Sandık

 

   

Sandığın kapağını açtığımda duyduğu heyecana ve meraklı gözlerine bakılırsa beklentisi vardı sanırsınız geçmiş yaşantıların umutlarından. Oysa konuştuğunuzda tüm o hayal ettiklerinizden öte, sıyrılmış yüklü acılarınızdan; kapağındaki, gövdesindeki işlemelerin , sandığın değerinden ve emeğinden söz eden  ustayla karşı karşıyayım işte... Ve  sıradan, ucuz olduğu  ve güzel olduğu için alınan sandığın karşısında ben ve Mikael...

- Usta, ben bu sandığın güzelleşmesini istiyorum.
Usta ,ellerini dolaştırarak sandığın işlemeleri üzerinde ve susarak tüm sorulara inat, ağır ve pervasız tonuyla şöyle der:
- Bu sandık size ve geçmişine rağmen güzel ...
Benim geçmişime rağmen güzel olan, o kendi geçmişince gizemli olan sandık böylesine sorularla dolu olan bir an mı yaşatacaktı bana ve ustaya...
Onun, ustanın ellerine gidişi için açtığımda kapağını, elime aldığımda her bir eşyayı acı dolu gözlerle bıraktım uygun olan köşeye... Ve bu bırakış yormadı beni,   yoran o eşyaların taşıdığı anılardı.
Usulca bir kenara koyduğum geçmişimdi... bir türlü çözemediğim, tanımadığım çocukluğuma ait olanlardı onlar. Ve onca ağırlıklarına rağmen bir kenara bırakabilmiş olmam, üstelik rahatça. Belki de; ustanın yöneldiği işlemeler, sandığı oluşturan ağacın güzelliği ve belki de yıllar önce hangi umutlarla, hangi kişinin içine yerleştirdiği,ellemeye kıyamadıkları, beni uzaklaştırdı yıllarca yüreğimde taşıdıklarımı bir kenara bırakırken... 
- Bunu bana satsana.
Diyen sesle kendime gelip, satmak istediğimin sandık değil geçmişim olduğunu anladım bir kez daha.Üstelik satmak istediğim hiç bir şey yoktu her şeyin satışa sunulduğu ülkemde...
Belki Ayşe’ydi sandığın kapağını özenle açıp sevdiceği Hüseyin için dokuduğu içlikleri   kirletmeden koymaya çalışan. Belki de Zeynep’ti derin ve renkli yüreğinin yansıttığı işlemelerini yari için hiç incitmeden yerleştiren.
        
Ben, ben nasıl el sürerim o sandığa... nasıl açarım o kapağı?... Hangi yüzle, hangi yürekle el sürerim o sandığa?...
Ayşe miyim? Yoksa Zeynep miyim? Nasıl kirletirim Ayşe’yi, Zeynep’i  sandığın kapağına uzandığım ellerimle?
        
Koyabilir miyim o sandığın içine SEVGİYİ? Koyabilir miyim o sandığa EMEĞİ?.. Koyabilir miyim o sandığın içine deniz içre umutlarımı?...
Bir kez daha anladım:”Katacak bir şeyin yoksa susmayı bilmelisin.” Öğretilmiş yaşamımdan gelen  bilgiyle uzaklaştım sandıktan. Uzaklaşmam sadece ölçülebilirdi, çünkü gücüm yoktu onları silmeye ya da yok saymaya.
        
-Bunu bana satar mısın? demiştim.
Neyi satacağım sana usta? Ayşe’nin ilmik ilmik işlediği sevgisini mi? Yoksa Zeynep’in yüreğinin coşkusunu mu?  Benim asla sahip olamadığım ve olamayacağım değerlerle yüklü bu sandığı sana hangi pahayla satabilirim?... Ve düştüm bir kez daha anılarımın derin,ses vermeyen kuyusuna.
Yorgunum ses vermeyen kuyuya kulak vermekten. Yüreği çoktan çürümüş insanların yapma, kukladan öteye gidemeyen sevgilerinin yorduğu yüreğim daha ne kadar dayanır bu hesaplı kitaplı yaşamışlıklara derken,  işlemeleri ve ağacının değeriyle ustaca karşımda duran anılarıyla yüklü sandık daha da derinlere indirdi yaralarımı.
 
