Hikmet Usta, yaklaşık beş bin
metrekare kapalı alanı olan çelikhanenin kapısından henüz girmişti. İlk bakışta her şey yolunda
görünüyordu. Görevli olduğu kumanda odasının bulunduğu altı metre koduna çıkmak
için merdivenlere doğru yönelmişti ki ocak tarafından gelen bir patlamayla irkildi.
Ark ocağı yöntemiyle çelik üretilen
fabrikalarda, daha hafifleri çoğunlukta olmak üzere, benzeri patlamaların
olması kaçınılmazdı. Bir anda ortalık toz duman içinde kaldı. Yirmi metreyi
aşan yükseklikteki çelik örgülerden oluşan çatıdan dökülen toz, soluk almakta
zorlanan kör biri haline getirmişti onu.
Patlamanın hemen ardından, çelikhane büyük bir
kızıllığa büründü. Ancak bu anlık aydınlık da onun bir adım ötesini görmesini
sağlayamamıştı. Uçuşan gri toz bulutu, yerini altın rengi bir buluta
bırakmıştı. Çelikhanenin tümüne hakim olan birkaç saniyelik bir sessizlikten
sonra, giderek artan insan ve makine sesleri duyulmaya başladı.
Hikmet Usta, merdiven basamaklarını seçmeye başlayınca,
ark ocağındaki durumu bir an önce görebilmek için, hayli dik merdiveni hızla
tırmandı. Bu kısımda çalışmanın güçlüğünü ve tehlikesini ondan daha iyi kim
bilebilirdi ki? Giysilerini
değiştirmeden doğruca ark ocağına yöneldi. İzabede çalışan arkadaşlarının, zarar görüp görmediklerini
bir an önce anlamak istiyordu.
Ocak önünden gelen bağrışmalar, duyduğu
kuşkuyu artırmıştı. Kendisine doğru koşan birini kolundan tutarak ancak
durdurabildi. Adamın yüzü ter ve tozdan tüm ayrıntılarını yitirmişti. Zor
tanıdı Hasan’ı. Hasan, Hikmet Ustanın sormasını beklemeden, “Usta,
Ahmet abi kavruldu koş,” dedikten sonra hızla uzaklaştı.
İzabedeki arkadaşları Ahmet’in
kıvrılmış, yarı yarıya küçülmüş, çıplak ve ıslak bedenini korku ve dehşetle seyrediyorlardı.
Kimi, tamamen yanmamış olan deri kemer ve altında kalan el kadar tulum
parçasını çıkarmaktan, kimi Ahmet’in acılarını azaltmak için yeniden su
havuzuna sokmaktan söz ediyordu.
Hikmet Usta’nın geldiğini görenler ona yer
açtılar. Usta, Ahmet’in kararmış
küçülmüş ve bilinçsizce titreyen vücuduna bir süre baktı. Sonra
dizlerinin üstüne çöktü. Çok yakınında bulunanların zor duyabileceği bir sesle,
“Ahmet’im sen benden beter olmuşsun,” dedi.
Derin yanık izleri taşıyan yüzü
ve dudakları kasılmış, gözleri dolmuştu.
Ne yapmamız gerekiyor diye kendisine çevrilen
bakışlara, “Cankurtaran çağırdınız mı?” diye, yanıt verdi. Aldığı olumlu yanıt üzerine hemen aşağı
taşımalarını söyledi.
Çelikhanede toz bulutunun
çökmesiyle, ortalık aydınlanmış, bin vatlık tavan lambalarının ışığı her yanı
gündüzden farksız hale getirmişti. Dev tavan vinçleri, boyutlarına uygun
homurtularla, kullanıcılarının acı ve korkularını yansıtarak, görevlerini
yerine getirmek üzere isteksizce devindiler. En küçük devinimleri bile,
aşağıdakilerin üzerine yağmur gibi toz dökülmesine neden olmaktaydı. Güçlü
kancalar, vinçlerden sarkıtılıyor, en az
yirmi ton hurda taşıma hacmindeki çelik sepetler, kulplarından yakalanarak
metrelerce yukarı kaldırılıyor, bir yerden başka bir yerlere taşınıyordu. Yeni
işbaşı yapan teknisyenler, ustalar, yardımcılar, işlettikleri makineleri
devralırken, yaşanan felaketin ayrıntılarını öğrenmeye çalışıyorlardı.
Olayı açık seçik gördüğünü
söyleyen kumanda odası teknisyeni, Hikmet Usta’nın sorgulayan bakışlarını “Her
şey bir anda olup bitti abi,” diye, yanıtladı. Yüzü ter ve toz karışımı bir
çamurla maskelenmişti.
“Ahmet cüruf çekmek için
hazırlanmış bekliyordu. Bana kapağı açmamı işaret etti. Kapağı açtım. Sadık Usta ile birlikte
gelberiyi ocağın içine soktular. Beş derece kadar öne eğdim ocağı. Üç dört kez
çektiler. Sadık Usta bir ara gelberiyi Ahmet’e bırakarak yanından uzaklaştı.
