Düsseldorf'tan Edirne'ye

 

   

Merhaba Sevgili Aysun,

 
Günlerden yirmi haziran,  çıktık yola... Bu yolculuğumuzu değişik açılardan ele alarak sana yazmak istiyorum. Almanya’nın Düsseldorf kentinden Türkiye’nin serhat şehri olan Edirne’ye kadar bizimle bir yolculuğa ne dersiniz? Bak birden gözlerinin içi güldü, “evet” der gibi bir bakış fırlattın. Buyurun öyleyse... 

Yirmi haziran benim için çok önemli tarihlerden birisi. Bu tarihte iki defa memleketime doğru yola çıktım. İlkinde sabah Düsseldorf’ta kahvaltı ettik, öğleyin İstanbul’da yemek yedik ve akşamda Denizli’deki köyümüze vardık: Yani, senin anlayacağın; yolculuğumuz uçakla sürdü. Fakat, bu yolculuğumuz uçakla değil; karayolu ile sürecek. 

Biliyorsun, geçen sene evde düşmüştüm ve sağ ayağım dizden kırılmıştı. Uzun süren tedavilerin neticesinde, geçtiğimiz yıl sonuna doğru ayağa kalkabildim ve ocak ayındada tekrar çalışmaya başladım. Arabam ile Türkiye’ye izine gitmem için; doktorum, Mayıs ayının sonunda karar verdi. Araba ile Türkiye’ye gitmek fikrimiz; bir çok eşi dostu derin düşüncelere saldı. Herkes bir şeyler söylüyordu. Kendi açılarından söyledikleri ve ileri sürdükleri fikirlerinde haklıydılar. Kendimi bildim bileli yürüme engelliydim ve aynı zamanda da tekerlekli sandalye bağımlısıydım. Başkalarının engel olarak gördüklerini; belki ben, bir engel olarak görmüyordum. Bütün bu durumları beynimde ve yüreğimde; gerçekçi açıdan düşünüp, yapabileceğim işleri akılcı olarak ele aldığım için; bu yolculuğu kesinlikle ve başarılı olarak yapabileceğime inanmıştım. Başarmak için, insanın önce inanması gerekir. İnsanın yüreğinde ve beyninde başaracağına dair inancı ve ümidi olmazsa; zaten başaramaz. Hanım ve iki çocuğum ile yalnız olarak bu yolculuğa çıkmak istediğimizi söylediğimiz zaman, yine bir çok eş dost çekincelerini ortaya koydular. Unna Brambauer’de oturan ve oğlunun birisi tekerlekli sandalye bağımlısı bir aile dostumuz ile beraber yola çıkmaya karar verdik. Ve yirmi haziran günü çocuklar okuldan karnelerini aldıktan sonra ver elini Türkiye deyip, yola koyulduk. Yol arkadaşımız Gültekinlerle Aschefenburg’da buluştuk. 

Tekniğin de verdiği imkanlarla yolumuza devam edip, ilk olarak Avusturya’da konakladık. Benzin istasyonları, çağdaş göçerlerin taşıtlarıyla doluydu. Türk milleti tarih boyunca Orta Asya’dan dünyanın bir çok yerine göç etmişti. Şu anda Türkiye, iç ve dış göç veren bir ülke durumundadır. Anadolu’da adeta köyler boşalmış bir haldedir. Benim çocukluğumda yaklaşık ikibin nüfuslu olan köyümüzde, bu sene öğrendiğime göre altı yüz elli kişi ikamet ediyormuş. Yalnız Federal Almanya’da üç yüz ellinin üzerinde köylümüz yaşamaktadır. Avrupa’nın bir çok ülkesinde, hatta, diğer kıtalar olmak üzere dünyanın beş kıtasında yaşayan köylümüz var. 1962 yılında rahmetli babamla başlayan “misafir işçilik” adı altındaki çağdaş göçerlik, bizimle devam etmektedir. Belli bir zaman Avrupa’nın bir ülkesinde çalışan köylülerimiz, biriktirmiş oldukları hasretlerini yüklenerek, yazın köyün yolunu tutmaktadırlar. İşte bu benzin istasyonu da bu göçerler ile dolmuş vaziyette. Park ettikleri arabaları yanında, kurulmuş olan yer sofraları, acele acele yemek hazırlayan bayanlar, yere serilmiş hasır veya battaniyeler üzerine uzanmış sürücüler, yorulmuş olan sürücülere inat, bağırarak oynaşan çocuklar, gaz ocaklarında hazırlanan çorbalar ve çaylar, bu rengarenk görüntüyü tamamlamaktadır. Yemekten sonra ağırlaşan göz kapakları ve bir kenara kıvrılıp uyku namına vakit geçirmek. İnsanın yüreği memlekete doğru dağ başındaki bir su kaynağının denize akışı gibi hızlı, heyecanlı ve aceleci bir şekilde sürüklenmekte. İnsan, memlekete giderken adeta kanatlanmış gibi oluyor. 

