhatlar içinde Budin’dir
başı,
Kan ile yoğrulmuş toprağı taşı,
Çerkez Alemdar şehitler başı
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
Kıble tarafından üç top
atıldı,
Perşembe günüydü, güneş tutuldu,
Cuma günü idi, Budin alındı,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i
Temeşvarlı Gazi Hasan Dede
Bu destanda nelerin ve nasıl
yok edildiğini şiir baştan aşağıya okursak, görebiliriz. Türklere ait olan
cami, mescit, minare gibi yerlerin yıkılıp yakıldığı, kadınların kızların
namusuna dokunulduğu, çocukların yaşlıların ateşlere canlı canlı atıldığı,
çeşmelerden su içilmemesi için Müslümanlara ters gelen domuzların sulandığını
görmekteyiz. Balkanlarda dün yapılan bu işkence ve katliamın bu gün de
aynısının yapıldığına şahit olduk. Bosna Hersek’te tecavüz olayları, toplama
kampları, Hollandalı askerlerin gözü önünde Sırp canilerinin yaptığı katliam,
yıkılan köprüler, camiler, mescitler, tahrip edilen mezarlıklar ve daha neler
neler aynen olmuştur ve olmaktadır. Bu yetmiyormuş gibi Batılı sözüm ona aydın
geçinenlerin; canileri ve katliam yapanları haklı gösterme çabaları ve
mazlumlara suç yüklemeleri ibret vericidir. Bu görünen resimde ise, bir Türk
askeri kılıcını Hıristiyan çocuklarında deniyor. Bu tür, anti – Türk resimler
Avrupa’da hala yaygındır. Fakat, Fransa’nın en büyük destanlarından Antakya
Destanında 30 bin Türk askerini pişirip yediklerini kendileri yazar. Anti-Türk
resimlerinde çocuk, kadın ve hasta insan motifi yaygındır. Bu konuda bir
çalışmamız daha önce yayınlandı.
Dün Cezayir’de katliam yapan
Fransa’nın; İngilizlerin, İsveç’in başkanlığında Malta’da kurulan mahkemede,
Osmanlı milletvekillerinin berat etmelerine rağmen, siyasi ve iç politika
emelleri için; uydurma bir katliam sendromu çıkarmaları ne dostluğa ne de
insanlığa yaraşan bir durumdur. Kendilerinin yaptığı katliamları “Tarihçilere
bırakalım” diyenler; Osmanlı Türkünün yapmadığı bir olayı varmış gibi her
zeminde gündeme getirmeleri “çifte standart” değil midir? Her zaman
Avrupalılar, Türkleri ve kendilerine “öteki” olarak nitelendirdikleri ülkelerde
azınlıkları kullanmışlardır. Bu durum halen devam etmektedir. Ama kendileri
içlerindeki azınlıklara göstermelik haklar vererek; onların ana dillerini
unutmaları için “sözüm ona” uydurma “uyum” politikaları üretmişlerdir.
Türkiye’de uluslar arası antlaşmalarda azınlık olarak kabul edilmeyen bazı
toplumlara “ana dil” konusunu dayatanlar, kendi içlerinde yaşayan Türklerin,
ana dilini uyuma ters düştüğünü ileri sürerek; bu dilin öğrenilmesini
okullardan kimisi kaldırmıştır, kimisi de kaldırmak için düzen
kurmaktadırlar.
Macaristan’ın yol levhalarına
bakarak yönümüzü Sırpistan'a doğru çevirirken; levhada Eger (Egri) yazısını
gördük. III. Mehmetîn 1596’daki meşhur Haçova meydan savaşından sonra
alınmıştır. Burada Osmanlı’dan kalma bir çok eserden ne yazık ki, bu gün ayakta
aleminin yerine haç takılmış minare ve müze olarak kullanılan diğer eserler
vardır. Buradan Sırbistan’a kadar daha bir çok eski şehirden geçtik. Bazı
Macarca şehir isimlerinin eski Türkçe'mize ne kadar benzediğini gördüm. Ne de olsa Hun ve Macar Türkçe'si onların
kullandıkların dilin temeli...
