Derviş Şentekin - Özcan Karabulut



 

"Amida, Eğer Sana Gelemezsem"

Sekiz yıl sonra ilk kitabı Amida’yı yayımlayan usta öykücü Özcan Karabulut, "Bu, Diyarbakır’dan dolayı siyasal bir roman" diyor. Kitap, Gaffar Okan suikastından sonraki altı ayı anlatıyor.
Geri dönüşlerle birlikte kentin 25 yılını ele alan romanda "çocuk işçiler" sorunu da önemli bir yer tutuyor
.

Toplumsal/siyasal çalkantıları kendine has üslubuyla "insan"a odaklayarak anlatan usta öykücü Özcan Karabulut bu kez bir romanla okur karşısında: "Amida, Eğer Sana Gelemezsem" Karabulut, öykülerinde olduğu gibi ilk romanında da dünyaya politik olarak bakmayı/ anlatmayı sürdürüyor. "Bana kendini duyuran temalar roman yazmaya mecbur etti" diyen Karabulut’la Amida’yı konuştuk...

Derviş Şentekin: Amida, Eğer Sana Gelemezsem’i görünce, akla iki soru geliyor. Uzun bir aradan sonra bir kitap; bu süre neden uzadı? İkinci soru sorulmasa da olur ama... Öyküden romana geçiş?

Özcan Karabulut: Son öykü kitabım Aşkın Halleri’nden bu yana sekiz yıl geçmiş. Amida romanının öyküsünü, bir tek bu öyküyü yazıp yayımladığıma göre, öyküsüz değil ama kitapsız geçen sekiz yıl... Uzun bir süre gerçekten. Bu sürenin uzamasının birden fazla nedeni var. Öncelikle uzun yolculuklar da yapmayı gerektiren bir işim var. Edebiyatçılar Derneği’ndeki yöneticilik görevim bu döneme rastlıyor. İmge Öyküler dergisini bu dönemde çıkardım yine.  Ankara Öykü Günleri, 14 Şubat Dünya Öykü Günü etkinlikleri falan, romandan zaman çaldı hep.

Roman, araştırma yapılmasını gerektiren bir tür. İki yolculuk arasında bir çırpıda roman yazamıyorsunuz. Roman, mümkünse yirmi dört saatinizi istiyor. Romana yoğunlaştığım yıllarda ikinci bir öykü yazamadım ne yazık ki. Okuduğum iyi romanlar da Amida’yı geciktirip durdu. Şu ‘geçiş’ meselesine gelince... Öykü, romandan çok şiire, oyuna, denemeye yakın ‘melez’ bir tür. Nerden, nasıl yola çıkarsanız çıkın, temalar ne olursa olsun, romanın öyküden farklı bir yapısı var. Öykü, romana geçilecek yazınsal bir tür değil. Bana kendini duyuran temalar roman yazmaya mecbur etti adeta. Diyarbakır, Amida, insanın içine işleyen cümleler... Bütün bunlar bir ya da birkaç öykü yazarak kurtulacağım şeyler değildi.

      Özcan Karabulut, "romanın ana karakterlerinden biri" saydığı Diyarbakır için “Bir yanıyla               insanın içindeki edebiyatı, aşkı, çılgınlığı açığa çıkaran yaralı, dişil bir kent,” diyor.                                           
                                                                                              FOTOĞRAF: MUHSİN AKGÜN

Romanın adını, ‘Amida’yı sormalı bir de...

Almâk kızlarından Amida adına Diyarbakır üzerine yaptığım okumalarda rastlamıştım. Araştırma kitaplarında, efsanelerde... Evliya Çelebi’nin yazdığına göre, Yunus Peygamber Musul’dan Diyarbakır’a gelir. O yıllarda güzelliği dillere destan olan Amida adında bir kız kente hükümdarlık etmektedir. Halk, kız hükümdarı çok sevmekte, çok saymaktadır. Yunus Peygamber Amida’yla konuşur, ona kendi dinini kabul ettirir ve Diyarbakır’ı düşmanlardan koruyacak kalkan biçimindeki kalenin planlarını çizerek Amida’ya verir. Kız, kara taşlarla kaleyi yaptırır. Kalenin tamamlandığını gören Yunus Peygamber, “Kal’anız mamur olsun, gönlünüz sürur olsun,” der Amida’ya. O günden sonra kentin adı ‘Kız Kenti’ anlamında ‘Diyar-ı Bikr’ olur. Diyarbakır’ı bir zamanlar bir kadın hükümdarın yönetmiş olması beni çok etkiledi. Romanımın ana kadın karakterinin adını bulmuştum. Diyeceğim, Amida’yı evli, çocuklu, kapalı bir kadın imgesiyle günümüzün Diyarbakır’ına taşıdım.

Amida, bugün dünyanın da -görmezden gelinse de-  sorunu olan bir konuya odaklanıyor. Ucuz işgücü olarak sırtlarından para kazanılan ve pisliğe bulaştırılan çocuklar...  