-Hadi açalım sandığı anneanne!
-Hayır, beklemelisin, henüz zamanı değil, onun da zamanı gelecek. Beklemeyi bilmelisin.
Hala öğrenemedim beklemeyi; nasıl annemin gelmesini ve öpmesini, kollarında sarmasını beklemeyi bilemediğim gibi. Neden beklemeliydim, o benim annemdi, burada olmalıydı, beni öpmesi için beklemem mi gerekti? Belki de bu sandık beklemeyi öğretecekti bana içinde gizlediği yaşamları, sevdaları çözebilmem için beklemem ve büyümem gerekecekti bir kez daha .
- Son kez soruyorum; satacak mısın bu sandığı bana?
- Satamam usta, satamam  bu sandığı.
- O halde söyle ne yapmamı istiyorsun?
-Sen ne yapman gerektiğin biliyorsun usta, al o senin ama sadece ellerinde yaşam bulabileceği süre için seninle,o kadar.
- Seni anlayabilmiş değilim ama onu ne yapacağımı biliyorum. Evini ona göre düzenle, kısa bir süre sonra getireceğim onu, baş köşeyi hazırla, at bu gereksiz dolapları. Çünkü o baş köşeye yakışır.
-  Hele sen bir getir de bakarız usta.
- Hayır, yok öyle hele sen bir getir demeler, o bu evin baş konuğu olacak ona göre! Bak getirmem ha!..
 