Ve Szeged şehrini geçerek öğle
üzeri Sırbistan’a girdik. Sınırda Sırp parası bozdurduk: Çünkü, otoyol parası
olarak ücreti euro olarak aldıkları zaman üstünü yok diye ödemiyorlarmış. Biz de,
bizden önce bu tecrübeyi yaşamış olanlardan işittiğimiz için ödemeleri Sırp
Dinarı ile yaptık. Macaristan sınır kapısından geçtikten sonra Sırbistan içinde
Novi Sad şehrine yakın bir benzin istasyonuna girdik. Avusturyalılara ait
olduğunu duyduğumuz benzin istasyonlarında dinlenmeyi planladık. Arabalarımıza
gerekli benzinleri aldıktan sonra yola revan olduk. Artık Sırbistan’da daha
fazla Türkçe yer isimlerine rastlamaktayız.
Ve Belgrad göründü.
Macaristan’dan Belgrad’a kadar olan yol, iki gidiş gelişli bir yol ama
Almanya’daki otoyolların ayarında olmasa da bundan 17 sene önce geçtiğimiz; o
zaman ki Yugoslavya’nın yollarından çok iyi bir durumda. Belgrad’ın içinden
ikindine doğru geçtik. Şehir oldukça kalabalık ve yerli sürücülerin gençleri
pek trafik kurallarına da uymuyor. Önde yol arkadaşımız Gültekin ve biz onu
takip ediyoruz. Baş Bunar, Çukur Çeşme gibi Sırpça yazılmış ve Türkçe mahalle
isimleri dikkatimi çekiyor. Bir zamanlar Belgrad, bizim Avrupa’ya yapacağımız
seferler için ordumuzun toplandığı şehirdi. Bir zamanlar 360 camii ve mescidin
bulunduğu bu şehir, 2004 yılında en son Osmanlı Camisi olan Bayraklı Camisi'nin
Sırplar tarafından yakılışını seyretmiştir. Kale Meydanı, Zindan Kapısı hala
durmakta ama hiç bir olaya karışmayan bu Türk eserlerinin tahribini anlamak çok
zordur. 2004 yılında Sırbistan’ın Niş şehrindeki cami de yakılmıştır.
Belgrad’ı arkada bırakarak
Niş’e doğru uzun bir yola çıkıyoruz. Yol kenarındaki şehir, kasaba ve köyler
mimari olarak görülmeye değer. Morova nehrinin üstünde şirin köprülerden
geçtik. Akşama yaklaşırken Niş’e ulaştık. Sınıra 90 km yolumuz kalmıştı. Bu
geçtiğimiz köyler ve kasabalarda genellikle tepeler üzerinde gösterişli
kiliseler geçenleri selamlıyordu. Köy ve kasaba isimlerinin “Çiftlik” gibi
isimler taşımasına rağmen, çevrede hiç bir minare veya benzeri yapı
görünmüyordu. Niş ile Pirot arasında Bela Palanka diye bir yerden geçtik. Dar
bir vadinin içinden akşam güneşi tepelerden bizi görmek için uğraşırken yol
aldık. Çok dar gelişli gidişli bir yol ve yaklaşık 18 tünel ve tünelcikten
soluğumuzu tutarak düzlüğe çıktık. Buraya Bela Palanka eğer Türkçe manasıyla
deniyorsa çok uyuşmuş bir isim. Bu yolun alt tarafında derenin içinde bir de
tren yolu var: Kim, bilir atalarımızın yaptırdığı demiryolu olabilir. Akşam olmuştu
ve Bulgaristan sınırına yaklaşıyorduk.