Sabah yola çıktık. Yol arkadaşımız Gültekin'lerle devamlı irtibat halindeyiz. Cep telefonları bizim bu irtibatımızı çok sağlıklı bir biçimde sağlamaktadır. Elimizde Alman Otomobil Kurumu’nun ADAC’nin yol haritası ve yol güzergahını gösteren belgesi, bunun yanında bir de bütün Avrupa’yı kapsayan navigation aracının yardımı ile Viyana’ya doğru yol alıyoruz. 

Avusturya bizim tarihimizde çok önemli bölgelerden birisidir. Hunların, Avarların, Peçeneklerin, Kumanların ve diğer Türk boylarının vatan tuttuğu memleketlerden birisidir. Avarlar uzun bir zaman buralarda yaşamışlar. Onlarla uğraşamayan Hıristiyan Roma, “Navarino Ayini” diye anti Avar (Avar - Türk düşmanlığı içeren) ayini icra etmiştir. Kilise tarihine bakanlar bunu bulabilir. Daha sonra Osmanlılar gelince aynı klişe hiç değişmeden onlar içinde yapılmıştır. 

Kanuni’nin 1529’daki Birinci Viyana Seferi’nin ardından; Regensburglu bir Rönesans ressamı olan Albrecht Alpdörfer, aynı yıl Türklerin Viyana Seferi üzerine kafa yormuş ve meşhur Aleksanderschlaht (İssos – İskenderun Savaşı) diye bir tablo yapmıştır. M.Ö. 333 yılında Büyük İskender ile Darius arasında geçen bu savaşın bir noktasını ele alarak; “Türkleri, ancak bu şekilde saldırabilirsek; yenebiliriz” diye bir plan ileriye sürmüştür. Bu plana göre askeri az olan Büyük İskender, direk Darius’un otağına bütün kuvvetiyle hücum etmiştir ve birden yanında Büyük İskender’i gören Darius, paniğe kapılmış. Savaş meydanını terketmiştir. Böylece Büyük İskender, çok üstün olan Pers ordusunu İssos’ta yenmiştir.Resmin detayına indiğiniz zaman, kullanılan Pers motiflerinin Türkler olduğunu görürsünüz ve ressam Alpdörfer’de bunu bizzat söylemektedir belgelerde. 


Nitekim 12 eylül 1683’te Jan Jobieski’nin bütün kuvvetiyle sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın otağına saldırıp, sancağı şerifi ele geçirince; o sayıca büyük Osmanlı Ordusu yenildik zannedip, geri çekilmiştir. Ve bu olaydan sonra da Türkün bahtı 9 eylül 1922’e kadar hep çekilmek olmuştur. Bu tarihten sonra yine baht yıldızımız parlamıştır. Burada üstünde durmak istediğim nokta ise bir ressamın, zor olan bir konuda sonuç alınabilmesi için ortaya attığı fikrin; siyasiler sayesinde uygulanarak onlar açısından ne kadar büyük bir zafer elde ettiklerini görüyoruz. Bu iki tabloyu da buraya eklemek sanırım görsel açıdan çok önemlidir. 

Avusturya ile olan bir çok savaşımız olmuştur. Bunun yanında Birinci Dünya Savaşına beraber girmişiz. İmparatorluklarımız bu savaş neticesinde tasfiye edilmiştir. Onlar da, biz de büyük imparatorluk topraklarından çekilip; esas yurtlarımıza çekilmişiz. Karşılıklı olarak kültürlerimiz birbirinden çok etkilenmiştir. Mozart’ın senfoni, Türk Marşı, Saraydan Kız Kaçırma ve diğer operaları buna bir misaldir. Avusturya, Türklerin savaş meydanında bıraktığı kahveyi, bütün Avrupa’ya tanıtmışlardır. Dün “Türklerin içeceği olarak tanımladıkları kahve hakkında anti-Türk şarkılar bestelemelerine rağmen, bu gün en çok kahveyi ne yazık ki onlar yudumlamaktadırlar. 

C – A – F – F – E – E,  trink nicht so viel Kaffee.
Nicht für Kinder ist der Türkentrank,
schwächt die Nerven macht dich blaß und krank.
Sei du kein Muselmann, der das nicht lassen kann.
Carl Gottlieb Hering (1766-1853)
 
(c-a-f-f-e-e, fazla kahve içme.
Türk içeceği çocuklar için değildir,
Sinirlerini bozar, rengini soldurur ve hasta eder.
Sen Müslüman olma, o içeceği (kahveyi) bırakamıyor.)

 
Günümüzde artık ne Osmanlı kalmıştır, ne de Kara Mustafa Paşa... onların dün Viyana’yı kuşatan Hasan oğlu Mehmet’in torunu, yani, Mehmet oğlu Hasan, ne hazindir ki, bu gün Viyana sokaklarını süpürmektedir. Ara sıra Avusturya, eski siyasetini çalkalaya çalkalaya köpürtüp, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinde engel olarak kullanmaktadır. Artık Avusturya ne dünün Avusturya'sıdır; Türkiye’de ne o eski hasta adamdır. Gerçeği görmek isteyenler; gözlerindeki atgözlüğünü çıkarıp, meselelere gerçekçi olarak bakmalıdırlar. 

