Senaryosu dört yılı aşan
sürede yazılı kaynaklardan yararlanılarak, Metin Belgin tarafından yazılan
"Mavi Gözlü Dev" adlı film, 9 Mart'ta sinemaseverlerle buluştu.
Ünlü şair Nâzım Hikmet'in hayatını konu alan "Mavi Gözlü
Dev"in yönetmenliğini Biket İlhan üstlendi. Nâzım Hikmet'in Bursa
Hapishanesi'ndeki dönemi için Sanat Yönetmeni Mustafa Ziya Ülkenciler,
Beykoz’da plato kurarak cezaevini realize etti. Nâzım Hikmet'in kaldığı
odası 1944 yılında çizdiği yağlıboya tablodan esinlenerek yapıldı. Derya Ergün
ve ekibinin usta makyajıyla Yetkin Dikinciler'in yüzü şaire benzetildi ve diğer
karakterlerin de fotoğrafları incelenerek makyaj uygulaması yapıldı. Cem İdiz, filmin
müziklerinin yanı sıra "Davet" şiirini de besteledi.
Yapımcı: Selay Tozkoparan Oğuz
Yönetmen: Biket İlhan Senaryo Yazarı Metin Belgin
Müzik: Cem İdiz
Görüntü Yönetmeni: Claduio Bolivar
Ses: Dinos Kitou
Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler
Sanat Asistanı: Canip Serten
Prodüksiyon Amiri: Cihad Figen
Negatif Kurgu: Kadir Burç
Negatif Aktarma:Cem Taşkara
Kurgu: Muammer Koçak
Kameraman: Dimitris Kasimatis
Kamera Teknisyeni: Barış Sengelli, Gürol Beşer
Film Baskı: İlker Şen
Uygulayıcı Yapımcı: Nihan Belgin
Yapım: Sinevizyon Film
Süre:118 dak.
Oyuncular
ve filmdeki karakteri: Yetkin Dikinciler (Nazım Hikmet), Dolunay
Soysert (Piraye), Özge Özberk (Münevver), Nil Günal
(Samiye Hanım), Suna Keskin (Celile Hanım), Uğur Polat (Tahsin Bey),
Rıza Sönmez (Orhan Kemal), Nihan Belgin (Suzan), Ferit Kaya
(Balaban), Ahmet Mümtaz Taylan, Sinan Tuzcu, Turan
Özdemir, Murat Karasu, Devrim Nas, Turgay
Tanülkü, Cevdet Arıcılar, Nihat İleri,
Mahmut Gökgöz, Sadık Gürbüz, Metin
Belgin, Hakan Gerçek, Okan Yalabık, Nil
Günal, Ziya Kürküt, Zühtü Erkan, Mutlu
Güney,Çetin Yeltekin Çamur, Ufuk Aşar, Yaşar Karakulak, Derviş Tezcan
Nazım
Hikmet'i, Dolunay Soysert eşi Piraye'i, Özge Özberk ise
dayısının kızı Münevver'i canlandırdı.
‘Mavi Gözlu Dev’ filmi üzerine. Evrensel Kültür, sayı 184, s.36-37 (04. 2007).
Dr. Ulaş Başar Gezgin
Yeni gösterime giren ‘Mavi Gözlü Dev’ filmi, Nazım
Hikmet’in Ocak 1941’den Temmuz 1950’ye dek Bursa’daki cezaevi yaşamını ve
geriye dönüşlerle Nazım’ın tutuklandığı zamanları konu alıyor. Geçmiş yaşamı,
siyah-beyaz; cezaevi yaşamı, renkli çekilerek, kurguda çifte yüzey duygusu
verilmeye çalışılmış. Bu, bir ırmak-film değil. Belli bir dönemi anlatıyor
yalnızca. Daha çekilecek çok Nazım filmi var...
Gerçek yaşamı anlattığı için, doğal olarak,
(yarı)belgesellik sorunsalı var. Geleneksel bir anlatı. Yalnızca geriye
dönüşler var.
