"Göğün altında yeni bir şey yoktur. Pavlus'un Mektupları / İncil."
"Gürültülü
kahvenin içerlek bölümünde / yaşlı bir adam
oturuyor tek
başına / başını masaya eğmiş, önünde bir gazete. / Ve sefil
yaşlılığının
küskünlüğü içinde / hayatını nasıl boşa
harcadığını düşünüyor / güçlü,
yakışıklı, sazı sözü yerindeyken. / Biliyor artık çok
yaşlandığını / duyuyor,
görüyor. / Oysa daha dün gibi geliyor ona gençlik
günleri. / Nasıl da hızla
geçmiş zaman, nasıl da hızla geçmiş. / Onu nasıl
yanılttığını düşünüyor
aklının, / ona nasıl her zaman safça inandığını / "Yarın daha
çok vaktin
var," diyen o yalancıya. / Dizginlediği onca istek geliyor aklına, /
boşa
giden onca sevinç. Kaçırdığı her fırsat / alay ediyor
şimdi onun bu kafasız
hesaplılığıyla. / ...Ama bunca düşünce, bunca hatırlama /
başını döndürüyor
yaşlı adamın. Uyuyakalıyor / dayayıp başını kahvenin masasına..."
(K. Kavafis)
Yeryüzünde hep göçebe, hep sürgün, hep yurtsuz
yaşayan, tarih boyunca sırf doğmuş olmaklığın masumiyeti, salt yaşıyor
olmaklığın kışkırtısıyla, Habil ve Kabil çatışkısıyla acaba kaç insan, hiç
yoktan Erebos'un karancıl uçurumlarında yokoldu, acaba kaçının ağzında demir
para vardı... salt Kharon elversin, Kerberos dokunmasın, Akheron'dan esenle
geçebilsin diye... Ve kaç insan İskender, Grek kültürünü taşıdı, kısa boylu
atları Attilâ'nın, Roma'yı tanıdı diye, sevilerden uzak, yaban bir toprakta,
hiçlikler hiçliğinin tuzaklarında ölüp gitti, acaba kaç cenkçi Puvatya'da, kaç
haçlı Demirbaş Şarl komutasında, kaç kızılderili doğudan gelen tanrıların
sunağında, kaç Provence'li Vaterleo'da, kaçı Austerlitz'de, kaçı Moskova'da
çelik gibi yağan karın altında ölümün kanlı hummasını tanıdı, insanlık kaç kez cesetlerinin üzerine basa
basa holacaustlar, kaç kez toplu kıyımlar, hilâl ve salip adına kaç kez
cihatlar yaptı, kaç kez ölülerinin kanıyla paktlar imzaladı... Gangaumela,
Herakleion, Dandenakan, Mohaç, Preveze, Zitvatorak, Yüzyıl Savaşları,
Normandiya Çıkarması, Hiroşima, Pearl Harbour, Nagazaki, Treblinka, Vietnam,
Irak... Tarih hâlâ şiddet, kuşatım ve soykırımlarla taçlanarak sürüp gidiyor ve
hâlâ Stalinist mantığın ürünü; Bir ölü cinayet bin ölü istatistik, sayılıyor!..
İnsanlık hâlâ gurur ve şatafata, despotizm ve görkeme, ölüm ve kan içmeye
yaslanan bir tarihle avunuyor...
Öyle günahkâr ve öyle karalar bağlamışız ki; Baba
Mukaddem'e göre insan 'Ölü sözlerinden geviş getiren bir hayvan', İsa'ya göre; Ölüm
cezasına çarptırılmışa ilk taşı atan! Nietzsche'ye göre; Tanrıyı yadsıyarak usun kavşaklarından alıp, uçurumlara
savurandı. Ve öyle ilâhlarımız vardı ki düşünceye durgunluk veren,
günahlarımızı çoğaltmaya yarayan, Meduza, Janus, Şeytan...