Avusturya’dan sonra Nihal Atsız’ın dediği gibi kardeşlerimizin ülkesi olan Macaristan’a girdik. Onlar, kendilerine halen Hungaria derler: Yani, kendilerini Hunlar'ın ve Attila’nın çocukları olarak görürler. Biz de öyle görmekteyiz. İstanbul’da bir sokağa “Macar Kardeşler Sokağı” adı verilmiştir. Aslında Avrupa Birliği ülkelerinde gümrükler kalkmıştır. Hollanda’ya veya İtalya’ya girerken hiç bir sınır görevlisine rastlanmazken; burada, gümrük ve sınır kontrolü memurlarını gördük. Alman veya bir Avrupa Birliği ülkesinin vatandaşı olmuş olan ve pasaportunu taşıyanların geçtiği kapılar ayrılmış. Bu tür pasaport taşıyanların arabaları aranmadan, usulen bir pasaport kontrolü yapılmaktadır. Yol arkadaşımızın eşi Kadriye Hanım, Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıdığı için, onlar ayrı bir gümrük kapısına çağrıldılar ve uzun uzun kayıt yapılarak geçiş izini verilmiş. Bir zamanlar, “Türk tabiiyetinde olmak ayrıcalıkken; bir nevi üstünlükken, ne acı ki, bu gün düşmüş olduğumuz durum yürekler parçalayıcıdır. Bu üzüntü ile tarihimizde “Nazlı Büdin” olarak nam bulan Budapeşte’ye doğru yol almaktayız. Bu arada da şu serhat türküsü kulaklarımda çınlamaktadır. 

“Bülbüller ötüyor seher vaktidir yandım aman aman!
Gül bade içelim bahar vaktidir yandım aman aman!
Hazır olun erler gaza vaktidir yandım aman aman
Destur saldıralım düşman eline aman!”

Yolun sağındaki levhada Szekesfehervar (Zigetvar) adını okudum. 1666 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın son seferinin geçtiği yer. Savaş alanında vefat eden son padişahımız. İki yerde türbesi bulunan Avrupalıların “Muhteşem” dediği sultanımızın son seferi... Kosova’da şehit düşen Murat Hüdevendigar’ın türbesi hala durmaktadır ama Kanuni’nin Zigetvar’da bulunan türbesi; 1683 yenilgisinden sonra tahrip edilip, yok edilmiştir. Bu gün o yere sembolik olarak bir “dostluk” anıtı dikilmiştir. 

Kanuni Sultan Süleyman’ın Macaristan’daki ilk seferinin olduğu yer olan Peç yakınlarındaki Mohaç’tan zafer naralarının uğultularını rüzgarlar yanımıza kadar getiriyordu. 1526 yılında meydana gelen Mohaç Zaferi üzerine büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı, Mohaç Türküsü ve Akıncılar şiirlerini yazmıştır. “Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle, / Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!” diyerek bu olayı günümüze yansıtmaktadır. Kanije Savunması Tiryaki Hasan Paşa’nın yaşlı olmasına rağmen akılla kazandığı büyük bir zaferdir. Balaton Gölü istikametini gösteren levhalarda Nagykanizsa (Kanije) yazısını okudum ve bu olayı hatırladım.  


Yaklaşık Osmanlılar Macaristan’da 164 yıl kalmışlardır. Bu zaman zarfında burada sanat tarihine geçecek kudrette ve bütün insanlara hizmet veren 725 vakıf eseri meydana getirmişlerdir. Osmanlı medeniyeti bir vakıf ve hizmet medeniyetidir. Vakıflar Bankası’nın TRT ile hazırlayıp sunduğu bir belgesel dizisinde Macaristan bölümünü izlemiştim. 725 vakıf eserinden bu gün Macaristan’da ne yazık ki, iki elin parmak sayısı kadar eser ayakta kalmıştır ve bunlarda başka amaçlar için düzenlenmiştir. Bu şekilde kullanılması yok edilmesinden; daha iyidir. Güzergahımızdaki yol levhalarında “Peç” ismi bize çok şeyi hatırlatmaktadır. Peçevi Tarihi adlı eser Osmanlı tarihine ışık tutan eserlerdendir. Bunun yanında Peç şehrinde kilise yapılan Yakovalı Hasan Paşa Camisi, eğer iç yapısı da gözden geçirilirse şahane bir Osmanlı mimari eseridir. Ayrıca müze olarak kullanılan Türk hamamı akla ilk gelenlerdendir. 
 

“Estergon Kalesi bre dilber aman su başı durak aman,
Kemirir gönlümü bre dilber aman bir sinsi firak,
Gönül yar peşinde bre dilber aman yar ondan ırak
Akma Tuna akma bre şahin aman ben bir dertliyim
Yar peşinde aman gezer de koşar yandım kara bahtlıyım.”

  
Serhat türkülerimizin en içlilerinden olan birisini güzergahımızın sol tarafını işaret eden bir isim vasıtasıyla hatırlıyoruz. “Estorgon Kalesi su başı durak” demekte bir yeniçeri ozanı. Ne kadar içli, ne kadar yanık ve bizi anlatan bir türkü... Biz de, gönlümüze Türkiye’yi koymuşuz ve onun peşinde koşan kara bahtlılardanız. Bizim yurdumuz çocuklarımıza gurbet, onların doğduğu yerler ise bize gurbettir. Bundan ala kara bahtlı olabilir mi?