Hafta içinde izin yoluna
çıkmamıza rağmen sınıra yaklaşırken yollar gurbetçi kervanlarıyla doldu. Sırp
sınırında kuyruk uzadıkça uzadı. Aslında Sırp görevliler işlerini çok çabuk
bitiriyorlardı. Bulgaristan girişi olan yerde yığılma olunca gurbetçiler
arabalarının kornalarına bastılar. Belki sınır görevlileri hafta içinde böyle
bir yığılmayı beklemiyordu. Almanya’da almış olduğumuz Engelli Kimlik
kartlarını polise gösterince işimiz kolaylaştı ve bizi otobüslerin geçtiği
kapıdan süratle geçirdiler.
Bulgaristan, Avrupa Birliği’ne
yeni girdiği için, Birliğe, kendisinden şikayet gitmesini arzu etmiyordu.
Bundan dolayı Avrupa Birliği üyelerinin pasaportunu taşıyanlara daha iyi
davranıyorlardı. Aynı durumu Sırbistan’da da gördük. Onlar da ne de olsa aday
olmak istiyorlar. Ayrıca Bulgaristan, Türklere vizeyi kaldırdığı için, bu
yüzden maddi bir kayba uğramakta: Fakat, bu zararını yollara kurduğu polis
tuzaklarıyla telafi etmektedir. Bulgaristan sınırını geçer geçmez engebeli ve
düz arazilerde bulunan yollara; kısa mesafeli olmak üzere hız sınırlarını
belirten levhalar koymuşlar. Belli bir hızın kısa mesafede düşürülmesi zor
olduğu için, yol kenarına sinmiş olan polisler “Komşu hızlı gittin! Cezanız şu
kadar euro!” deyip yine haraçlarını almaktalar. Beni hızla sollayan bir kaç
yurttaşımızın önümüzde polis tarafından durdurulduğunu gördüm. Gecenin
ilerleyen vaktinde aydınlatılmamış, dereli tepeli bol çukurlu tek gidiş gelişli
bu Bulgar yolunda ilerlemek mümkün değildi. Bu bozuk yollarla Bulgaristan’ın
Avrupa Birliği’ne alınması; Birliği’n nasıl bir çifte standart uyguladıklarını
gösteren en açık belgedir.
Dragoman’a girer girmez bir
benzin istasyonuna arabalarımızı çektik. Çok yorulmuştuk, özellikle ben çok
yorulmuştum. Kırılan sağ bacağıma sarılan demir destek iki gündür çıkarılmadığı
için büyük bir ıstırap vermekteydi. Benzin istasyonunun görevlisine mazot
aldıktan sonra; “istasyonun bir kenarında dinlenebilir miyiz?” diye sorduk. O
da “Saati 2 eurodan kalabilirsiniz” dedi. Bulgarların söylemi ile “Çorpa
Parasını” verdik. Benzin istasyonunun caddeye bakan bahçenin kenarında bize bir
yer gösterdiler. Arabadan indim. Hanım kaldırıma bir hazır ve onun üzerine de
bir battaniye serdi. Ben de üzerine uzandım. Önce ayağımdaki demir desteği
çıkardık. İki gündür aynı şekilde duran ayağım bir hayli şişmişti. Beş on
dakika ayağımı oğdum. Tatlı tatlı ağrıyordu. Kolumu koyduğum yastığa başımı
koyunca uyumuş kalmışım. Taşların üzerine yapılan bu yatak bana sanki
saraylardaki yataklardan daha yumuşak geldi. Sabah uyandığımda oğlum baş ucumda
nöbet tutuyordu. Bu arada Gülizar ve Kadriye Hanım, sabah kahvaltısı için
mantar çorbası pişirmişler. Onu da içince kendime geldim ve tekrar yola
çıktık.
Sofya Bulgaristan’ın başkenti.