Filmde iki dikkat çekici ölçüde zayıf nokta var:
Birincisi, Nazım, kendisini ziyarete gelen anasına ısrarla “yasalara karşı
gelmedim, yasalara bağlıyım” türü sözler söylüyor. O zamana dek çeşitli
kovuşturmalara çoktan uğramış olan Nazım’ın bu tür sözler sarfetmemiş olduğunu
düşünmek için çokça neden var. Nazım, filmde, hakça bir düzeni istediği için
bedel ödeyen, aslanlar gibi hapis yatan bir muhalif olarak resmedilmiyor;
mazlum ve ‘iktidar perspektifi’ olmayan bir yazar olarak gösteriliyor. Nazım,
bu filmde, suçsuz yere suçlu sayılan bir ‘düşünce suçlusu’ olarak çiziliyor;
Nazım’ın partinin üst düzeyinde yer alan etkin bir siyasal eylemci olduğu
vurgulanmıyor.
İkinci zayıf nokta ise şu: Nazım, filmde, müdürün ve koğuş
ağasının destek verdiği, içeride çok rahat olan, hatta idarenin adamı havası
veren bir biçimde sunuluyor. Tutuklanışı sonrasındaki falaka sahnesi dışında
gerçel şiddete maruz kalmıyor; hükümlüler, cezaevi içinde rahatlıkla
dolaşabiliyorlar; Nazım’a yumuşak davrandığı için başka yere atanan cezaevi
müdürü yerine gelen yeni müdürün baskıcılığı bile pek duyumsanmıyor; bu yeni
dönemde, Nazım, gardiyanları azarlayabiliyor bile. Cezaevini sanatevine
çeviriyor ve O’nu görmeye gelen ziyaretçilerle ‘hücre’ olarak adlandıramayacağımız
odasında rahatça görüşme yapabiliyor. Cezaevindeki bu rahatlık hiç inandırıcı
gelmiyor.
Nazım’la sohbetlerde, ‘bey’li konuşmalar egemen. Sürekli
olarak ‘Nazım Bey’ deyişi geçiyor. Hasta yatağı görüntüsünü saymazsak,
Nazım, herzaman Hastakım elbiseli olarak gösteriliyor. Ziyaretçi beklemediği
zamanlarda bile traşlı ve takım elbiseli. Traşsız, takım elbisesiz Nazım’ı,
‘Nazım Bey’i değil Nazım’ı görmek isterdik.
Birkaç kez geçen, “Ben Türk dilinin şairiyim” sözü, filmin
kurgusunda yama olarak duruyor. Bununla koşut olarak, olasıdır ki, yönetmenin
ve senaryo yazarının siyasal görüşleri nedeniyle, Nazım’ın hapislerde
sürünmesinin asıl sorumlularının kim olduğunun vurgulanmaması da, dikkat
çekici.
Filmdeki Nazım, yeni tanıştığı insanlara çoğunlukla kuşkuyla
yaklaşıyor. Bursa’da O’nu bulan hayranı ve Deniz Harp Okulu öğrencisinden kuşku
duyuyor. Bu, çok doğal; çevresinde bir ateş çemberi var. Öte yandan, gerçek
yaşamında da yeralan, kendisine gelen Deniz Harp Okulu öğrencisini hiç
soruşturmadan ‘asker kılığına girmiş polis’ olarak algılayıp Emniyet’i aradığı
ve “bana bir daha asker kılığında polis göndermeyin. Ekmeğimi kazanmaya
çalışıyorum, o kadar. Başka hiçbir şey yapmıyorum” dediği sahnede, askeri
öğrencinin kulağında küpe deliği olması, kafa karışıklığına yol açıyor.
Gerçekten kulağı delik de, Nazım, O’nun polis olduğunu oradan mı anlıyor (düşük
bir olasılık) yoksa filmde bu rolü oynayan oyuncu, kulağında küpe deliği olması
önemsenmeden mi bu role uygun bulundu?
Filmin sonlarına doğru, yanıltıcı bir biçimde, Nazım’ın
hastalığına Piraye ile Münevver arasında bir aşk ikilemine düşmesi yol açıyor
gibi bir izlenim yaratılıyor.