Ve yolumuz “Nazlı Budin’e” gelmektedir. Tuna nehrinin ikiye böldüğü Buda ve Peşte şehirlerinin bu nehir etrafında birbirine sarılıp “Budapeşte” şehrini meydana getirdikleri yerden geçiyoruz. Budin Beylerbeyi'nin ikamet ettiği ordu şehrinden geçmekteyiz. 

Bu şehirdede yüzlerce eser bıraktık ama bunlardan günümüze ne kaldı diye hafızamızı bir yoklayalım. Budin, yine “Muhteşem Süleyman” diye Batı’nın hayran kaldığı Kanuni devrinde, Osmanlı Topraklarına katılmıştır. Gül Baba, bir Bektaşi dervişidir ve gönül adamıdır. Cenazesinde Sultan’ın da bulunduğu söylenmektedir. İşte bu gün bu devrişin türbesi hala ayaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelenler tarafından ziyaret edilmektedir. Avrupalıların seyahatnamelerinde ve edebi eser olarak niteledikleri; roman, şiir, hikaye, opera gibi eserlerinde, günümüzün turistlik rehberlerinde Türkleri, barbar göstermek, girdikleri yerleri tarumar ettiklerine dair binlerce yazıya rastlamak mümkündür. Alman Otomobil Kurumu’nun verdiği ADAC’e haritasında şehirler hakkında bilgi bölümünde bu tür cümlelere rastlamak sıradan bir olaydır. Balkanlarda yıkılan yok edilen eserler o kadar çoktur ki, saymakla bitmez: Bunun en yakın örneklerini Bosna Hersek iç savaşında Sırp ve Hırvatların yıktığı, yaktığı eserleri dünya kamuoyu film seyreder gibi görmüştür. Mostar Köprüsü, Gazi Husrev Bey Külliyesi, ve Belgrad’daki Bayraklı Camisi'nin yıkılıp, yakılması buna bir örnektir.

Temeşvarlı Gazi Hasan Dedenin yazdığı Budin Destanı, bu konuda yazılmış destanların en önemlilerindendir. Bu konu hakkında Gazi Hasan Dedenin bir başka türküsü daha vardır.

Ötme bülbül ötme, yaz bahar oldu,
Bülbülün figanı bağrımı deldi,
Gül alıp satmanın zamanı geldi,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
 
Çeşmelerde abdest alınmaz oldu,
Camilerde namaz kılınmaz oldu,
Mamur olan yerler hep harap oldu,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i. 

Budin’in içinde uzun çarşısı,
Ortasında Sultan Ahmet Camisi,
Kâbe suretine benzer yapısı,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i. 

Budin’in içinde serdar kızıyım,
Anamın babamın iki gözüyüm,
Kafeste besli kınalı kuzuyum,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i. 

Cephane tutuştu, aklımız şaştı,
Selâtîn camiler yandı tutuştu,
Hep sabi sıbyanlar ateşe düştü,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i. 

Serhatlar içinde Budin’dir başı,
Kan ile yoğrulmuş toprağı taşı,
Çerkez Alemdar şehitler başı
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i. 

Kıble tarafından üç top atıldı,
Perşembe günüydü, güneş tutuldu,
Cuma günü idi, Budin alındı,
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i 

Temeşvarlı Gazi Hasan Dede

 
Bu destanda nelerin ve nasıl yok edildiğini şiir baştan aşağıya okursak, görebiliriz. Türklere ait olan cami, mescit, minare gibi yerlerin yıkılıp yakıldığı, kadınların kızların namusuna dokunulduğu, çocukların yaşlıların ateşlere canlı canlı atıldığı, çeşmelerden su içilmemesi için Müslümanlara ters gelen domuzların sulandığını görmekteyiz. Balkanlarda dün yapılan bu işkence ve katliamın bu gün de aynısının yapıldığına şahit olduk. Bosna Hersek’te tecavüz olayları, toplama kampları, Hollandalı askerlerin gözü önünde Sırp canilerinin yaptığı katliam, yıkılan köprüler, camiler, mescitler, tahrip edilen mezarlıklar ve daha neler neler aynen olmuştur ve olmaktadır. Bu yetmiyormuş gibi Batılı sözüm ona aydın geçinenlerin; canileri ve katliam yapanları haklı gösterme çabaları ve mazlumlara suç yüklemeleri ibret vericidir. Bu görünen resimde ise, bir Türk askeri kılıcını Hıristiyan çocuklarında deniyor. Bu tür, anti – Türk resimler Avrupa’da hala yaygındır. Fakat, Fransa’nın en büyük destanlarından Antakya Destanında 30 bin Türk askerini pişirip yediklerini kendileri yazar. Anti-Türk resimlerinde çocuk, kadın ve hasta insan motifi yaygındır. Bu konuda bir çalışmamız daha önce yayınlandı.  