Bulgarlar hakkında bilmemiz gereken çok önemli bir husus var. Volga ve Don
arasında hüküm süren Bulgar İmparatorluğu parçalanınca bir takım Bulgar boyları
Tuna boylarına göç ettiler. Asparuh Han ile 681 yılında bir devlet kurdular ve
bu devlette Bizans tarafından da tanındı. I. Boris Han zamanında Hıristiyanlığa
geçen bu Bulgarlar, değişik Slavlardan etkilenerek dilleri olan Bulgar Türkçe'sini
bırakıp, bugünkü dillerini aldılar. Dolaysıyla temeli bir Türk boyu olan
Bulgarlar, böylece Slavlaşmış oldu. Ak Bulgar, Kara Bulgar ve Gök Bulgar olarak
değişik boylardan meydana gelen Bulgar Türklerinin Volga ve Ural bölgesinde
kalanları Müslüman olmuşlardı. 9. asırda Bağdat Halifesi İbn-i Fazlan adındaki
bir alimi onlara irşat için göndermiş ve bu alimde, bir seyahatname yazarak bu
durumu bu gün bize “İbn-i Fazlan’ın Seyahatnamesi” adlı eseriyle sunmaktadır.
1980 yıllarda komünist sistemle yönetilen Bulgaristan, Türkler açısından ıstırap
saçmaktaydı. Oradaki Türklere, Türkçe konuşmayı yasakladılar, Türkçe isimler
değiştirildi, hatta mezar taşlarındaki isimler dahi değiştirildi. Dünya kamuoyu
bu tür asimle işlemi Türklere karşı yapılınca sessiz kalmayı tercih etti.
Fakat, oradaki Türkler, ne dillerini, ne de isimlerini verdiler: Büyük bir
direnç gösterdiler. Canlarını hiçe sayarak Türkiye’ye doğru göç edince; bu olay
bütün Doğu Bloku ülkelerini etkiledi ve Doğu Almanlar, Türkleri örnek alarak;
komşu ülkelere kaçtılar. Bu durumda Doğu Bloku ülkelerine karşı büyük bir
kamuoyu oluştu ve komünizmin çökmesi hızlandı.
Bulgarların dil ve din
değiştirerek ayrı bir millet oluşması bize bir örnektir. İkincisi de azınlık
olarak yaşayan Bulgaristan Türkleri de bize ikinci bir örnektir. Onlara da
Türkçe konuşmak ve öğrenmek, haberleşme yasağı vardı. Aynı durumu kim bilir;
Avrupa’nın demokratik ve uygar ülkeleri olduğunu söyleyen ve bizim yaşadığımız
ülkelerde olmaz diyebilir. Her gün yaşadığımız ülkelerde dilimiz ve
kültürümüzle ilgili, çocuklarımızın doğru bir şekilde ana dillerini
öğrenmelerini engelleyen uygulamaları işitmiyor muyuz? Okullarda teneffüslerde
diğer çocuklar istedikleri dili konuşurken; onlara ses etmeyenler, iki Türk
çocuğu Türkçe konuşunca uyguladıkları yasaklar gazete ve medyaya da
yansımıştır. Büyük Mimarımız Mimar Sinan’ın Sofya’daki Banyo Başı camiside,
dilini vermeyen Bulgaristan Türkleri gibi heybetli durmaktadır.
Ihtiman’ı geçerken çok
uzaklardan Balkan Dağlarını aşarak Plevne dolaylarından Osman Paşa’nın şanlı
direnişi ve marşı kulaklarımıza gelmekteydi. Sağlı sollu köylerin kasabaların
yakınlarından geçiyorduk. Dikkatimi çeken bir başka hususta Sırbistan’da, en
azından her yerde kilise görebildik: Ama, Bulgaristan’dan geçtiğimiz yol
güzergahında ne kilise ne de cami görebildik. Yoksa, komünizm döneminde bunlar
yok mu edildiler. Pazarcık şehrinin yanından geçtik. Bizim tarihimizde Filibe
dediğimiz şehri geçtikten sonra yarım saat gitmeden parasını peşin ödediğimiz
otoyola benzer çift gidiş gelişli yol bitti.
