Humbaba

                  

 

Tanrıları dağlar, dağları kapılar korur. Tanrılara dağlardan, dağlara kapılardan girilir. O dağın eteğinde bir sedir ormanı vardı, Humbaba'nın koruduğu. Humbaba yalnızca bir şey için izin verirdi ormanından dal koparılmasına. Gözlerinde umudun ve umutsuzluğun, mutluluğun ve mutsuzluğun, varlığın ve yokluğun aynı anda görüldüğü bir yolcu ormanının kapısına gelmişse ve kendisinden tanrılara ulaşmak için yapacağı yolculukta sağlam bir asa istemişse... Çünkü Humbaba bu insandaki gül parmaklı gündoğumunu,  ateş yüzlü günbatımını tanırdı. O zaman yolcunun elindeki babadan kalma sapı çatlak bastonu alır, onu ormanın en verimli toprağına saplar, kurumaya başlamış bir sedir ağacından kopardığı dalı kendisi biçimleyerek bir asa yapar ve yolcuya uzatırken biraz geri çekilirdi; bu insan ormanın kapısından geçsin, yolu açık olsun diye. Yolcunun tanrılara ulaşıp ulaşamayacağını, toprağa sapladığı eski bastonun bir süre sonra filiz verip vermemesinden anlardı Humbaba.

Ormanın, dağın, gökyüzünün kapıları kapalı ya da açık olmalarıyla değil, görünür ya da görünmez olmalarıyla vardırlar. Gün doğumlarının ve gün batımlarının gündüzlerden, gecelerden daha uzun sürdüğünü bilenler, tüm nesnelerin kapıları olduğunu söylerler; adları, yaşları, onları bekleyen ölümleri olduğu gibi...

Humbaba'nın kendisine verdiği asayı hep yanında taşıdığı halde, benim yıllar sonra bunu görebilmiş olmam üzerine yaşlı bir şair yüzüme sevgiyle bakıp, tüm nesnelerin kapılarıyla birlikte yaratıldıklarını söylemişti; sonra bana kapıları görebilmek için önce nesnelerin aralarındaki boşluğu –nesneler ne kadar bitişik görünseler de aslında birbirlerine yaklaşmalarını bile engelleyen boşluğu- görüp göremediğimi sormuştu. Orada boşluk göremediğimi, nesneler arasında örülmüş ağlar gördüğümü söylemiştim. İkisinin aynı şey olduğunu, boşluk olmasaydı ağların örülmesinin zaten mümkün olmadığını anlattığında Rüzgâr'ı fark etmiştim. Çünkü gerili ağları boşlukta titreştiren oydu. "Rüzgâr ağları yırttığında nesneler ne birleşir; ne de dağılıp giderler, korkma!.." demişti şair dostum. "Yeni ağlar örülür hemen, yeni isimler gibi, yeni şiirler gibi..."

Yalnızca sedir ormanının değil, her nesnenin kapısında bir bekçi olduğunu, kapıları göremeyenlerin bekçileri de göremeyeceklerini, yol için zorunlu olan asaları ise yalnızca bekçilerin verdiğini anlatmıştı dostum bana. O zaman anlamıştım Humbaba'nın aslında kendisine bir asa vermediği için kaba kuvvetli Gılgamış tarafından öldürüldüğünü. Kapısını bulamayınca ormanın, tüm sedir ağaçlarını kesmiş, Uruk'a yalnızca odun götürebilmişti Gılgamış. Sonra Maşu Dağı'nın bekçisi Akrep Adamlar'dan izin almak zorunda kalmıştı on iki fersahlık karanlık tünelden geçmek için. Umudu yorulduğunda Rüzgâr ona tünelin sonunu müjdelemişti. Ama bir kez öldürmüştü Humbaba'yı, yok etmişti koca sedir ormanını. Nesnelere ve nesneler arasındaki boşluklara olan saygısızlığına tanrılar kızmıştı. Onca güçlükle elde ettiği otu elinden bir yılan alıp gitmişti; üstelik giderken gençleştiğini de görmüştü Gılgamış onun. Tanrılara ağlarken yolculuğu kendisi için değil, Uruk'un yaşlıları için yaptığını söylüyordu.         