Dün Cezayir’de katliam yapan Fransa’nın; İngilizlerin, İsveç’in başkanlığında Malta’da kurulan mahkemede, Osmanlı milletvekillerinin berat etmelerine rağmen, siyasi ve iç politika emelleri için; uydurma bir katliam sendromu çıkarmaları ne dostluğa ne de insanlığa yaraşan bir durumdur. Kendilerinin yaptığı katliamları “Tarihçilere bırakalım” diyenler; Osmanlı Türkünün yapmadığı bir olayı varmış gibi her zeminde gündeme getirmeleri “çifte standart” değil midir? Her zaman Avrupalılar, Türkleri ve kendilerine “öteki” olarak nitelendirdikleri ülkelerde azınlıkları kullanmışlardır. Bu durum halen devam etmektedir. Ama kendileri içlerindeki azınlıklara göstermelik haklar vererek; onların ana dillerini unutmaları için “sözüm ona” uydurma “uyum” politikaları üretmişlerdir. Türkiye’de uluslar arası antlaşmalarda azınlık olarak kabul edilmeyen bazı toplumlara “ana dil” konusunu dayatanlar, kendi içlerinde yaşayan Türklerin, ana dilini uyuma ters düştüğünü ileri sürerek; bu dilin öğrenilmesini okullardan kimisi kaldırmıştır, kimisi de kaldırmak için düzen kurmaktadırlar.  

Macaristan’ın yol levhalarına bakarak yönümüzü Sırpistan'a doğru çevirirken; levhada Eger (Egri) yazısını gördük. III. Mehmetîn 1596’daki meşhur Haçova meydan savaşından sonra alınmıştır. Burada Osmanlı’dan kalma bir çok eserden ne yazık ki, bu gün ayakta aleminin yerine haç takılmış minare ve müze olarak kullanılan diğer eserler vardır. Buradan Sırbistan’a kadar daha bir çok eski şehirden geçtik. Bazı Macarca şehir isimlerinin eski Türkçe'mize ne kadar benzediğini gördüm.  Ne de olsa Hun ve Macar Türkçe'si onların kullandıkların dilin temeli...

Ve Szeged şehrini geçerek öğle üzeri Sırbistan’a girdik. Sınırda Sırp parası bozdurduk: Çünkü, otoyol parası olarak ücreti euro olarak aldıkları zaman üstünü yok diye ödemiyorlarmış. Biz de, bizden önce bu tecrübeyi yaşamış olanlardan işittiğimiz için ödemeleri Sırp Dinarı ile yaptık. Macaristan sınır kapısından geçtikten sonra Sırbistan içinde Novi Sad şehrine yakın bir benzin istasyonuna girdik. Avusturyalılara ait olduğunu duyduğumuz benzin istasyonlarında dinlenmeyi planladık. Arabalarımıza gerekli benzinleri aldıktan sonra yola revan olduk. Artık Sırbistan’da daha fazla Türkçe yer isimlerine rastlamaktayız. 

Ve Belgrad göründü. Macaristan’dan Belgrad’a kadar olan yol, iki gidiş gelişli bir yol ama Almanya’daki otoyolların ayarında olmasa da bundan 17 sene önce geçtiğimiz; o zaman ki Yugoslavya’nın yollarından çok iyi bir durumda. Belgrad’ın içinden ikindine doğru geçtik. Şehir oldukça kalabalık ve yerli sürücülerin gençleri pek trafik kurallarına da uymuyor. Önde yol arkadaşımız Gültekin ve biz onu takip ediyoruz. Baş Bunar, Çukur Çeşme gibi Sırpça yazılmış ve Türkçe mahalle isimleri dikkatimi çekiyor. Bir zamanlar Belgrad, bizim Avrupa’ya yapacağımız seferler için ordumuzun toplandığı şehirdi. Bir zamanlar 360 camii ve mescidin bulunduğu bu şehir, 2004 yılında en son Osmanlı Camisi olan Bayraklı Camisi'nin Sırplar tarafından yakılışını seyretmiştir. Kale Meydanı, Zindan Kapısı hala durmakta ama hiç bir olaya karışmayan bu Türk eserlerinin tahribini anlamak çok zordur. 2004 yılında Sırbistan’ın Niş şehrindeki cami de yakılmıştır.  

Belgrad’ı arkada bırakarak Niş’e doğru uzun bir yola çıkıyoruz. Yol kenarındaki şehir, kasaba ve köyler mimari olarak görülmeye değer. Morova nehrinin üstünde şirin köprülerden geçtik. Akşama yaklaşırken Niş’e ulaştık. Sınıra 90 km yolumuz kalmıştı. Bu geçtiğimiz köyler ve kasabalarda genellikle tepeler üzerinde gösterişli kiliseler geçenleri selamlıyordu. Köy ve kasaba isimlerinin “Çiftlik” gibi isimler taşımasına rağmen, çevrede hiç bir minare veya benzeri yapı görünmüyordu. Niş ile Pirot arasında Bela Palanka diye bir yerden geçtik. Dar bir vadinin içinden akşam güneşi tepelerden bizi görmek için uğraşırken yol aldık. Çok dar gelişli gidişli bir yol ve yaklaşık 18 tünel ve tünelcikten soluğumuzu tutarak düzlüğe çıktık. Buraya Bela Palanka eğer Türkçe manasıyla deniyorsa çok uyuşmuş bir isim. Bu yolun alt tarafında derenin içinde bir de tren yolu var: Kim, bilir atalarımızın yaptırdığı demiryolu olabilir. Akşam olmuştu ve Bulgaristan sınırına yaklaşıyorduk.