Gidişli gelişli yoldan
giderken Haskova yazısını okuduk. Aynı levhada Kırcaali (Kırdzali) yazısını
görünce bir zamanların; “Aman bre deryalar biz nişanlıyız!” türküsü
kulaklarımızda çınladı. Sınırımıza bir hayli yaklaşmıştık. Hava da çok sıcaktı.
Bereket ki arabalarımızda klimalar vardı. Onların sayesinde serinliyorduk.
Harmanlı’yı geçtikten sonra Türkiye sınırına iyice yaklaştık. Bu arada
Gültekin’i gözden kaçırdım. Bizden biraz hızlı gitmişti. Tam gaz yola devam
ederken; onun, bir benzin istasyonuna girdiğini gördüm ama benim girmem mümkün
değildi. Sınıra varır varmaz cep telefonu ile onları aradık. Onlarda geliyordu.
Saatlerde tam öğle üzerini gösteriyordu.
Aman Allah, sanki bütün
gurbetçiler buraya gelmişti. Sekiz on kilometre kuyruk olduğunu söylediler.
Kuyruk yeni gelenlerin eklenmesiyle uzadıkça uzuyordu. Sıcaktan ve beklemekten
insanlar çıldıracak duruma gelmişlerdi. Hanımım Gülizar’a, engelli belgemizle
polise müracaat edelim dedim. Hemen belgeleri Bulgar polisine gösterdi.
Polisler bizi bekleme kuyruğunun önlerine geçirdiler. Bu arada iki genç
geçmemizi engellemek için arabalarını benim kullandığım arabanın önüne
sürdüler. Zorunlu olarak durdum. “Geçirmeyeceğiz öne!” diye bağırıyorlardı.
Engelli belgemizi göstermemize rağmen anlamazlıktan gelerek; “Sıraya geç!” diye
bağırıyorlardı. Yanımızdan geçen kırk yaşının üstünde birisi alaycı bir şekilde
gülerek; “Engelli Kimlik Belgesi işinize yardı değil mi?” diye söylendi. Onun
nahoş şekilde konuşması moralimizi bozdu. “Senin de olsun, senin de işine
yarasın!” dedik, ve herif arkasına bakına bakına gitti. Sol tarafımdan birisi
de “Benim de yüzde 70 engelli belgem var!” diye bağırdı. “Hemşehrim, o zaman
hakkını kullan” diye cevap verdim. Ama o da kızgın bir şekilde yanımızdan
uzaklaştı. Bu arada bir Bulgar tır sürücüsü üzerime doğru tırını sürdü. Mavi
engelli belgesini gösterince olduğu yerde durdu ve özür diler gibi hareket
etti. Hanım, tekrar Bulgar sınır polislerine durumu izah etti. Onlarda bize
yolu açarak; gümrük kontrol kapılarına getirdiler. Bu arada yol arkadaşımız
bekleyen yolcuların en arkasında kalmış ve bize Yunanistan’a gideceğini
bildirdi. “Keşan’da buluşuruz” dedi.
Sorunsuz bir şekilde Bulgar
hududunu geçtik. Kapıkule artık karşıda görünmekte. Ardımızdaki gurbetçi
kuyruğu uzadıkça uzamış ve işlemler her iki gümrükte de o kadar yavaş gidiyor
olmalı ki, sıcaktan bunalan yolcular korna çalmaya başladılar. Kapıkule korna
sesiyle inliyordu. Türk gümrüğünde de engelli belgesini göstererek
işlemlerimizi çabuk yaptırdık. Bu gurbetçilerin, bu mevsimde izine çıkacağı
önceden belliydi. Başka yerlerden memurlar getirilip, gümrüklerdeki işlemleri
hızlandırabilirlerdi. Eğer böyle çözümler üretilse hem vatandaş sıkıntı çekmez,
hem de memurlar ağır yük ve ithamlar altında bunalmazlardı.