Çocuk işçilik temel sorunlarla ilişkili olarak Diyarbakır’da,Türkiye’de ve dünyada önemli bir sorun. Kiralık çocuk işçiler, köle çocuk işçiler, fuhuş yaptırılan çocuk işçiler nasıl bir dünyada yaşadığımızı gösteriyor bize. Bir çocuk, bir erkek çocuk kendisine amcalar tarafından pislik yapıldığını söylüyorsa ve her defasında zaman kazanmak için ‘üç pantolon’ giyiyorsa, hiç kimse, yukarıdan aşağıya hiç kimse ama, geceleri rahat uyuyamamalıdır. Romana kalırsa, sosyal patlama sokaklardaki çocuklardan gelecek, onların ana babalarından değil.

Amida’yı okurken Diyarbakır kimi zaman bir kent olmaktan çıkıp romanın bir karakterine dönüşüyor. 

Carmen’in ağzından çıkan, “Kadınlar senin için ölsün” cümlesi, Diyarbakır’da uzun bir anlatıya dönüşüyor. Yol, çocuk işçilerle ilgili bir proje için Diyarbakır’a çıkınca, son yıllarda hayatımızı farklı boyutlarıyla etkileyen olaylar da kişileriyle birlikte romana girmeye başlıyor. Roman, Diyarbakır’dan dolayı siyasal bir roman. Kimlik ve aidiyet sorunu da romanın ilgi alanında ister istemez. Mezopotamya topraklarındasınız, Hançepek mahallesinde dolaşıyorsunuz, Anton Dayı’nın Surp Giragos Kilisesi’ne gidiyorsunuz. Surlardan Hevsel Bahçeleri’ne, Dicle’ye bakıyorsunuz ve kentin ruhunu hissediyorsunuz. Bana kalırsa, Diyarbakır en az Amida kadar romanın ana karakterlerinden biri. Diyarbakır bir yanıyla insanın içindeki edebiyatı, aşkı, çılgınlığı açığa çıkaran yaralı, dişil bir kent. Diğer yanıyla, insanın içindeki öfkeyi, başkaldırıyı uyandıran eril bir kent.

Diyarbakır’da yaşananlar bir anlamda Türkiye’yi ve elbette dünyayı da anlatıyor: ‘Burası’ mutlu olabileceğimiz bir yer değil... Her ev ölü evi.  

Roman, Gaffar Okkan’ın öldürülmesinden sonraki beş altı aylık dönemi anlatıyor. Yazılıp anımsananları da dikkate alırsak, yirmi beş yıllık bir dönem. Güneydoğu’da çatışmaların başladığı bir dönemden söz ediyorum. Anaların ‘Cuma Anası’, ‘Cumartesi Anası’ diye bölündüğü yıllar... Bu dönem, 12 Eylül’ün getirdiği depolitizasyon ortamı aynı zamanda. Diyarbakır’da ziyaret edilen hemen her evde karşınıza zorunlu göçe uğramış ana babalar ve çocuklar çıkıyor. Yakınlarını kaybetmiş insanlar. İntihar eden dedeler, kızlar... Roman, sendikacı  kadın Carmen’in, “Bu erkekler niye böyle? Kadınlardan her istediklerini elde etmeye hakları mı olduğunu sanıyorlar” diye soran Serpil’in, Dilşa’yla adı değiştirilen Amida’nın, ölülerin, anaların, kadınların, amcaların pislik yaptığı çocuk işçi Uğur’un, Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde ölüm oruçlarından sağ çıkan Rizgarî’nin, dağdaki Muhsin’in, Ermeni asıllı Simla’nın, insana birbirine karşıt duygular hissetttiren Diyarbakır’ın yasını tutuyor, diyebilirim.

Bunca acının ortasında bir de aşk var...

Romanda, sendikacı kadın Carmen’in,  “Kadınlar senin için ölsün,” dediği andan itibaren aşk da var, meşk de... Romanın ana karakterlerinden Amida’nın yaşadığı yasak aşk, aşk söz konusu olduğunda her şeyin mümkün olduğunu gösteriyor bize. Romanda aşk, güçlü bir örgütlenme biçimi ve cinsellik içeriyor elbette. Aşk, Diyarbakır imgesiyle yan yana geliyor ve ölümle yüzleşiyor.

Postmodern çağda yazarın ayağı ‘yere değmezken’, Amida’da yaşamı -en acılı yerinden hem de- yazmak nasıl bir şey ki...

Edebiyat, insanın ve hayatın trajedisini anlatır. Kendinizle, ötekiyle, insanla ve hayatla bir derdiniz yoksa, yazmazsınız, bence. Edebiyat, iyiyi, doğruyu ve güzeli doğrudan göstermeyebilir. Edebiyat, dünyayı yaşanılır bir yere dönüştürmez belki. Ama kötüyü, yanlışı ve çirkini gösterebilir. Samimiyetle bunları yapabilir en azından. Kimi yazarlar edebiyatı salt bir oyun, kurmaca bir metin görebilirler. Ama yazarın ayağı biraz yere basmalı, yazar suya sabuna dokunmalı, değil mi?

 

 

  
 Derviş Şentekin - Özcan Karabulut