Hafta içinde izin yoluna çıkmamıza rağmen sınıra yaklaşırken yollar gurbetçi kervanlarıyla doldu. Sırp sınırında kuyruk uzadıkça uzadı. Aslında Sırp görevliler işlerini çok çabuk bitiriyorlardı. Bulgaristan girişi olan yerde yığılma olunca gurbetçiler arabalarının kornalarına bastılar. Belki sınır görevlileri hafta içinde böyle bir yığılmayı beklemiyordu. Almanya’da almış olduğumuz Engelli Kimlik kartlarını polise gösterince işimiz kolaylaştı ve bizi otobüslerin geçtiği kapıdan süratle geçirdiler. 

Bulgaristan, Avrupa Birliği’ne yeni girdiği için, Birliğe, kendisinden şikayet gitmesini arzu etmiyordu. Bundan dolayı Avrupa Birliği üyelerinin pasaportunu taşıyanlara daha iyi davranıyorlardı. Aynı durumu Sırbistan’da da gördük. Onlar da ne de olsa aday olmak istiyorlar. Ayrıca Bulgaristan, Türklere vizeyi kaldırdığı için, bu yüzden maddi bir kayba uğramakta: Fakat, bu zararını yollara kurduğu polis tuzaklarıyla telafi etmektedir. Bulgaristan sınırını geçer geçmez engebeli ve düz arazilerde bulunan yollara; kısa mesafeli olmak üzere hız sınırlarını belirten levhalar koymuşlar. Belli bir hızın kısa mesafede düşürülmesi zor olduğu için, yol kenarına sinmiş olan polisler “Komşu hızlı gittin! Cezanız şu kadar euro!” deyip yine haraçlarını almaktalar. Beni hızla sollayan bir kaç yurttaşımızın önümüzde polis tarafından durdurulduğunu gördüm. Gecenin ilerleyen vaktinde aydınlatılmamış, dereli tepeli bol çukurlu tek gidiş gelişli bu Bulgar yolunda ilerlemek mümkün değildi. Bu bozuk yollarla Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne alınması; Birliği’n nasıl bir çifte standart uyguladıklarını gösteren en açık belgedir. 

Dragoman’a girer girmez bir benzin istasyonuna arabalarımızı çektik. Çok yorulmuştuk, özellikle ben çok yorulmuştum. Kırılan sağ bacağıma sarılan demir destek iki gündür çıkarılmadığı için büyük bir ıstırap vermekteydi. Benzin istasyonunun görevlisine mazot aldıktan sonra; “istasyonun bir kenarında dinlenebilir miyiz?” diye sorduk. O da “Saati 2 eurodan kalabilirsiniz” dedi. Bulgarların söylemi ile “Çorpa Parasını” verdik. Benzin istasyonunun caddeye bakan bahçenin kenarında bize bir yer gösterdiler. Arabadan indim. Hanım kaldırıma bir hazır ve onun üzerine de bir battaniye serdi. Ben de üzerine uzandım. Önce ayağımdaki demir desteği çıkardık. İki gündür aynı şekilde duran ayağım bir hayli şişmişti. Beş on dakika ayağımı oğdum. Tatlı tatlı ağrıyordu. Kolumu koyduğum yastığa başımı koyunca uyumuş kalmışım. Taşların üzerine yapılan bu yatak bana sanki saraylardaki yataklardan daha yumuşak geldi. Sabah uyandığımda oğlum baş ucumda nöbet tutuyordu. Bu arada Gülizar ve Kadriye Hanım, sabah kahvaltısı için mantar çorbası pişirmişler. Onu da içince kendime geldim ve tekrar yola çıktık.   

Sofya Bulgaristan’ın başkenti. Bulgarlar hakkında bilmemiz gereken çok önemli bir husus var. Volga ve Don arasında hüküm süren Bulgar İmparatorluğu parçalanınca bir takım Bulgar boyları Tuna boylarına göç ettiler. Asparuh Han ile 681 yılında bir devlet kurdular ve bu devlette Bizans tarafından da tanındı. I. Boris Han zamanında Hıristiyanlığa geçen bu Bulgarlar, değişik Slavlardan etkilenerek dilleri olan Bulgar Türkçe'sini bırakıp, bugünkü dillerini aldılar. Dolaysıyla temeli bir Türk boyu olan Bulgarlar, böylece Slavlaşmış oldu. Ak Bulgar, Kara Bulgar ve Gök Bulgar olarak değişik boylardan meydana gelen Bulgar Türklerinin Volga ve Ural bölgesinde kalanları Müslüman olmuşlardı. 9. asırda Bağdat Halifesi İbn-i Fazlan adındaki bir alimi onlara irşat için göndermiş ve bu alimde, bir seyahatname yazarak bu durumu bu gün bize “İbn-i Fazlan’ın Seyahatnamesi” adlı eseriyle sunmaktadır. 1980 yıllarda komünist sistemle yönetilen Bulgaristan, Türkler açısından ıstırap saçmaktaydı. Oradaki Türklere, Türkçe konuşmayı yasakladılar, Türkçe isimler değiştirildi, hatta mezar taşlarındaki isimler dahi değiştirildi. Dünya kamuoyu bu tür asimle işlemi Türklere karşı yapılınca sessiz kalmayı tercih etti. Fakat, oradaki Türkler, ne dillerini, ne de isimlerini verdiler: Büyük bir direnç gösterdiler. Canlarını hiçe sayarak Türkiye’ye doğru göç edince; bu olay bütün Doğu Bloku ülkelerini etkiledi ve Doğu Almanlar, Türkleri örnek alarak; komşu ülkelere kaçtılar. Bu durumda Doğu Bloku ülkelerine karşı büyük bir kamuoyu oluştu ve komünizmin çökmesi hızlandı. 