 

Migurlar

Kapıyı açtığımda dedem karşımda duruyordu; üstünde terden ıslanmış pijaması, elinde sapı çatlak bastonu.
"Gel beni giydir," dedi "gidiyoruz."
Eğilip koridordaki duvar saatine baktım, gecenin üçü.
"Hayırdır Dede," dedim, "bu saatte ne var, rüya mı gördün?"
"Efendim?" dedi, elini kulağına götürüp. Kulaklığını takmamış. Bağırsam gece yarısı apartman ayağa kalkacak. Elimle içeri çağırdım. Dikkatle adım atarak eşikteki mermerden aştı, içeri girdi.
"Benim kapı açık kaldı," dedi yüksek sesle.
Elimi dudaklarıma götürüp, "sus," dedim. Salona gidip, oturmasını işaret ettim. Yarı anlamış yüzüme baktı. O, yavaş, dikkatli adımlarla koltuğa doğru yürürken ben de koşup yatak odasının kapısını kapadım, karım uyanmasın diye. Salona döndüğümde bir koltuğa oturmuş, terliklerini ayağından çıkarmış, bastonun sapını elinde çevirip duruyordu. Sokak kapısı aralık kalmıştı.
"Şu bastonu da bir tamir edemedin yahu," dedi, kızgınlıkla. "avucumun içini kıstırıp duruyor."
"Dede, yapıştırdım ya, sen ne yapıp edip yine çatlatıyorsun. Sana yeni bir baston alalım, bununla uğraşmanın gereği var mı?" diye yanıtladım.
"Bu babamdan kalma, yenisini ne yapayım. Yeni bastonlar böyle sağlam olmaz evladım," dedi. "Eski ustalar olsaydı öyle bir yapıştırırlardı ki çatlağı bile belli olmazdı. Sen ne halt sürdüysen kat kat oldu, ondan ayrılıyor."
Bir şey söylemek gereksizdi. Bastonun asıl konu olmadığı ortadaydı.
"Dede," dedim "saat gecenin üçü, biliyor musun?
"Biliyorum," dedi çok doğal bir tavırla.
"Uyku mu tutmadı?"
"Uyudum, uyandım... Yine dedemi gördüm rüyamda."
"Sabahı bekleyemedin mi Dede yahu, şurada dört, beş saat kaldı. Sabah kahvaltıda rahat rahat anlatırsın."
"Vakit yok oğlum," dedi, kısık sesle, gözlerini iri iri açıp.
Eyvah, dedim içimden; yine ölüm korkusu tuttu. Sabahı bile bekleyemiyor.
"Dedeciğim, sakin ol, güzel güzel uyu, sabah işe gitmeden size uğrarım, birlikte kahvaltı ederiz, o zaman anlatırsın."

Birden aklıma geldi, sordum:
" Hem sen babaanneme duyurmadan nasıl çıktın evden?"
"Babaannenin kıçında pireler uçuyor. Sessizce kalkıp geldim."
Kapıya giderken, aralıktan apartman koridorunun ışığının sönmüş olduğunu gördüm. Dedemlerin bitişikteki kapısından koridora cılız bir ışık sızıyordu. Uzanıp baktım, babaannem evlerinin kapısında durmuş, ellerini beline koymuş, bizim kapıya doğru bakıyordu. Eliyle; sus, yine dellendi dercesine bir işaret yaptı; sonra, ben yatıyorum, sen onu getirirsin diye fısıldadı olduğu yerden. Tamam anlamında bir işaretle karşılık verdim, kapıyı kapayıp dedemin yanına döndüm.
"Eee, söyle bakalım Dedeciğim ne istiyorsun?" diye sordum. Biraz da meraklanmıştım.
"Oğlum," diye başladı söze, ciddiyetle. "dedemi gördüm rüyamda. Bana git, Migurlardan intikamımızı al, dedi."
"Migurlar da kim Dede?".
"Benim dedemi Rus'a gammazlayanlar, oğlum." dedi kaşlarını çatıp.
"Nereden çıktı bu Dede, şimdiye kadar hiç söz etmemiştin bunlardan," diye şaşkınlığımı dile getirdim.
"Baban da, sen de unutuyorsunuz.", diye tersledi. "Ailenizin tarihine beş paralık saygı göstermiyorsunuz. Kaç defa anlattım ya hikâyeyi! " diye sertleşti birden.
"Tamam, Dede, tamam… Kusura bakma, uyku sersemi hatırlayamadım demek ki. Sen şunu bir daha anlat da aklıma girsin," diye alttan aldım.