Bir başına, sanki yastık taşır gibi sırtına yükleyip götürdü onu ve dikkatle yerleştirdi arabasına. Giderken son bir kez “hazırlan” demeyi de ihmal etmedi usta.
Onun olmadığı zamanlar çıkarıp bir kenara koyduğum eşyaların ağırlığıyla yaşadım görmezden gelip. Kısa değil tam tersine uzun sürdü gelmesi, defalarca aradım, gittim işliğine ustanın onu görmek için. Göstermedi; “Oluyor, merak etme, umduğumdan daha zor çıktı, işlemeleri yapıştırma değil oymaymış.” dedi. Döndüğümde evime nedense hep onun yerini aradım, belki de ustanın sözlerinin etkisiyle yakıştıramadım hayallerimde ona hiç bir köşeyi.Oysaki evimin her bir köşesi taşıyamadığım anılarla yüklüydü.
         Evin şeklini değiştirmeye giriştim ertesi sabah erkenden. Saatlerce her bir eşyayı bir tarafa koydum ama bir türlü sandığa yakışır bir yer bulamıyordum. Ne yapacağımı bilmezken giyinip ustanın yerine gittim. Sessizce girip işliğine izledim onu. İnce uzun parmakları sanki yeni doğmuş bir bebeği severcesine dolaşıyordu sandığın işlemeleri üzerinde. Konuşuyordu onunla elleriyle, dokunuşlarıyla, gözleriyle… derinden, sessiz ama yüklü bir sohbetti bu. Uzun bir süre oturdum orada, izledim ustanın güzel ellerini ve sevgisinin güzelliğini. Dışarı çıkıp kahveden iki tane çay alıp sessizce uzattım ellerine doğru. Hiç ses etmeden aldı çayı, yavaşça  oturup taburesine içmeye başladı.
-Çay yeni demlenmiş.” dedi yorgun bir sesle.
-Onu koyacak yer bulamadın değil mi o evde?
-Nerden biliyorsun usta?
-Bulamazsın, önce yüreğini temizlemen gerekir, evi değil?
Çayı bırakıp titreyen ellerimden sessizce çıktım işlikten. Saatlerce yürüdüm denize yakın, denizi izleye izleye… kulaklarımda onun cümlesi: “ Önce yüreğini temizlemen gerekir, evi değil…”  Gecenin geç bir saatinde ayaklarım geri gide  girdim temizlemeye çalıştığım evime. Telefon sesiyle irkildim.
“Merhaba ,benim…” Evet önce yüreğimi temizlemeliydim geçmişin ağır yüklerinden.
“Uzun zamandır görüşmedik, bugün eski sevgililerimi arayım dedim…” Kulaklarımı tırmalayan bu sese daha fazla dayanamayıp kapattım telefonu hiçbir şey demeden. Kısa bir süre sonra; “Sanırım kapandı telefon.” diyen yine aynı ses.
“Neden konuşmuyorsun?”
“Ne konuşacağım seninle yıllar sonra?”
“Aradığım diğer eski sevgililerim çok sevindi sesimi duyduklarına. Bir sen böyle garip davranıyorsun her zamanki gibi.”
Eski sevgilileri çok sevinmiş! Eski sevgilisi ben de sevinmeliydim. Niye böyle davranıp karıştırıyorsun ki onun senaryosunu. Oysa ben eskileri koyacak bir yer bile bulamamışken, oysa ben evimi bir sandık için temizlemeye giriştiğim anda temizlemek zorunda olduğumun evim olmadığını fark etmişken; kendinde hak görürcesine yapışkan ve yavan ses tonuyla siz çıkıyorsunuz karşıma.
Yıllar ne hızlı  geçiyor ama bıraktığı izleri aynı hızla yok olmuyor yürekten. İnsanı asla aldatmayan ve terk etmeyen türkülerdir deyip Ruhi Su’nun kasetini koyuyorum teybe. İşte gümbür gümbür türküler.
-Neden bana bu adı koydunuz anneanne?”
-Ben kendimi bildim bileli türküler beni hiç aldatmadı ve terk etmedi. İşte bu yüzden ben çok istedim adının bu olmasını. Umarım sende terk edilmeyen olursun…
-Hep “Kesi Bağları” diye bir türküyü mırıldanıyorsun. Ne anlatıyor o sana?
-“Kesi bağlarında ölüm var, hey Allah’tan korkmaz sana da bana da ölüm var…”
 Şimdi ölüm varsa zulmün de olduğunu anlıyordum. Sizlerin göçüşünüzden sonra anılarınızı kaldıracak yer bulamayan ben, türkülerde arıyorum çaresini.
Tiz telefon sesiyle aldım beni türkülerin yumuşak sesinden.
-İzin ver geleyim de,biraz konuşalım. Hiç iyi değilsin sen.
-Benim iyi olmamam sizlerin varlığından, arama beni! Arama da bırak kurayım sorusuz dünyamı.
Gün ışırken kapattım penceremi üşüdüğümü fark edip. Günün o içine işleyen ayazıyla doğruldum, açtım evin bütün panjurlarını. Gün ve ışığı doldu tüm odalara. Gözlerim yandı, yüreğim acıdı; hala temizleyememiştim ne evim ne de yüreğimi. Tutunmak istediğim gün ışığının, tutunmak istediğim anılarımın kıyısında acıyordu her bir yanım…