Bulgarların dil ve din değiştirerek ayrı bir millet oluşması bize bir örnektir. İkincisi de azınlık olarak yaşayan Bulgaristan Türkleri de bize ikinci bir örnektir. Onlara da Türkçe konuşmak ve öğrenmek, haberleşme yasağı vardı. Aynı durumu kim bilir; Avrupa’nın demokratik ve uygar ülkeleri olduğunu söyleyen ve bizim yaşadığımız ülkelerde olmaz diyebilir. Her gün yaşadığımız ülkelerde dilimiz ve kültürümüzle ilgili, çocuklarımızın doğru bir şekilde ana dillerini öğrenmelerini engelleyen uygulamaları işitmiyor muyuz? Okullarda teneffüslerde diğer çocuklar istedikleri dili konuşurken; onlara ses etmeyenler, iki Türk çocuğu Türkçe konuşunca uyguladıkları yasaklar gazete ve medyaya da yansımıştır. Büyük Mimarımız Mimar Sinan’ın Sofya’daki Banyo Başı camiside, dilini vermeyen Bulgaristan Türkleri gibi heybetli durmaktadır. 

Ihtiman’ı geçerken çok uzaklardan Balkan Dağlarını aşarak Plevne dolaylarından Osman Paşa’nın şanlı direnişi ve marşı kulaklarımıza gelmekteydi. Sağlı sollu köylerin kasabaların yakınlarından geçiyorduk. Dikkatimi çeken bir başka hususta Sırbistan’da, en azından her yerde kilise görebildik: Ama, Bulgaristan’dan geçtiğimiz yol güzergahında ne kilise ne de cami görebildik. Yoksa, komünizm döneminde bunlar yok mu edildiler. Pazarcık şehrinin yanından geçtik. Bizim tarihimizde Filibe dediğimiz şehri geçtikten sonra yarım saat gitmeden parasını peşin ödediğimiz otoyola benzer çift gidiş gelişli yol bitti. 

Gidişli gelişli yoldan giderken Haskova yazısını okuduk. Aynı levhada Kırcaali (Kırdzali) yazısını görünce bir zamanların; “Aman bre deryalar biz nişanlıyız!” türküsü kulaklarımızda çınladı. Sınırımıza bir hayli yaklaşmıştık. Hava da çok sıcaktı. Bereket ki arabalarımızda klimalar vardı. Onların sayesinde serinliyorduk. Harmanlı’yı geçtikten sonra Türkiye sınırına iyice yaklaştık. Bu arada Gültekin’i gözden kaçırdım. Bizden biraz hızlı gitmişti. Tam gaz yola devam ederken; onun, bir benzin istasyonuna girdiğini gördüm ama benim girmem mümkün değildi. Sınıra varır varmaz cep telefonu ile onları aradık. Onlarda geliyordu. Saatlerde tam öğle üzerini gösteriyordu. 

Aman Allah, sanki bütün gurbetçiler buraya gelmişti. Sekiz on kilometre kuyruk olduğunu söylediler. Kuyruk yeni gelenlerin eklenmesiyle uzadıkça uzuyordu. Sıcaktan ve beklemekten insanlar çıldıracak duruma gelmişlerdi. Hanımım Gülizar’a, engelli belgemizle polise müracaat edelim dedim. Hemen belgeleri Bulgar polisine gösterdi. Polisler bizi bekleme kuyruğunun önlerine geçirdiler. Bu arada iki genç geçmemizi engellemek için arabalarını benim kullandığım arabanın önüne sürdüler. Zorunlu olarak durdum. “Geçirmeyeceğiz öne!” diye bağırıyorlardı. Engelli belgemizi göstermemize rağmen anlamazlıktan gelerek; “Sıraya geç!” diye bağırıyorlardı. Yanımızdan geçen kırk yaşının üstünde birisi alaycı bir şekilde gülerek; “Engelli Kimlik Belgesi işinize yardı değil mi?” diye söylendi. Onun nahoş şekilde konuşması moralimizi bozdu. “Senin de olsun, senin de işine yarasın!” dedik, ve herif arkasına bakına bakına gitti. Sol tarafımdan birisi de “Benim de yüzde 70 engelli belgem var!” diye bağırdı. “Hemşehrim, o zaman hakkını kullan” diye cevap verdim. Ama o da kızgın bir şekilde yanımızdan uzaklaştı. Bu arada bir Bulgar tır sürücüsü üzerime doğru tırını sürdü. Mavi engelli belgesini gösterince olduğu yerde durdu ve özür diler gibi hareket etti. Hanım, tekrar Bulgar sınır polislerine durumu izah etti. Onlarda bize yolu açarak; gümrük kontrol kapılarına getirdiler. Bu arada yol arkadaşımız bekleyen yolcuların en arkasında kalmış ve bize Yunanistan’a gideceğini bildirdi. “Keşan’da buluşuruz” dedi.            
 