Filmin geçtiği dönem nedeniyle, bir cenaze sahnesi
sırasında, Sadettin Kaynak’tan Türkçe ezan dinliyoruz.
Film boyunca, gelişkin bir düzeyde olmasa da, simgesel
olarak, yansıçözümleyimdeki iç-dış karşıtlığı kimi zaman işleniyor: Nazım,
avluda top oynarken, topa vuruyor ve top dışarı gidiyor ve Nazım’ın kafesinden
çıkarıp salıverdiği kanarya, bir süre sonra geri dönüyor.
Şiirleri sonuna dek okuyarak tiyatrosal bir hava vermek
yerine, başlarını ya da karalamalarını vererek daha gerçekçi bir anlatım
sağlanmış. Nazım’ın şiirleri, gözle değil sesle okunan şiirlerdir; ses uyumu
önde gider. Filmde, okunan değil, söylenen şiir vurgusu var. Nazım, şii rlerini
yazmadan önce okuyor; önce mırıldanıp ondan sonra kağıda döküyor; şiiri kağıt
üstünde değil sesle yazıyor. Filmde Nazım’ın yaşantısı, günlük konuşmayla
şiirselliğin karıştığı bir yaşantı. Konuşmalarıyla şiirleri arasındaki sınır
kimi zaman yitip gidiyor. Bu da, izleyiciyi yer yer esritici bir etki
yaratıyor.
Oyunculuklar genel olarak başarılı; oyuncunun Nazım’a
benzeyişi, izleyiciyi filmin içine çekiyor. Öte yandan, Nazım’ın sürekli
‘oh’layarak konuşması ve İbrahim Balaban’ın sınırda kişilik bozukluğu
belirtileri sergiler bir biçimde oynanması dikkat çekici.
Sonunda Nazım, İbrahim Balaban’la ‘Davet’ şiirini
bir ağızdan okurken, avludan gelen seslere kulak kesiliyor. Avluda onlarca
hükümlü, bir ağızdan ‘Davet’ şiirini okuyorlar. Filmdeki belki de tek
etkileyici sahne. Sonra, ‘Davet’in bestesi geliyor. ‘Davet’ şiiri, şiirin
içeriği dikkate alınacak olursa, hiç bir biçimde filmin kurgusuyla ilişkili
değil. Bitiriş için ‘Davet’ şiirinin seçilmiş oluşunu, yine yönetmenin ve
senaryo yazarının siyasal yeğleyimlerine bağlayabiliriz. Oysa onun yerine,
gardiyanın yüzünde patlayan ‘Dünyanın En Tuhaf Mahluku’ şiiri, çok daha anlamlı
bir bitiriş olacaktı.
Ekranda, Nazım’ın 12 yıl 7 ay yattığı, 15 Temmuz 1950’de
hapisten çıktığı, 17 Haziran 1950’de yurtdışına çıktığı, 25 Temmuz 1951’de TC
yurttaşlığından çıkarıldığı ve 3 Haziran 1963’te Moskova’da öldüğü yazarken,
bir yandan da gardiyanlar, Nazım’ın çıkışının ardından boşalan odasındaki
eşyaları kaldırıyorlar. Böyle bitiyor.
Filmin adı, yani ‘Mavi Gözlü Dev’, filmin içeriğine ve
geçtiği döneme uygun değil. ‘Mavi Gözlü Dev’ şiiri de, şairin kendisini
şişirdiği, kendisi yerine başkasını seçen kadını aşağıladığı bir şiirden
başkaca değil. O zaman, filmin adı ne olabilirdi? Nazım’ın dönem şiiri
sayabileceğimiz ‘Sevdalınız Hapistir’ten esinlenerek bu ad konabilirdi ya da
sansürsüz haliyle, ‘Sevdalınız Komünisttir’... Bunun için Grup Ekin’in aynı
adlı şarkısı kullanılabilirdi. Aynı biçimde, varolan diğer Nazım bestelerinden
de yararlanılabilirdi. Filmin müziği ne yazık ki zayıf.