İşte H.Cibran'ın herşeyin yeryüzünde olup
bittiğini, tüm acıların, tüm kötülüklerin ve ikiyüzlülüğün bizde başlayıp, bizde bittiğini ima eden
anlam dolu kıssası; Yeni doğmuş çocuğun süt annesi eve geliyor ve diyor ki, ne
kadar gürbüz, ay parçası gibi, nur yüzlü bir çocuğun var, keşke annesi ben olsaydım.
Çocuksa hemen haykırıyor; Son derece mutsuzum, emdiğim süt acı, üstelik
öksürünce burnumdan geliyor. Yazık ki çocuğu kimse duymuyor. Eve bir başka gün
rahip geliyor, vaftiz sırasında böyle Hristiyan bir çocuğun annesi olduğun için
gurur duymalısın diyor. Çocuk gene haykırıyor; Kime sordunuz, Hristiyan
olduğumu nereden biliyorsun, yaşamın avuçlarında nereye savrulacağımı nasıl
bilebilirim diyorsa da gene kulak asan olmuyor. Ve bir gün eve falcı geliyor,
hûşu içinde anneye diyor ki; Bu çocuğun çok büyük bir adam olacağına ant
veririm, güzelden güzel ve bahtı açık bir çocuğun olduğu için ne denli mutlu
olsan azdır der. Çocuk gene atılır, ben yalnızca bir müzisyen olmak istiyorum,
öyle büyük adam olmak gibi bir düşüm yok, nereden çıkarıyorsunuz bunları dese
de gene duyan olmuyor. Aradan geçen yıllarda çocuk bir müzisyen olarak
sokaklardan geçerken falcı karşısına çıkıyor ve diyor ki; Senin bir müzisyen
olacağını her zaman bilmişimdir, toprağı bol olsun annene bile muştulamıştım...
Ve çocuk; hiç sesimi çıkarmadım, çünkü onlar gibi konuşmasını artık bende
öğrenmiştim der!.. İşte Kasr-ı Arifan'da
da doğsak, zayıf enerjinin Keşiş Dağı'nda da yaşasak, bu kıssa da olduğu
gibi yaşamımız bir düzen, binbir kurgu ve de önceden belirlenmiş yalanlarla
kurulu dostlarım.
Ve Borges'in bir şiirinde yeryüzünden, yaşamdan
umudunu kesen bir masumun, umarsız fısıltısı; 'Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir
ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum ve benimle /
Yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek / Piramitler madalyonlar silinecek /
anayurtlar gölgeleri örtünüp / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar
arasında ilâhisin tanrım / tin ve tüne karışacak tarihin / Şimdi son güneşin
batımını izliyor / son kuşun ötüşüyle avunuyorum / arzunun karanlık nesnesinden
/ hiçiliğin kollarına savruluyorum.'
Barış nedir, insanlık katsayısıyla yüklü tarihsel
birikimin, kronolojik ufukta beliren çarpımlar tablosu mu, toplumsal
benliğimize gizil biçimde yerleşen ve bizim kapalı zamanımsımızı eğip, dinamiz mi
yokeden ve geriye işleyen bir çarkın tekerleği mi, adı üstünde pasifizm mi...
İnsanlık tarihi boyunca barış içinde geçen
yılların toplamı yüzü bulmuyormuş, beslenme zincirinde bir diğerini yokeden,
aslanla geyiğin, kunduzla balığın, kartalla sülünün kardeşi olan bizler, etcil
otcul hepcil olmanın tutsaklığında; biz ölümlüler için lüks'etik bir kavram mı
barış... Gizil benliğimizin bile haykıramadığı açın, utançla gizlemeye
çalıştığı düşkü belki de şu; savaş bizi ileriye fırlatan raket, barış çiseleyen
yağmurun boşalttığı cansıkıntısı!..
Ve koşut olarak aşkta, körü körüne bir barış
duyusu, kromozomlarımıza işlemiş gizil yoketme arzusu ya da süjesinin gölgesine sığınmış bir ölüm
duygusu mu...