Sorunsuz bir şekilde Bulgar hududunu geçtik. Kapıkule artık karşıda görünmekte. Ardımızdaki gurbetçi kuyruğu uzadıkça uzamış ve işlemler her iki gümrükte de o kadar yavaş gidiyor olmalı ki, sıcaktan bunalan yolcular korna çalmaya başladılar. Kapıkule korna sesiyle inliyordu. Türk gümrüğünde de engelli belgesini göstererek işlemlerimizi çabuk yaptırdık. Bu gurbetçilerin, bu mevsimde izine çıkacağı önceden belliydi. Başka yerlerden memurlar getirilip, gümrüklerdeki işlemleri hızlandırabilirlerdi. Eğer böyle çözümler üretilse hem vatandaş sıkıntı çekmez, hem de memurlar ağır yük ve ithamlar altında bunalmazlardı.

“Edirne’nin ardı bağlar mori dankilom!” türküsünü mırıldanarak Edirne’nin kenarından geçtik. Edirne’nin adeta ikindiye doğru siluetini seyrediyorduk. Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük mimarının yaptığı görkemli Selimiye’yi izleyerek otoyolda gidiyorduk. Bu muhteşem eserin dört minaresi görünüyordu. Belli bir yere gelindiğinde tam cepheden bakılırsa iki minaresi görünürmüş. Bu aslında muazzam bir mimarlık sanatıydı. 1980 yılında bunu uzaktan görmüştüm. 27 yıl sonra geçerken bu muhteşem görüntülerin fotoğrafını çekerek tespit ettik. Kızım bu konulara meraklıydı. Önce dört minareli görüntüsünü aldık. Bir kaç kilometre gidince tam cepheden iki minare görünüyordu, onu da tespit ettik.    

Bu yazımıza başladığımız zaman yirmi haziran demiştim. Benim için önemli bir gün. Almanya’nın Düsseldorf kentinde başlayan yolculuğumuzu tarihi boyutlarına da girerek yaptık. Bu yazının içinde bir çok yolculuk vardır: 

Bunlardan birisi günümüzde “gurbette ekmeğini kazanan “çağdaş göçerler” dediğimiz “Batı Avrupa Türkleri’nin” yükü hasret, her rüyası bir vuslat, her adımı bin türlü külfet, eziyeti bal, çileli gül olan yolculukları. 

Bir diğeri zamanın üzerinden aşarak tarih içindeki yolculuğumuz. Beş asırdan fazla kaldığımız belde ve memleketlerde öksüz kalmış eserlerimiz; o medeniyetimizden habersiz olan bizler. Beş altı asır bir memlekette kalacaksınız, size bağlı olan halklara din, dil, aile ve miras hukukunda serbestlik tanıyıp; onları, aslına uygun olarak muhafaza edeceksiniz. Ne büyük hoşgörü değil mi? Alman milletvekili A. Dreger, “Polonya’dan işçi getirdik, bir nesil sonra Alman oldular. Türkler, üç nesil sonra bile hala Türk kaldılar” diye sözüm ona uyumun ne amaçla olduğunu açıklamıyor mu? Eski içişleri bakanı Otto Schilly, “En iyi uyum asimilasyondur!” diyerek hoşgörüsüz zihniyetlerini açıkladılar.

Bir diğeri de geleceğe dönük dil ve kimlik üzerinde yapılan baskılara rağmen: Türkçe'mizin ve gelecek kuşaklarımızın yolculuğu. Osmanlı medeniyetini ve Türk hoşgörüsünü yakından görme yolculuğu. Sofya’daki Mimar Sinan’ın eseri olan Banyo Başı Camisi gibi eserlerimizi tanıma yolculuğu. Yahya Kemal Beyatlı’nın mısralarında dediği gibi; 

                            “Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden;
                            Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden.”

 
En önemlilerinden birisi de bir engelli olarak; bir çok zorluğa karşın Ahmet ve benim
tekerlekli sandalyelerimizle yaptığımız yolculuktur. Aşık Veysel’in “Uzun ince bir yoldayım, Gidiyorum gündüz gece” diye söylediği gibi hayat yolculu... Evet, yirmi haziranda başlayan hayat yolculuğumu tam elli iki baharımı doldurup; bir kere daha vatan yolunda idrak etmenin bahtiyarlığını ailem ve yol arkadaşlarımızla pasta kesmeden yaşadık. Bu yolculuğun verdiği yorgunluğu muhteşem Selimiye’nin şahane görüntüsünü izlediğim zaman unuttum desem, hiç abartmış olmam. Edirne’den Keşan’a doğru uçarken kuş gibi hafiftik ve neşeliydik. Gültekin’in Keşan’da aldığı simitler de mis gibi vatan kokuyordu.

Düsseldorf / 29.07.2007

 

 

  
  Halil Gülel