Ve O Benim Annem 
                                         Mikroroman

                  

- I -

 

Herkes sonsuza kadar sevindi, bizse sabahtan gece ya­rısına kadar… Babası savaştan geri dönen asker ço­cuk­­larının sevinçli, bizimse acı dolu günlerimiz baş­la­dı. Sabah babamın gelişiyle başlayan mut­lu­lu­ğu­muz ne yazık ki, akşama kadar sürdü.
Bir yaz sabahıydı. Saz sesi, davul sesi bir köyün bir ta­rafından, bir köyün öbür tarafından geliyordu. Sevinç do­lu sesler yayılıyordu köyde.
Babam geldiğinde gün yenice ışıyordu. Annem sanki babamın yolda olduğunu biliyor, avluyu temizliyor, su se­perek toz kaldırmamağa çalışıyor, bizi uyandırmaktan bi­le sakınmayarak eve çeki düzen veriyordu. Yerlere halı ya­yıyor, beş sene boyunca hiç bir zaman kaynatmadığı se­maveri yakıyor, dışarı bırakmadığı danayı avluda ayağına ip bağlayarak otlamaya bırakıyordu. Gözleri iyi görmediğinden çoğu zaman evde bulunan babannem bile dışarı çıkmıştı. Komşumuz Murat dayıyı çağırarak ona agaç kesdiriyor, yoldan geçenleri görmese bile onların ayak seslerini dinliyor, duyduğu her sese ilginçlikle kulak kabartıyordu.


Görüşmek, “hoş geldin” söylemek için gelenler geceyarısı gittiler. Beş yaşlı kardeşim İhram, yüzünü yalnız şimdi gördüğü babamın dizleri üzerinde oturmuş, onun bıyıklarıyla oynuyordu. Ben de babamın yanındaydım. Babam beni sarmış, bir beni, bir  İhramı okşuyordu. Tebessümle annemden soruyordu:

- Çokmu zorluk çektiniz? Çocuklar aç kaldılarmı hiç?     
Annemse zorluklarını pek te büyütmüyor, öylesine geçiştirmeğe çalışıyordu.
 
- Hepimiz bu zorluklardan geçtik. Başımız belalar çekse de, yine çok şükür sen
sağ – salim döndün ya. Bu bize yeter!

 
Ihramı da, beni de bir türlü uyku tutmuyordu. Babamıza bakıyorduk durmadan. Onu bırakmak, onun kucağından inmek istemiyorduk. Bu rüyaya benzer gerçeğin kayb olmaması için uyumamağa bile razıydık. Sabaha kadar onun bekçiliğini yapmağa hazırdık.

Başörtüsünün gölgesi yüzünde beliren babannem tesbihini döndürerek bir şeyler düşünüyordu. Annem fenalaşıyordu durmadan. Babannemin oturduğu yerden gelen soğuk hava akını sanki onu etkisi altına almıştı. Babannneme kuşkuyla bakıyordu. Rahatsızlığını hemen anladı:

- Niçin böyle rahatsızsın? Üşüyormusun?


- Hayır üşümüyorum.


- O zaman yorğunsundur. Gelen – giden çok oldu bu  gün. Ben bile yoruldum. Yatalım.


- Baba, sen benimle yat – İhram onun ellerini onun yüzüne sürdü.


- Peki, ya Kemalettin? O da mı bizimle uyusun?


- Hayır! – İhram beni geri itti. Fakat durdu, düştüğüm durumu bir hayli seyr ettikten sonra ekledi:
- Peki, yatsın!


Annem yataklarımızı halıların üzerine yaydı; yastıkları, yorğanları getirip yatağımızı yaptı. Babannem babamı dışarı çıkardı. Annem iyice korkmağa başlamıştı. Titrek eller göğsünde çaprazlandı. Alnındalı kırışıklar iyice sıklaştı. Yüz hatları gerginlikten titredi. O da bizi sımsıkı sardı. Buz gibi dudaklarını hayretle yüzümüze dokundurdu. Bu dokunmalarda bir az veda, bir az da özlem vardı.


Babannemle babam dışarıda çok beklediler. Belki de biz oyle zann ediyorduk. Fakat o anlar bana beş sene babasız günlerimden bile daha uzun gozüktü.


- Çık!


Babam annemin kafasına bir yumruk indirdi.
Ben içeri fırtına gibi dalan babamın bu yumruğundan sonra annemin bağıracağını, yere düşeceğini zannediyorduk. Fakat öyle olmadı. Annem sanki büyük bir ağaçtı. Yerinden hiç kıpırdamadı. Bu dayanma gücü babamı iyice azdırdı. O, annemin ensesine iki yumruk daha indirdi:

- Orospu!
 
Annem dengesini kayb etse de düşmedi:
- Cevat, akıllı ol!
 