Güçlükle bacak bacak üstüne attı, bastonu yerden kaldırıp elinde şöyle bir tarttı, sonra üstüne basa basa:
"Evladım, bu Migur Aşireti var ya Van'da... Babamın ebesi de bu aşirettendi. Dedem çatışmada tek kalınca babamın ebesinin evine saklanmış; evin delikanlıları kapı çalınca korkmuş, dedemi teslim etmişler Rus askerlerine."
"Dedeciğim, hani deden çatışmada atı ürküp koşmayınca esir düşmüştü, şimdi nereden çıktı bu Migurlar?"

Dedem bir an duraladı, düşünmeye başladı, bastonu elinde yine çevirdi, bastonun sapı elini kıstırınca yüzünü ekşitti; bak, senin yüzünden dercesine yüzüme baktı, sonra:
"Bu işin aslını öğreniriz," dedi. "Ebe Hanım'a sorarız."
"Kime? "dedim şaşkınlıkla.
"Ebe Hanım'a," dedi, "babamın ebesine..."

Baktım durum karışık. Ne diyeceğimi bilemez bir halde başımı kaşıdım; bir yanıt düşünüyordum. Dedem devam etti:
"Yarın seninle trene atlayıp Van'a gidelim, şu Migurları bulalım; ebenin evini öğrenelim. İşin aslını ona sormak daha doğru."
Şöyle bir hesap yaptım aklımdan. Dedemin dedesinin tutsak düşmesi 1909 yılına rastladığına göre, o sırada ebe kadın otuz yaşında olsa 1880 yıllarında doğmuş olmalı. Yani, yaşasa bugün yüzyirmi yaşında olacak.
"Dede, belki kadın ölmüştür," dedim.
Yok oğlum, dedi niye ölsün. Migurlar çok uzun yaşarlarmış, babam söylemişti. Bir duaları varmış, doğarken çocuğun kulağına üfleyip duayı okurlarmış, çocuğun ömrü en az yüz yıl olurmuş.
"Baban neden yetmişinde öldü o zaman?" diye sordum, açığı yakalamış olmanın verdiği zevkle.
"O namussuz karı duayı okumamıştır da ondan. Kendi kanlarından olanlara okuyorlar galiba yalnızca."
"Amma yaptın be Dede," dedim. "Bu Migurların hepsi yüz yaşını görüyor sanki."
"Kaç yüz, oğlum, yüz otuz, yüzkırk yıl yaşayanı varmış bunların."
"Sen hiç Migur gördün mü Dede?" diye sordum.
"Görmedim, babamla annem anlatmışlardı," dedi dedem. Sohbetten hoşlandığı belliydi. Kulağında kulaklık olmadığından, bağırmamak için ona biraz yaklaşıyor, tane tane konuşuyordum. Dedemin düş gücü hoşuma gitmişti. Konuya ilgi duymaya, bakalım bu işi nereye götürecek diye meraklanmaya bile başlamıştım.
"Peki, tut ki bu kadın yaşıyor olsun. Evini de bulduk... Bize çocuklarının bu ihanetini söyler mi sence?" dedim.
"Söyler," diye atıldı dedem. "yalan söylemezlermiş bu Migurlar. Zaten o yüzden dedemi düşmana vermişler ya!"
"Olur mu Dede!" dedim onu kışkırtmak için.