Bakalım yılan yastığıyla, dizanterinin, İncil
gravürleriyle, Sfenks kedisinin içinden geçen insanlık aşkın / barışında hangi sonla
buluşacak...
Ne ki tanrılarımız bile; "Öyle günahlar
işledim ki / Binlerce yıl tövbe etsem / Cehennem kapısı yine de kapanmaz / Seni
şu ellerimle boğup öldürsem / Cezalarımı biraz olsun arttırmaz." demiş.
Soralım ki yine de; insanlık yaşamın
arkaik tuzaklarından, yeryüzünün katlanılmaz acılarından ne zaman kurtulacak,
yazık ki bu soruyu yöneltmekten bile sakınacak hale gelmişiz.
...
Bu esinleri bize veren, yüreklerimizi sıkarak, soluklarımızı kesen, her
zaman ki gibi bir kitap. Artshop Yayınları'ndan çıkan Ebru Gökçen Emre'nin, Aynı Güneşin
Çocukları adında bir ilk yapıt. Ölülerin üzerinden hakçalığın
taslandığı bir tür savaşın, hümanist sevgi dolu bir yazarın dilinden bir
izlenim, bir dışavurum olan romanı... Arı bir biçemle akışkanlık sağlanmış,
zarif tümcelerin gül demetleriyle sunulduğu, başlangıcı ve sonu olmayan bir
anlatı, bir romans...
Yazın (eleştiri) dediğimiz şey övgülerin arasına yergiler, yergilerin
arasına övgüler sığdırabilme sanatıdır, nitelikli her sanat yapıtı tersinme
barındırır ve uyumun gizil çatışkısını sunar ve anlağımız sarı ışıltılarla
dolar. Onun için Shakespeare'in oyunlarından büyük dersler alırız, Sofokles,
Euripides ve Aristofanes onun için çağlar öncesinden gelerek gönül bağlarını
titretip, ruhlarımızı esir alırlar. Dostoyevski'nin katilleri hepimizden vicdan
sahibi ve korkaktır, Fareler ve İnsanlar'ın Lennie'si deli hatta idiottur ama
pek çoğumuzdan masumdur... Eğer yazın sanatının katilleri hümanist olmasaydı,
yaşamı anlamakta güçlük çekerdik, bu Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet'i onay ve kabullendiğimiz anlamına gelmez, tam
aksine bütün ruhları anlamak ve yaşamın içinde barındırdığı evrensel tragedya
ve kaotik kozmologyayı çözümleyebilmek için böyle olması zorunludur, her katil
içinde tüm insanlığı (insanları) barındırır, bundan ötürü her öldürüme
ortağızdır...
Yazın, kirlenmiş ruhları arındırır, genlerimizde ki şiddeti yaratım
duygusuyla örseler ve biz barışçıl esinlerle yaşama sarılarak, Leibniz'in
dediği gibi; Olabilecek
dünyaların en iyisinde yaşıyoruz deriz. Ve bir gün tanrısal
adaletle, gülümseyen insanlığın yeryüzünü dolduracağı umudunu hiç bir zaman
yitirmeyiz.
Aynı Güneşin Çocukları, bu düşüncelerin peşinde ve bunun özlemiyle yanan
kahramanının gözlerinden, düşlerinden akıp giden bir roman... İşte tümceleri ve
bazı bölümleriyle o romandan kesitler.
'Benim gibi, yaşadığı yıllar boyunca sürekli kent
değiştirenler kentlerin ruhları olduğuna inanır. Çünkü gidilen her kentin
kalbimizde yarattığı duygu, dimağımızda bıraktığı hatıra birbirinden çok
farklıdır. Farklı kentlerde, farklı gelenek ve göreneklere tanık olunur,
değişik usulde yapılmış yemekler tadılır, şenliklerine, düğün ve halaylarına
katılınır. Ama birisi bana şu an bu kentin ruhuyla ilgili bir soru sorsa hiç
düşünmeden şu yanıtı verirdim: "Bu şehrin ruhu ölmüş."..