Giyinip sıkıca yürüdüm denize yakın, denizle beraber saatlerce. Sıcak bir gevrek alıp oturdum deniz kenarındaki kahveye. Sıcak çay ve gevrek ama donuyordum. Çığlık çığlığa uçuşan martılar, beynimin her bir köşesinde uçuşan anılar!...Saat sekiz olmuştu, yürüyerek gidersem usta açmış olur işliği deyip kalktım. İşliğe vardığımda kapı açıktı… İki çay alıp çay ocağından girdim içeri torbamda sıcak bir gevrekle. Sarılmış sevdiğine sarılır gibi, kucaklamış çocuğunu sevgiyle kucaklar gibi uyuyordu usta sandıkla. Evet o sarıldığı, o kucaklamaya çalıştığı benim evimde koyacak yer bulamadığım sandığımdı. Oturdum yavaşça tabureye, çayıma koyup şekerimi karıştırmaya başladım.Doğruldu …
-Gevrek sıcaksa, çay de demini almışsa iyi gelir güne başlamak için.
-Çay demini almış, kokuyor mis gibi, gevrekse elleyemezsin. Haydi usta başlayalım güne.
- Sen zaten günü bitirmemişsin ki!
-Her gün bana çözecek birkaç cümle söylemek zorunda mısın?
- Daha ne istiyorsun ki? Karışıyor mu kafan? Düşünüyor musun gün boyu?
-Bırak beni de, ne zaman bitecek sandığım?
-Sen sandığını taşımaya, sen sandığını koyacak evinde ve yüreğinde bir yer bulunca bitecek bu sandık!...
Güne burada devam etmek zordu, çayımı içip sessizce çıktım işlikten. Vapura bindiğimde elimde çay bardağım ve yine martılar çığlık çığlığa Konak’a geldim. Yıllardır numarasını unutamadığım Ballıkuyu otobüsüne bindiğimde öğlen olmak üzereydi. Gençliğimde de yaptığım gibi en arka koltuğa oturdum. Sanki aynıydı insan yüzleri, sanki aynıydı yaşadığım gün yıllar öncesiyle… Camii durağında indim, geçip yokuşun karşısına baktım. Çıkabilir miydim bu yokuşu? Denemeli deyip başladım yola. Ekmek fırınına vardığımda kahveden gelen  irkilten sesle aydım.
-Kızım! Ne oldu? Bir şey mi var? Neden geldin?
- Yok bir şey baba.
Baba mı? Kim di bu mavi gözlü, beyaz saçlı adam?
-Haydi gel çay yapayım sana ya da kahve. Bir de fal bakarsın bana, bir de cigara tüttürürüz!
- Olur baba, yapalım.
Kahvemi içtikten, falı da baktıktan sonra yürüdüm çocukluğumun, gençliğimin geçtiği evimize. Çığlık çığlığa martılar gibi karşıladı Suna beni. Eve adım atmak, eve girmek babamla kahve içmekten daha zorluydu. Girdim bir zamanlar korkuyla kapısını açtığım evimizden içeri. Küçük pencerelerdeki dantel perdeler, merdivenlerin her basamağına konulmuş elleyince mis gibi koku yayan fesleğenler.
-Semra ! Kız nerdesin, çayı koydun mu? Bak ablan geldi.
-Aman kız anne, çayı çoktan koydum ocağa. Ablamın geldiğini duydum .
-Hadi sofrayı hazır et.
-Gerek yok Suna, aç değilim. Babamla kahve içtim.
-Hadi canım sen de kahve karın doyurur mu?
-Bilmez misin, babamın kahvesi adamı doyurmak bir yana tıkar!
-Boş ver be kızım, sen nasılsın? Anacığın gittiğinden bu yana hep seni düşünüyorum. Kaldın bir başına, öbürlerinin yine bir adam var başında. Sen öyle misim ya? Bir başınasın küçük bir balık gibi koca denizde.
-Boş ver, deniz güzeldir, iyi gelir insana. Senin balıkçı ne alemde? İyi bakıyor mu sana?
-Aman karısı duymuş beni. Dayandı kapıma, bağırdı çağırdı.Biliyor musun; “orospu” dedi bana avaz avaz.
-Sen ne yaptın? Üzülmüşsündür.
-Ne üzülecekmişim, ben niye orospu oluyorum ki! O beni biliyor mu? Kocasının buraya geldiğini biliyor mu? Tüm bunlara rağmen onunla evliliğini sürdürüyor mu? O zaman neden ben orospu oluyorum? O da orospu ! Bende aynen böyle dedim.
-Yaşam senin karşında eğilir Sunacığım, sen ondan daha güçlüsün.
-Aman ne diyorsun anlamıyorum. Sen çocukluğunda da böyleydin, gençliğinde de. Hele gençliğinde hiç bilmediğim türküler dinlerdin. Hep derdim ki, bu kız ismince davranıyor, bu kız ismini arıyor.
Vapurda elimde yine çay bardağı ve yine martılar. Eve geldiğimde saat gecenin geç bir saatiydi.Bu gün ağırdı, bu gün taşınamayacak kadar sevgi yüklüydü. Yatağıma girdiğimde o yumuşaklık, o sıcaklıkla daldım uykunun o güzel, o yumuşak denizine.
Uzun ve zorlu günler geçti ama daha sandığımı gelmemişti. Ne zaman arasam ustayı bitiyor deyip geçiştiriyordu beni. Günler başlandığı zorluklarla bitip gidiyordu.
     