"Haydi, bir çay koy da gel," demez mi! Al başına derdi. Kendin kaşındın oğlum, dedim içimden, mutfağa doğru yürürken. Çay suyunu ocağa koyup altını yaktım; salona döndüm. Dedem devam etti:
"Dedem onların doğruculuklarını unutmuş. Sanırım en yakındaki ev onların eviymiş; gitmiş oraya saklanmış. Ebe kadın dedemi dolaba sokmuş ama çocukları dedemin eve girip bir yere gizlendiğini görmüşler. Rus askerleri kapıyı çalıp sormuşlar, kaçan Türk subayı buraya mı saklandı, diye. Çocuklar da evet demişler. Askerler armut toplar gibi dedemi alıp götürmüşler. İşte yıllar sonra Sibirya'dan bir mektup gelmişti ya. Dedemin yolculuğu Sibirya'nın mezarlıklarından birinde bitmiş."
"Dede,"dedim "neden daha önce böyle anlatmadın bu esir düşme işini?"
"İki söylenti vardı oğlum, ben öncekine inanıyordum; ama gece dedem rüyama girip anlatınca bunun doğru olduğuna inandım."
"Sen dedeni hiç görmedin ki Dede," dedim "nereden tanıdın onu?
"Ne bileyim oğlum, dedem olduğunu anladım onun, nereden anladımsa."

İşleri biraz daha karıştırayım dedim:
"Belki başka biri girdi rüyana da seni kandırdı, olamaz mı?"
Düşünmeye başladı dedem.
"Olabilir yahu," dedi. "işte bu yüzden gidip işin aslını ebe kadına soralım diyorum ya. Onlar yalan söylemez nasıl olsa."

Çay suyunun kaynama sesi geliyordu. Kalkıp mutfağa gittim; demliğe bir içimlik çay attım, biraz bekledim, renk verince bardaklara koyup salona döndüm. Dedem elimdeki çayların açıklığına baktı:
"Ne o bayat çayı mı koydun yoksa" diye sordu.
"Olur mu Dede," dedim. "Uykun kaçmasın diye açık çay yaptım."

"Ne uykusu oğlum, dedim ya, bilet alacaksın, Van'a gideceğiz. Uyumak yok!" Sonra birden hatırlamışçasına atıldı:
"Babamın kamçısıyla altın kemerini sana vermiştim. Ne yaptın onları, duruyor mu?"
"Arkandaki duvarda duruyor ya Dede," dedim.
Dönüp arkasına baktı.
"Bunları iyi sakla," dedi "değerini bil."
"Peki, Dede," dedim, "tut ki kadın sana, evet benim oğullarım verdi dedeni düşmana dedi; ne yapacağız o zaman?" diye sordum, konuya dönmek için.
"Biz de onların dedelerini öldüreceğiz," dedi dedem.
Kendimi tutamayıp kahkahayı patlattım.
"Gülme," diye sinirlendi dedem. "Kısasa kısas!"
"Dede, öldürmek istediğin kadının dedesi mi, çocukların dedesi mi?"
"Çocukların dedesi tabi. Gammazlayan onlar."
"İyi ama o zaman sen babanın kuşağının öcünü almış oluyorsun."

Dedemin biraz aklı karışmıştı. Yüzüme baktı, benden açıklama bekliyordu. Devam ettim:
"Bak Dedeciğim," dedim, "senin dedenle ebe kadın aynı kuşaktan değil mi?"
"Evet" dedi dedem.
"O halde sen, dedenin öcünü alayım derken, babanın kuşağından olan ebe kadının çocuklarının dedesini öldürünce, babanın öcünü almış olursun, dedeninkini değil."

Dedem derin düşüncelere daldı. Kaşı gözü oynamaya akıldan hesaplar yapmaya başlamıştı.
"Bana bir kâğıt kalem ver," dedi.
Kıs kıs gülerek içeriden kâğıt kalem getirdim. Dedem eski yazıyla çeşitli hesaplar yaptı, işin içinden çıkamıyordu. İşi biraz daha karıştırmak için:

"Hem sonra öç almak isteyen sensin; senin baban ya da deden değil. O halde sen şu anda yaşayan senin kuşağından bir Migur'un dedesini öldürürsen kendi öcünü almış olabilirsin ancak." dedim. Kafası işice karışmıştı. Sıkıntıyla kalktı:

"Tuvalete gideceğim," dedi. Birkaç dakika sonra geri döndüğünde:

"Şu sizin içerideki gardrobu mu vereceksin bana? diye sordu. "Evet Dedeciğim, bize yeni bir tane gelecek ya, o artık fazla," dedim.