İşte o anda oldu olanlar. Bir patlama sesi duyduk. Ocağın yarı açık curuh
kapısından büyük bir alev topu fırladı. Ahmet’i bir anda yutan alevler kumanda
odasının camlarına kadar geldi. Korkudan yerimizden kalkıp birkaç adım geri
çekildik. Ahmet’in üstünde lacivert bir tişört vardı sadece, olduğu yerde
fırdöndü ve dizlerinin üstüne çöktü. Gövdesinin sarsıldığını ve yarı yarıya
küçüldüğünü gördüm. Sonra her yer toza dumana boğuldu”.
Söze karışan Sadık Usta, “Hortum
kırılmış soğutma suyu kesilmişti,
gelberi ısınıp erimesin diye hortumu düzeltmek için, patlamadan üç beş saniye
önce ayrıldım yanından,” diyordu.
Hiç kimse hiçbir şey anlatmasa
da Hikmet Usta, olayın aşağı yukarı böyle geliştiğini tahmin edebiliyordu. Binlerce kilovat enerji
verilerek, yaklaşık elli dakikada tamamının ergimesi gereken hurda malzemenin
bir bölümü, ergimeyip ocağın duvarına yapışıp kalabiliyordu. Patlamalar; katı
haldeki bu artığın, fokurdayan madenin üzerine ani düşmesiyle oluşan yüksek
basıncın sonucuydu.
Olayın, bir kaza ile bu biçimde
sonuçlanmasında, koruyucu giysi
giyilmemiş olması başlıca nedendi.
İşte Hikmet Usta, bu duruma bir
ad koymakta zorlanıyordu.
Ahmet’in
kavrulmuş bedeni,
arkadaşları tarafından Cankurtarana götürülmek
üzere bir sedyeye
yerleştirilirken; Hikmet Usta, aynı ocakta dört yıl önce
geçirdiği kazayı
düşünüyordu. Sağ yüzünün büyük
bölümünü ve iki elinin parmaklarının tamamını
kaybettiği kazayı.
İşini
çok sevdiği zamanlardı o
zamanlar. Ocak içinde kaynayıp köpüren çelik,
cürufunu kaymak gibi üste serer,
Hikmet Usta da o kaymağı, tutamağına sarıldığı gelberi ile sıyırarak
cüruf
çukuruna dökerdi. Kan-ter içinde
sürdürdüğü bu çabayı, “El güzel
kadınlarla,
biz izabecilerse ateşle dans ederiz,” diye, anlatırdı.
Kazadan sonra, kendisini çok
şanssız bulduğunu anımsadı. Oysa Ahmet’in durumu onunkinden çok daha kötü ve
daha umutsuzdu. Usta, alevler içinde kavrulmamış, ama ocağın altında bulunan kor dolu, cüruf
çukuruna, yine koruyucu giysilerden yoksun olarak düşmüştü. En
az üç metre yükseklikten yüzüstü
düştüğü
çukurda, yüzünü korumak için doğrulmaya
çalışmış, parmakları kora gömülmüştü.
Kurtulması bir mucize de sayılabilirdi.
Her döküm işleminden sonra
çukuru temizlemekle görevli, kepçe kullanıcısı arkadaşı, onu düşer düşmez
görmüş, tüm tehlikeleri göze alarak kepçesi ile ocağın altına girmiş ve ölümün
elinden çekip almıştı. Birkaç saniye bile gecikmiş olması halinde, kurtulma
olasılığı yoktu.
Sağaltımı bir yıla yakın
sürmüş, altı kez bıçak altına yatmıştı, bugünkü hale gelebilmek için. Yüzünün
görüntüsü, ona bakan insanlara korku vermiyorsa; bu Hikmet Usta’nın sıcak
sevecen, dost kişiliğinin sonucuydu.
Yeni durumuna alışması, içini
oyan yanık acılarıyla kıyaslanamayacak acılar vermişti ona.
Ahmet’e, zorla da olsa koruyucu
giysilerini giydirmedikleri için, teknisyenine ve vardiya şefine kızamıyordu
bile. Birilerinin uyarmasına ne gerek vardı
ki…
Yıllarca önce aynı hatayı
kendisi de yapmamış mıydı?
İşçileri taşıyan servis
otobüsleri her gün olduğundan on dakika daha geç kalktı o gün.
İzabeciler bu kez, yanmaz
giysileri ve diğer güvenlik önlemlerini de almış olarak ocağın karşısındaki
yerlerini aldılar.
Saat tam on iki otuzda,
parmaksız elleriyle ark ocağına yol verdi Hikmet usta. Kumanda masasının
başında, acıyla biçimlenmiş duygulu yüzü ve görkemli gövdesiyle duruşu bir
orkestra şefini andırıyordu.
Üç adet elektrot ağır ağır
ocağın içine doğru salınırken; çelikhane, binlerce mekanik düzeneğin farklı
tonlarda, farklı kodlardan saldığı seslerle yirmi dört saat, kulakları sağır
eden homurtusuna başlamıştı bile.
Binlerce kilovat enerji ile
yüklü elektrotların, önceki vardiyada ergitilmiş çeliğe dokunması ile enerjinin
ateşle, ateşin insanla dansı yeniden başladı. Bu danstan gözlere yansıyan yoğun
bir kızıllık, kulaklara yansıyan, tüm sesleri içinde eriten güçlü bir
inlemeydi.