     
* Rüyalarımdan korkar olmuştum, çünkü ne görsem birkaç gün sonra yaşıyordum. Uyumak istemiyordum, ben;uykucu uykudan kaçar olmuştum.
Günün ilk saatlerinden kalkıp beni boğan yatağımdan, attım bedenimi suyun altına. Sanki denizdeymişcesine, sanki o mavi suları kucaklıyormuşcasına yıkandım, yıkandım…
Geçip gardırobumun karşısına düşündüm dakikalarca. Sonunda yine mavi pantolonumu ve mavi kazağımı geçirip sırtıma ve sarıp boynuma turkuvazın en güzel ahengini taşıyan eşarbımı düştüm yola. Saatlerce yürüdüm sanırım, çünkü güneşin ışınları yakmaya başlamıştı. Yine aynı yerdeydim, yine ayaklarım ve  yüreğim aynı yere götürmüştü bu ağır bedenimi.
-Yine mi sen?
-Rahatsız mı oldun usta?
-Hayır, rahatsız olmadım ama başka yapacak işin yok mu senin sandığı beklemekten başka?
-Kırıyorsun usta, beni her gelişimde daha da çok kırıyorsun.
-Fena mı ya, kırıla kırıla kırılmamayı öğrenirsin.
Ustam öğretecek bana kırılmamayı, hem de kırıla kırıla. Bilmez ki ben her şeyi böyle öğrendim. Bilmez ki ben işte bu yüzden geceler boyu uykusuz gözlerle sabahında onun işliğindeyim!...
                   - Haydi, bir çay alda içelim.
         - Gevrekler senden usta.
Çayın ve gevreğin sıcak kokusu sardı işliği. Uzun, ince parmaklarıyla usta ağır ağır karıştırdı çayını.Evden getirdiğim tulum peynirinden de kesip koydum küçük masamıza.
- Peynir de getirmişsin, demek ki buraya gelmen planındaydı?
- Evet, çantama peynir koydum ama sana gelmem planımda değildi usta.
-  Son zamanlarda sık sık uğruyorsun, okula gitmiyorsun herhalde?
- Ah be ustam, hangi aydayız farkında değil misin?
- Ne demek farkında değil misin! Ağustos ayındayız, doğru değil mi?
- Evet, bildin usta. Peki, Ağustos ayında okullar açık oluyor mu?
-Tamam, tamam anladık! Tatildesin. O halde ne işin var burada? Gitsene şöyle güzel bir tatile.
-  Benim tatilim de bu usta.
- Anlaşıldı, sen tatilini burada geçireceksin ama sanma ki sana bu sandığı önce yüreğin hazır olmadıkça vermeyeceğim!...Ona göre planla günlerini.  
İşlikten çıktığımda öğlen olmak üzereydi. Bir demet papatya aldım ve çaldım Sevgi’nin kapısını. Beni görünce şaşırdı, çünkü tatildi ve ben bu saatlerde genelde uyuyor oluyordum.
-Hayırdır? Bu saatte sen buradasın, ne oluyor?
-Saatli mi gelmem gerekiyordu Sevgi hanım?
-Ooo güne güzel başlamışsın. Yoksa yine ustaya mı gittin?
-Sanırım bir tek Afrika’daki ilkel kabileler duymadı ustanın başına tünediğimi, istersen onlara da sen haber ver.
-Zamanım olursa haber veririm. Çay içer misin?
-Senin o garip alette demlediğin çayı içmediğimi biliyorsun. Haydi bir kahve yap da içelim.
-Yine fal olayı değil mi?
-Bir iki kelam söylersin canım, sen de seviyorsun bunu. Üstelik bir de fincanda yaparsan deyme gitsin keyfimize.
-İyi ki tiryaki değilsin!..
-Ballıkuyu’ya gittim dün, baba ile kahve içtik ve Suna’ya uğradım.
-Son zamanlarda sokak süpürgesi gibisin, takibin zor oluyor.
-Sokak süpürgeleri her şeyi temizliyor ama ben temizleyemiyorum.
-Ooo bizim sokak süpürgesi felsefe yapıyor çaktırmadan.
-Dalga geçme, hiç iyi değilim ama nedense salakça çaktırmamaya çalışıyorum yine her zamanki gibi.
- Gidip bir spotcudan aldığımız sandığı iş ettin başına!
- Kahven acı olacak galiba! Yok acı değil tatsız olacak.
-Sandığın özündekinin geçmişimiz olduğunu biliyorum, biliyorum da konuşmaktan kaçıyorum. Anla işte…
-Ben kaçıyorum, sen kaçıyorsun… ne güzel bir cümle oldu sanki Türkçe Dilbilgisi dersindeyiz…
-Bak sana ektiğim sakız sardunya ne güzel açtı, gel de onun karşısında içelim tatsız kahvelerimizi.
-Bugün alayım sardunyamı, bakalım ona bir yer bulabilecek miyim evde?
-O evde her şeye yer var bence sen istediğin ve kabul ettiğin sürece tabii ki…
-Neyse sardunyaya ayıp olmasın, anlaşılmadık konuşup onu konu dışında bırakmayalım. 
-Kaç bakalım, daha ne kadar kaçabileceksin.
-Ölçü birimlerinin her hangi birini kullanabileceğim kadar.
 