"Evladım, ne yapacak seksen yaşındaki adam gardrobu. Bendeki beni daha yirmi yıl idare eder," dedi. Koltuğuna oturduğu zaman hesap yaptığı kâğıdı yine eline aldı. Haline acıdım, onu rahatlatmak için:
"Dede boş ver yahu, kaç yıl önceki olayın öcünü alacaksın da ne olacak. Hem bize öç almak yakışır mı." dedim. Bu sözlerimi duymazdan geldi.
"Peki, sence kimi vurmamız gerekiyor?" diye sordu.
"Aslında pek fark etmez," dedim. "kan davası başlatacaksan hangisini vursan olur; ama bence buna hiç gerek yok Dedeciğim."
"Neden o, yanlarına mı bırakacağız," diye çıkıştı dedem kızgınlıkla.
"Valla Dede ben uğraşamam bu işle," dedim. "Van şuracık işte. Otobüse atlasan bir günde gidersin, trenle iki günde. Bir Migur vurur gelirsin."
"Anlaştık." dedi dedem. "Bana, sabah olunca hemen bir otobüs bileti al."
"Gidiş dönüş mü olsun?" diye sordum, sormamla da utançla yüzümün kızarması bir oldu. Dedem umursamadı bile.
"Yalnızca gidiş olsun. İşi beceremezsem dönüş bileti ziyan olmasın," dedi. "becerirsem ben kendim ayarlarım dönüşü."

İçim burkuldu. Yaptığım şakalarla ne kadar acımasız davrandığımı fark ederek ne söyleyeceğimi bilemez bir halde, boşalmış çay bardaklarını alıp mutfağa gittim, iki açık çay daha koyup geri döndüm. Dedem rahat bir halde oturuyordu. Çaylarımızı yudumlarken:
"Ne o evlat," dedi, "sen bu fikrimi pek beğenmedin."
"Beğenmedim Dede," dedim. "rüyanı anlattın iyi hoş da, bu Van'a gitme işini de, öç alma işini de hiç beğenmedim. Üstelik silahın bile yok."
Güldü.
"Oğlum, ben aslında ebe kadından öç almak filan istemiyorum. Sen benim derdimi anlamadın," dedi.
"Anlamadım," dedim. "sen ha bire karar değiştiriyorsun galiba."
"Ebe kadına gidip soracağım, dedemi senin oğulların mı öldürdü diye. Evet derse, o zaman ben de sizden birini öldüreceğim, diyeceğim. O korkup bizi bağışla diye yalvaracak. O zaman ondan duayı bir kâğıda yazmasını isteyeceğim."
"Hangi duayı?"
"Demin söyledim ya. Çocuk doğarken kulağına üfledikleri uzun ömürlü olma duasını. Mecbur olup yazacak. Hem benim işime yarar, hem sizin."
Dedeme artık bir yanıt veremedim tabi. O geceden sonra birkaç kez daha Van'a gitmek istediğini bana da babama da söyledi; ama ciddiye almadık. Toprak çeker derler ya...
Ama düşünüyorum da; dedem Van'a gitseydi ömrü uzar mıydı acaba?

 

 