“Edirne’nin ardı bağlar mori
dankilom!” türküsünü mırıldanarak Edirne’nin kenarından geçtik. Edirne’nin
adeta ikindiye doğru siluetini seyrediyorduk. Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük
mimarının yaptığı görkemli Selimiye’yi izleyerek otoyolda gidiyorduk. Bu
muhteşem eserin dört minaresi görünüyordu. Belli bir yere gelindiğinde tam
cepheden bakılırsa iki minaresi görünürmüş. Bu aslında muazzam bir mimarlık
sanatıydı. 1980 yılında bunu uzaktan görmüştüm. 27 yıl sonra geçerken bu
muhteşem görüntülerin fotoğrafını çekerek tespit ettik. Kızım bu konulara
meraklıydı. Önce dört minareli görüntüsünü aldık. Bir kaç kilometre gidince tam
cepheden iki minare görünüyordu, onu da tespit ettik.
Bu yazımıza başladığımız zaman
yirmi haziran demiştim. Benim için önemli bir gün. Almanya’nın Düsseldorf
kentinde başlayan yolculuğumuzu tarihi boyutlarına da girerek yaptık. Bu yazının
içinde bir çok yolculuk vardır:
Bunlardan birisi günümüzde
“gurbette ekmeğini kazanan “çağdaş göçerler” dediğimiz “Batı Avrupa
Türkleri’nin” yükü hasret, her rüyası bir vuslat, her adımı bin türlü külfet,
eziyeti bal, çileli gül olan yolculukları.
Bir diğeri zamanın üzerinden
aşarak tarih içindeki yolculuğumuz. Beş asırdan fazla kaldığımız belde ve
memleketlerde öksüz kalmış eserlerimiz; o medeniyetimizden habersiz olan
bizler. Beş altı asır bir memlekette kalacaksınız, size bağlı olan halklara
din, dil, aile ve miras hukukunda serbestlik tanıyıp; onları, aslına uygun
olarak muhafaza edeceksiniz. Ne büyük hoşgörü değil mi? Alman milletvekili A.
Dreger, “Polonya’dan işçi getirdik, bir nesil sonra Alman oldular. Türkler, üç
nesil sonra bile hala Türk kaldılar” diye sözüm ona uyumun ne amaçla olduğunu
açıklamıyor mu? Eski içişleri bakanı Otto Schilly, “En iyi uyum
asimilasyondur!” diyerek hoşgörüsüz zihniyetlerini açıkladılar.
Bir diğeri de geleceğe dönük
dil ve kimlik üzerinde yapılan baskılara rağmen: Türkçe'mizin ve gelecek
kuşaklarımızın yolculuğu. Osmanlı medeniyetini ve Türk hoşgörüsünü yakından
görme yolculuğu. Sofya’daki Mimar Sinan’ın eseri olan Banyo Başı Camisi gibi
eserlerimizi tanıma yolculuğu. Yahya Kemal Beyatlı’nın mısralarında dediği
gibi;
“Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden;
Şimşek gibi bir hâtıra nal
seslerimizden.”
En önemlilerinden birisi de
bir engelli olarak; bir çok zorluğa karşın Ahmet ve benim tekerlekli
sandalyelerimizle yaptığımız yolculuktur. Aşık Veysel’in “Uzun ince bir
yoldayım, Gidiyorum gündüz gece” diye söylediği gibi hayat yolculu... Evet,
yirmi haziranda başlayan hayat yolculuğumu tam elli iki baharımı doldurup; bir
kere daha vatan yolunda idrak etmenin bahtiyarlığını ailem ve yol
arkadaşlarımızla pasta kesmeden yaşadık. Bu yolculuğun verdiği yorgunluğu
muhteşem Selimiye’nin şahane görüntüsünü izlediğim zaman unuttum desem, hiç
abartmış olmam. Edirne’den Keşan’a doğru uçarken kuş gibi hafiftik ve
neşeliydik. Gültekin’in Keşan’da aldığı simitler de mis gibi vatan kokuyordu.
Düsseldorf / 29.07.2007
|