Özenle yerleştirdim bisikletimin sepetine sakız sardunyamı ve yola koyuldum. Yol boyu onu seyrettim.
“Anneanne, neden bu kadar çok sardunya dikiyorsun saksılara?”
“Çok güzel renkleri var, kokularını ancak dokununca alabiliyorsun ama sevgiyle dokununca..”
Evimizin önünde, tenekelere dikili renkleri çılgın sardunyaların ve ortancaların arasında çayını ve keyifle tüttürdüğü “Gelincik” sigarasını içen anneannemi düşledim yol boyunca. Beyaz kare kutusunun üzerinde ince, narin duruşlu gelincik.. yassı sigarası. Nasılda keyifle içerdi çayını ve sigarasını çiçeklerine baka baka. Sanki konuşurdu onlarla, sanki dertleşirdi onlarla. Sigarası bittiği zaman bana seslenirdi ve hızla inerdim İzmir’in meşhur Dondurmacı Yokuşunu ve arardım tüm bakkallarda gelinciği… Bulduğumda nasıl da sevinirdim ve koşa koşa  yokuşu, sanki düz bir yolda gidiyormuşcasına ulaştırırdım o güzel ve erişilmez kadına…  
Eve geldiğimde akşam olmak üzereydi. Balkonu yıkadım, sardunyamı yerleştirdim. Neyse ki sardunyama yer bulmakta sandığa yer bulmak kadar zorlanmadım.Semaverde çay demledim ve yerleştim balkona yaşamak istercesine sardunyalarla ve ortancalarla dolu olan bahçemizi. Ama tüttürdüğüm “Gelincik” değildi.
“Anneanne, haydi açalım şu sandığı, çok merak ediyorum içindekileri.”
“Görüyor musun, ortancanın biri başka bir renkte açtı.”
“Ama ben  sandık diyorum, sen çiçekleri gösteriyorsun!”
“Onları görebilirsen, sandığın içindekileri de görebilirsin güzel kızım.”
Balkonda oturmuş, sardunyaya karşı çay içen ben, hala göremiyordum görmem gerekeni… 
Ustanın sandığı getireceği yoktu ben kendimi ve yüreğimi düzenlemedikçe. En iyisi kalkıp sandıktan çıkanları ellemek ve yaşamaktı…
El dokuma, ipek bir içlik, kol kenarları iğne oyası, yakası açılmamış.Yeşil: denizin derinliklerinin gibi, ipek.. oyaları mavinin en güzeli bir yemeni. Küçük bir parça, sanki mendil gibi; kasnakda işlenmiş kocaman bir çiçek sepeti….
Kenarları mavi işerle bezenmiş, oyaları dikilmiş yastık kılıfları, yatak kenarlıkları.
Elimdeki bu yumuşak, altın rengi şey neydi?... Çıkardım naylonundan, ucunda hala tokası duran benim saçımın beliğiydi.
Daha fazla dayanmam olası değil, taşıyamam bunca ağırlığı, taşıyamam bunca anıyı!
         Ben bunları düşünür, ben bunca sevgi yoğunluğunu geçmişe dair yaşarken, bugünümde bulamamıştım hala o aradığım, varlığına hala inatla inandığım sevgiyi…Nasılda söylüyordun; “Seni seviyorum” diye. Ve ben;hala o sevgiyi arayan ve inanmak isteyen nasılda inanıyordum sana.Çünkü inanmak istiyordum, çünkü yaşamak istiyordum bunu.
         Bir gün Şahmeranı ve öyküsünü anlatmıştım sana ve sonunda da “senin yüreğin çoktan çürümüş” demiştim. Sense sanki “iyiyim” demişcesine karşılamıştın bu ağır, insanın yüreğinden asla çıkarıp atamayacağı söylemi. Bense hala anlamını bekleyip durmuştum. Ee ne yaparsın her kula nasip olmuyor anlının soldan ve sağa ve de üstelik yukarıdan aşağıya “salak” yazması. Bu düzene göre, size göre ben, salak oluyorum. Ne güzel, ne onur verici sizin gibi yüreği çürümüş olmaktansa !...
         Yine o tiz telefon sesi; “Efendim” demez olaydım. Yüreği çoktan çürümüş ama kokusunu bir türlü alamayan düzenin baş döndürücüsü karşımızda ki o yüreği çürük doğmamış, yazık sonradan olmuşmuş!!… Tabii ağabeymiz gelecek, ben de ona ikramda bulunacağım.Yaşamının ne kadar çekilmez olduğunu, bunaldığını anlatacak. Sonra, sonrasında o bunaldığı, çekemediği sakin yaşamına dönecek. Burası rüzgarların delice estiği, her esişinde sevgileri delice büyüttüğü tehlikeli bir yer, aman fazla kalmayın buralarda.
         Telefonda anlatamadım herhalde ki kapıma kadar geldi beyimiz elinde birkaç bir şeyle. O, bu evde benimle çok güzel şeyler yaşamış, onları anmak istemiş. Ben bu evde sandığa bile yer bulamazken, sen kendine neden yer ararsın ki bulamayacağını bile bile. Bulabilmiş olsaydın yaşarken bulurdun. Ne vücut dili, ne de başka bir şeyden anlamıyordu. Yazık oldu sardunyam ve çayımla geçireceğim geceme. Sözlerim havada asılı kaldı, gözlerimle anlatmaya çalışmam ise aptallıktı. Ama kalmak istediğinde sandığıma bile henüz yer bulamadığımı anlatınca yüzündeki şaşkın ifadeyle uzaklaştı  evimden.
         Sağa sola atılı işlenmiş örtüleri, saçımı bile görememişti kaldığı süre içinde ki ben ondan beni görmesini, beni anlamasını ve de sevmesini, sevgimi taşımasını beklemiştim. Ben yüklemiştim ona bunları beklide onun ne olduğunu bile bile… terk edilmek korkusu görmüş olmama rağmen sürdürmeye çalıştırıyordu beni bu yavan ilişkileri.
         Bu sandık, ustanın zehir dili kendime getiriyordu beni yavaş yavaş. Bu sandıktaki işlemeler, sandığa koyduklarım ve koyacak yer bulamadıklarım… işte bunlar benim yaşamım. Onlardaki güzellik, onlardaki incelik, onlardaki özen, onlardaki sevda…İsterseniz anlamamakta direnin, isterseniz yok sayın, isterseniz dalga geçin kendi dünyanızın çekilmez yavanlığını saklamak istercesine yüzünüze yerleştirdiğiniz o eğreti mutluluğunuzla. Boşuna; çabalarınız boşuna, çünkü ben henüz hiç ellenmemiş, henüz dokunulmaya bile kıyılamamış sevdalar üzerine yaşıyorum ve yaşayacağımda.
 