Götter werden durch Berge, Berge durch Türe geschützt. Götter erreicht man durch Berge, Berge durch Türe. An den Füßen jenes Berges war ein Zedernwald, unter dem Schutz von Humbaba. Er erlaubte nur in einem Fall, dass man in seinem Wald von einem Baum einen Ast brach. Nur dann, wenn irgendein Wanderer, der in seinen Augen Spuren der Hoffnung und Verzweiflung, des Glücks und Unglücks, des Seins und Nichtseins gleichzeitig trägt, vor die Türe seines Waldes angekommen ist und von ihm einen starken Stab für seine Reise zu den Göttern wünscht… Denn Humbaba erkennt in einem solchen Menschen  den rosigen Tagesanbruch und den feuergesichtigen Sonnenuntergang. So nimmt er von dem Wanderer seinen alten, schon brüchigen Stock weg, steckt ihn in die fruchtbarste Erde des Waldes, dann formt er selbst einen Ast, den er von einem schon sterbenden Zedernbaum gebrochen hat, zu einem Stock und zieht sich ein wenig zurück, während er den Stock zum Wanderer reicht; damit dieser Mensch, durch die Türe des Waldes gehend, seinen Weg ungehindert fortsetzen kann.  Ob er wirklich zu den Göttern gelangt oder nicht, wird Humbaba daraus herauslesen, ob der alte Stock, den er in die Erde gesteckt hat, Blüten bekommt oder nicht.

Die Türen des Waldes, des Berges , des Himmels haben nicht deswegen ein Dasein, weil sie geschlossen oder offen sind, sondern weil sie sichtbar oder unsichtbar sein können. Diejenigen, die wissen, dass die Tagesanbrüche und Sonnenuntergänge länger dauern als die Nacht, wissen auch, dass alles Türe hat; genauso wie ihre Namen, Alter und auf sie wartenden Tode…

Ein alter Dichter, der den Stock, den ihm einst Humbaba gegeben hatte, jahrelang mit sich getragen hat und mich liebevoll ansah, als er erfuhr, dass ich es die ganze Zeit nicht bemerkt habe, sagte mir, dass alle Dinge mit ihren dazugehörigen Türen geschaffen werden; und fragte mich, ob ich, um die Türen sehen zu können, zuerst den Leerraum zwischen den Dingen – wie sehr sie sich auch nahestehen, es gebe immer einen Leerraum, der sogar ihre Annäherung aneinander verhindere – sehe oder nicht.  Und ich sagte ihm, dass ich dort keinen Leerraum, sondern nur Netze sehe, die zwischen den Dingen gewoben sind. Und nachdem er als Antwort erklärte, dass das auf das Gleiche hinausläuft, weil ohne Leerraum man keine Netze weben kann, bemerkte ich den Wind. Denn nur der Wind läßt ja die in der Leere ausgespannten Netze zittern. "Wenn der Wind die Netze zerreißt, so werden die Dinge weder vereint noch zerstreut, hab' keine Angst!" hatte mein Freund, der Dichter, gesagt. "Es werden sofort neue Netze gewoben, wie neue Namen oder neue Gedichte…"

Außerdem hatte mein Freund mir erzählt, daß vor der Türe jedes Dingse ein Wächter steht, und daß diejenigen, die nicht im Stande sind, die Türe zu sehen, auch die Wächter nicht sehen können, und die für den Weg nötigen Stäbe nur von den Wächtern verteilt werden. Und dann begriff ich, daß Humbaba von einem gewalttätigen Gılgamesh ermordet worden war, weil er ihm einen Stock verweigert hatte. Dann hatte Gılgamesh, da er die Tür des Waldes nicht finden konnte, sämtliche Zedernbäume gefällt und nach Uruk nur Holz bringen können. Und dann mußte er, um durch einen dunklen Tunnel von zwölf Stundenwegen hindurchgehen zu können, die Skorpionenmänner um Erlaubnis bitten. Und als er schon zu müde war, um noch hoffen zu können, hatte der Wind ihm die freudige Nachricht vom Ende des Tunnels übermittelt. Aber, geschehen ist geschehen, er hatte Humbaba ermordet und den riesigen Zedernwald vernichtet. Und eine Schlange hatte das Gras, das er nach so vielen Mühen finden konnte, von seiner Hand weggeschleppt; noch dazu mußte er sehen, das die Schlange unterwegs noch jünger wurde. Als Gılgamesh vor Göttern weinte, erzählte er, dass er diese Reise nicht für sich, sondern für die Alten von Uruk unternommen hatte.

Ins Deutsche übertragen von Ahmet Cemal

 

  
 Prof. Dr. Mehmet Zaman Saçlıoğlu