‘Jokond
ile Si-Ya-U’ kitabındaki ‘Jokond’un Hatıra
Defteri’nden Parçalar’da “Müzeyi/ gezmek
iyi/ müzelik olmak fena’ demişti büyük
usta. ‘Filmi/ izlemek iyi/ filmlik olmak fena’ diyecekti
belki de, bu filmi
izleseydi. Nazım, daha iyi bir kurguyu, daha iyi film müziklerini,
kısacası,
daha iyi bir filmi hakediyor.
Aynı oyuncularla Nazım’a yaraşır filmler görmek
istiyoruz...
(Nazım’ın,
bu filmi daha anlaşılır kılmaya yarar bir yaşamöyküsü için http://www.nazimhikmetran.
com/biyografi_index.html) sitesini kaynakça olarak aldığımız ve "N. Hikmet - Özgeçmiş" bağlantısını okuyabilirsiniz.
Filmin konusu:
Kavganın, sevdanın ve Türkçe’nin büyük şairi Nâzım
Hikmet, 1941 yılında Bursa Hapishanesi’ne nakledilir. “Komünizm” propagandası
nedeniyle mahkûm olan şairin ünü içeride kulaktan kulağa, efsaneye dönüşür.
İbrahim Balaban ve Yusuf, ustanın odasına desen çizeceği aynaları taşırlar.
Mahkûmların portresini yapan Nâzım’ın aklı yalnızca karısı Piraye’dedir.
Günlerdir ne mektup, ne telgraf gelmiştir. Hasretin dinmeyen sızısı, siyatik ağrılarından
da beterdir. 2. Dünya Savaşı’nın vahşeti ve sefaleti tırmanırken; şair, Müdür
Tahsin Bey’den kötü haberi alır. Hakkında verilen 28 yıl hapis cezası
onaylanmıştır.
Piraye gelir sonunda… Mahzundur, hüzünlüdür, çaresizdir. Kısacık görüşmede,
gardiyanın evinde gizlice buluşma teklifine şiddetle karşı çıkar. Ustanın
öğrencisi Raşit üç yıl sonra özgürlüğüne kavuştuğunda, Orhan Kemal adıyla “72.
Koğuş” hikâyesinin yazarı olacaktır. Balaban içeride, “şair baba”sının yanında
ressamlığı ilerletir. Açlıktan ölenlerin çoğaldığı günlerde, dokumacılık
sayesinde karısına para yollayan şairin son umudu dayısı Ali Fuat Paşa’dır.
Celile Hanım oğlunu kurtarmanın yollarını aramaktadır. Peynirci Nuri’nin
getirdiği bir teneke peynir, onu zehirlemek için mi gönderilmiştir? Balaban,
açlık içinde, tenekeden çaldığı peyniri sevmediği bir mahkuma yedirir.
1945 yılında savaş bitmiştir ama hapishane müdürü, şaire hoşgörülü davrandığı
gerekçesiyle, koltuğunu despot bir müdüre bırakmak zorunda kalır. Kırbaçlı
gardiyanlar Nâzım’ın odasını basınca kıyamet kopar. Ekim 1948’de, dayı kızı
Münevver ziyaretine gelir.
Nâzım yeni bir sevdanın coşkusuna kapılır. İki aşk arasında bocalar, bir de
üstüne Münevver kocasından ayrılmayı erteleyince bunalıma girer. Karaciğerinden
sonra kalbi de yorulmuştur. Piraye’ye mektuplar yazar, yalvarır. Karısıyla
zoraki buluşmada buzları eritmeye uğraşırken; Münevver’in de hapishaneye
gelmesi, başka bir kâbusa sürükler şairi. 10 yıldır hapistedir, artık tükenme
noktasındadır, yaşamına son vermeyi tasarlar…
Kaynakçalar:
http://www.nazimhikmetran.com/fotograf_index.html
http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=556&Ýtemid=29
Hürriyet
http://www.sinematurk.com/film.php?9152