         Oh be! İyi ki geldin ve bu sandığı aldın usta. Ne de güzel düzenledin beni. O gittikten sonra yeniden demledim çayımı semaverde, sardunyama karşı, sardunyamla birlikte içtim sabaha değin konuşa konuşa bir kenarıya yerleştirdiğim sandıktan yıllarca çıkmasını beklediğim o ellemeye bile kıyamadıklarımla.  
Onlar bana anlattı her dokunuşumda güzelliklerini, acıdı ellerim;parmaklarımın sıcaklığına dayanmak zordu. O elde işlenmiş iğne oyasının günler sürdüğünü, parmaklarını deldiğini, o yemeninin ucunda asılı duran, delice renkler taşıyan oyanın özlemi anlattığını, küçücük işlemeleriyle ellerimden kayan parçanın anlatmakta yetmediğin sevdayı anlattığını onların diliyle anlamaya çalıştığım gece yetmedi bu çığlıkları duymama ve anlamama. Gün ağarmıştı, gün yürümeye başlamıştı ve ben hala onların ellerimdeki yakıcı sıcaklığıyla anlamaya çalışarak onları var olmaya çalışırken, aslında bende var olan renkleri gördüm sandığın evimde olmamasına karşın. O renkleri, o anıları taşıyan, o anıları taşıyanları duyanları barındırabiliyorsam, onları hala bu günlere rağmen  yaşatmaya çalışıyorsam…
         Semaverden çay almak için gittiğimde balkona, güneşin gözümü karartan ışığıyla aydım yeni bir güne başladığımın. Su, bana her şeye rağmen ve her zaman iyi gelen suyun altında kaldım dakikalarca. Boynuma sığındığımda taktığım turuncunun en güzel tonlarını taşıyan, el dokuma yazmamı takıp ve de koca bir demet papatyamla , coşkuyla vardım ustanın işliğine. Yavaşça girdim işlikten içeriye, kızardı usta gereksiz  gürültülere. İşlik çok sessizdi, sanki boşaltılmış gibiydi. Sessizce oturdum ilk bulduğum tabureye, sigaramı yaktığımda benim gelişlerime alışmış çaycı elime tutuşturmuştu demli çayımı. Sormaya cesaret edemedim ustanın nerede olduğunu. İşlik sessizdi ama o kadar doluydu ki içerisi onları ne kadar seyrettim bilemeden; usta yorgun, bıkkın bir halde dikeldi karşıma ki onu hiç  böyle görmemiştim. Tutuk, boğazıma yıkılmış bir sesle ; “Usta, ne oldu?” diyebildim. Hiç ses etmeden her zamanki yerine oturdu. Koşup demli bir çay aldım çay ocağından soran gözlerle çaycıya baka baka. Yanıt alamadan elimde demli bir çayla dönüp tutuşturdum ustanın eline. Elleri yorgundu, elleri zorla kavradı bardağı… hiç bakmadan yüzüme, karıştırmadan çayını içmeye başladı.
         Ürkerek, boğazıma takılanı temizlemek istercesine bir sesle ki kendinden emin, sandığa yer bulmuş olmanın coşkusuyla gelmiş olan bana ters; “Ben onu alabilirim usta.” Dedim. İşlikteki semaverler, çaydanlıklar, tepsiler, sandıklar konuştu ama o konuşmadı. Sanki saatler sürdü bu suskunluk ki sadece dakikalarcaydı.
-Demek hazırsın; sen ve evin üstelik.
-Evet usta, izin verirsen eğer.
-Niye benden izin istiyorsun ki, sen onlara yer bulacak gücü bulmuşsun işte.
-Belki sen bilmiyorsun ama bana bu gücü veren sensin usta.
- Hangi gücü bilmiyorum ama benim gücüm kalmadı. Sandığın hazır, şu kenarda duran turuncu örtüyü aç.Onu göreceksin, beğenirsen onun bence halini al götür.