Düşle gerçeğin, dünle bugünün, yarınla en uzak geçmişin birbirinin içinde
kaybolmuşluğu beni ürkütmüş olsa gerek, saçma bir fikre inandım: "Eski
çağlarda yaşamış insanların homurtusu duyuluyor!"
...
Uzun kenarlı renk renk şapkalarım, inci kolyelerim, koyu renk tayyörlerim
ve bilgili bir gülümsemem olacaktı.
...
Son kelebeği kimin gördüğü bilinmiyor bu topraklarda. Ayrıca yanılıyorsun,
yaşlılık bulaşıcı değil.
...
'Sıkıysa yaşa... Bu aç çocuklar bu öksüz halklar için yaşa, Unutulmuş
sözler, Güneş yüzlü, çaresiz kadınlar için yaşa, Sıkıysa zulümlere karşı yaşa,
Sıkıysa zalimlere karşı yaşa, Sıkıysa cesaretle, erdemle, bilgiyle yaşa,
Sıkıysa hayallerinin peşinde yaşa, Öğretiyle, umutla, dirençle yaşa, Sıkıysa
açlığa, hiçliğe, yokluğa, yoksulluğa, Sıkıysa aksayan ayağına rağmen yaşa...'
...
Dinle beni Yekta; Beni kulağınla, kalbinle, ruhunla dinle. Bu benim ilk
sevdam. Ben sevdanın kuralını, oyununu, oynaşını bilmem. Bak, beni hayatından
hiç çıkaramayasın diye koynuna gireyim, seni baştan çıkarayım dedim
beceremedim. Elime, yüzüme bulaştırdım. Sevdam çok büyüdü, söz olup dökülesi
saçılası var. Gün geçtikçe sensiz günümün, aşımın, suyumun tadı kalmadı. Sen
benim sevdiğim, sen benim ışığım, sen benim güneşim, sevincim oldun. Bir
insanın sevinci olmak ne demek? Bir düşün Yekta. Ben senin gözlerini sevdim,
ben senin ellerini sevdim, ben senin memleketini sevdim, ben senin memleketinin
dağlarını, tarlasını, tütününü, bağını, bostanını, uçan kuşunu, yavrulayan
koyununu sevdim. Bahçeni, bahçende boy atmış çiçeği, ağacı otu sevdim. Adsız
çiçekleri sevmeni sevdim, çocukları sevmeni sevdim, yüreğinin iyiliğini, bana
göstermesen de beni sevmeni sevdim...'
...
'İşte Rojbin'e tam bu sözleri söylerken, onu lojmanda, bizim evimizin
içinde saklamaya, askerler tarafından korunan evimizde korumaya karar verdim.
Bu karar duruşumu, ona bakışımı değiştirdi. Ancak hayvanlarda rastlanabilecek
muhteşem bir içgüdü ile Rojbin'de benim bir çözüm bulduğumu hissetmiş olacak ki
bakışları durulaştı, kapıyı biraz daha aralayarak tek kelime etmeden beni içeri
aldı.'
Belirtelim ki kitapta daha nice ayrıntılar, aşk
fısıltıları ve keder ormanları var...
Sonuçta söz bitiyor, ne diyelim...
Ve ne dilersek dileyelim, ne söylersek
söyleyelim, elimizi vicdanımıza koyup şu şarkıyı dinleyelim;
Kapıları çalan
benim kapıları birer birer. / Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler. / Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar. / Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar. / Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. / Bir avuç kül
oluverdim, külüm havaya savruldu. /
Benim sizden kendim için, hiçbir şey istediğim yok. / Şeker bile yiyemez
ki kâat gibi yanan çocuk. / Çalıyorum
kapınızı, teyze, amca, bir imza ver. /
Çocuklar öldürülmesin şeker de
yiyebilsinler. &
...
Aynı Güneşin Çocukları
Yazar: Ebzu Gökçen Emre
ISBN: 9756038703
Editör: Vedat Akdamar
Yayıncı: Artshop Yayıncılık
Yıl, Yer: İstanbul, Haziran 2007
Sayfa: 184
|