İşaret ettiği köşeye nasıl gideceğim, o turuncu örtüyü nasıl açacağım da onu alacağım diye titrerken ellerim ve yüreğim Ayşe abla girdi işlikten içeriye o tanımlanması güç yok sayan tavrıyla.
-Hani benim sandığım.
-Sana sandığım yok demiştim.
-Burası sandık dolu ve sen bana sandık satmıyorsun.
-Ee benim diyeceğimi sen dedin.
-Ama ben yazlıktaki evimin odunlarını koyacaktım onun içine. Hem sen arkadaşımın sandığına o kadar da zaman harcadın. O anlattı bana seni.
-O, sana beni anlatmış ama eksik kalan bir yan var ki o hep yaşamında da bu eksik kalan yanlar yüzünden acı çekmiş. Ki sen onun arkadaşı olduğunu söylüyorsan, benden sandık alamayacağını bilmen gerek.
Yine o eski, benim bildiğim inatçı ustayla karşı karşıyaydık işte.
-Niyeymiş, sen bu işi yapmıyor musun?
-Evet, benim işim bu.
-Ne kadarsa ödeyeceğim, neden bana satmıyorsun bu sandığı?
-Ne koyacaksın bu sandığın içine?
-Söylemiştim ya, beni dinlemiyorsunuz!
-Belki bu işlikteki konuşmalardan, bu işlikteki sandıklardan bir şeyler anlamışsınıdır diye umut etmiştim ama demek ki boşuna.
-Ne diyorsun sen usta? Satıyor musun bu sandığı, şu işlemeleri ceviz olan sandığı?
-Ben ne diyeyim, sen hala bu sandığı almaya, onu kucaklamaya çalışırken, arkadaşının yüreğini görmezken bu işlikte sana verilecek bir  çöp tanesi bile yoktur.
-Usta, bulamıyorum sandığımı, yardım etsene bana.
-Bak, görüyor musun, hala ortamı kurtarmaya çalışıyor benim küçük ustam.
-Ne dediğini anlamak olanaksız, ben gidiyorum. Elbet bir sandık bulurum odunlarımı koymak için.
Neyin kavgasını veriyorsun ki güzel ustam, o seni anlamaz ki..anlasa zaten bir ikinci kez burada olmazdı.Onlar değil mi zaten bizim sandıklarımızın için kirleten, onlar değil mi ki zaten bizim yüreğimize dek ulaşabilecek denli yavan ve çekilmez olan.   
 İpek dokuma turuncu örtüyü açtığımda ne ellerimde, ne de yüreğimde hal kalmamıştı. O ince, uzun parmaklarıyla gelip elimi tutup yardım etti usta yüreği ve sevgisiyle. Kayıp gitti üstünden ipek dokuma örtü ve işte karşımda duruyordu yaşamımın efendisi. Usulca bir tabure çekip oturdum yanı başına. Onu seyretmek, onun yanında olmak…
-İşte karşında duruyor bence sandığın.
-Evet, karşımda duruyor ve bana yakın.
-Beğendin mi diye sormayacağım. Çünkü o böyle olmalıydı, çünkü o böyle olmayı seçti.
-Senin eline, senin yüreğine, senin dünyana benim diyecek ne sözüm olur ki ustam.
-Ne dedin sen? Ustam mı?!.
-Yani, şey… ağzımdan çıkıverdi işte. Öylesine, ustalık kim ben kim usta.
-Niye panikledin ki? Evet, sen de bir ustasın artık.
-Aman yapma ne olursun onu görme heyecanı yetti bana.
-Sen, kendinin ustasısın artık, ne bana ne de bir başkasına gereksinmen yok.
-Yani şimdi sen, büyüdün mü diyorsun, beklemene gerek yok mu diyorsun….
-Tümceleri uzatıp kendine zaman ayırma usta! Yürümen gereken yolda bir sen varsın, bir de beklemeye her zaman değer bulduğun sevgin! Haydi yolun açık olsun…
 
 
 26.06.20002 Çarşamba / 28.06.2003/ İzmir                 
                              

 

  
 Sevinç Geçim