Annemin bu lafı babamı iyice çileden çıkardı. O, dedesinin anısı olan kılıcı duvardan götürdü. Kılıfından çıkardı. Kılıcın ışartısı duvara yansıdı. Biz ağlamağa başladık. Babamın bacaklarına sarıldık. Babannem:
- Öldürüp kanıyla buraları kirletme! Hangi cehenneme istiyorsa gitsin! Beş sene ölüp te şimdi dogmuşsun, hapsemi girmek istiyorsun? Peki, nedeni ne? Bir orospu içinmi? Allah ta, peygamber de azmış kadını kov gitsin diyor. 
 
- Anne!
 
Babannem babamın elinden kılıcı almak istiyordu.

Babam yine bağırmağa başladı:
- Görmüyormusun, def olmuyor ki... Anne izn ver de, bana ihanet etmiş bu alçağın cezasını vereyim.
 
- Hayır, oğlum, onu kılıçla öldürmek gerekmez. Onu sağ iken öldürmek gerekiyor. Namussuza çevrenin kınağı da yeter.
 
Annem lal sessizlikle babamı seyr ediyordu. O, sanki her hangi bir tiyatrodaydı. Keşke, ben annemin kalbi, yüreği olmayı başarabilseydim.

O zaman anneme:
 
- Anne – dersim – yalvar anne, yalvar babama. O, seni dışarı salıvermez. Öldürmez, zira biz bir kaç saat önce ne kadar da mutluyduk!
 
- Namussuz karı, sen oğlumun sinirli olduğunu görmüyormusun? Neden karşısında durup dik – dik bakıyorsun? Sen benim evimde kan dökülmesinimi istiyorsun?
 
Babannemin bu sözleri babamın iyice coşmasına neden oldu:
- Yazıklar olsun sana aşağılık köpek!
 
Biz bağırıyorduk. Küçücük vucutumuzla annemize siper olmak, onu babamızın ölüm kokuyan soluğundan kurtarmak istiyorduk. Fakat biz napabilirdik ki? Çığlığımızsa babamızı yumşatacak halde değildi.
 
Annem babamın yumruğunu yukarıdayken durdurdu:  
- Cevat, insan kendi aklıyla iş yaparsa, kendi gözleriyle gördüklerine inanırsa o zaman yaprak gibi rüzgarın önünde uçuşmaz.
 
Babam onu dışarı itti:  
- Def ol! Çabuk def ol!
 
Annem sırtını kapıya yaslayarak öfkeli nazarlarını babamın kızarmış gözlerine çevirdi:  
- Cevat, benim hiç bir suçum yok! Her söylenene inanma, ben hiç bir zaman yolumdan azmadım. Bunu bilmeni istiyorum. Kötü  yola düşmüş bir kadın kesinlikle kocasını beklemez.
 
Babannem ellerini dizlerine vurdu hayretle:  
- Hırsız ol, eşkiya ol, fakat konuşmasını bil, öylemi? Kızım, sen hiç mi utanmıyorsun? Def ol! Kol – bacağının kırılmasınımı istiyorsun? Aman ya Rabbim, bu kadarına da pes doğrusu!
 
Annem babanneme taraf gitti. Ağlamak istiyordu sanki:  
- Anne, insafsız olma! Ben iftira olunası bir kadınmıyım? Sen... 
     
Hıçkırık annemin sesini yarıda kesti. O, konuşmasını sürdürmek istiyordu ki, babannem bağırdı:  
- Sen burda mahkememi kuruyorsun lan? Sen erkekmisin? Erkeksen at dışarı şunu! Banamı inanıyorsun, yoksa bu kadınamı?
 
Babam annemin kolundan tutup kapıya itti:  
- Çık dışarı, def ol! Çabuk def ol!
 
- Cevat – diye annem babama hitap etti – bekle. Ben zaten yeni elbiseye eski yama olma niyyetinde değilim. Fakat sen de düzgün karar vermiyorsun. Azacık sabr et, yarın sabah köydeki büyükleri dinle, onlar benim bir suçum olduğumu söyleseler, o zaman sen benim kafamı kopar, razıyım. Azacık sabr et!
 
Babannem kalktı:  
- Sen nasıl da yaramazsın! Bunu susmağa mecbur etmeyeceksin her halde. O zaman ben gidiyorum, kal karınla, çocuklarınla, evinle yalnızbaşına. Ne halin varsa gör!
 
Babam baltayı aldı eline:  
- Çıkıyormusun, çıkmıyormusun?
 
Biz babamın ayağına sarıldık. Annem gözleriyle bizi yanına çağırdı. Biz annemizin  yanına gittiğimizde babam karşı çıktı. Bizi yakalayip babanneme teslim etti.
 
- Cevat, haksızsın. Sonra pişman olacaksın, bim pişman! Yuvanı yıkma, çocuklarını öksüz bırakma!
 
- Namussuz!
 
Babamın attığı balta kapıya girdi. Annemin dışarıdan gelen sesinde caresizlikle öfkenin karışımı duyuluyordu:  
- Seni Allaha emanet ediyorum!
 
Biz babannemizin elinden kurtulup annemizin arkasınca koşuyorduk.
 
- Anne!.. Anne....
 
Bileğimiz babamın ellerindeydi. Kurtulamıyorduk. Babam bizi sürüyerek eve götürdüğünde iki çocuğunun özlemiyle bir anne ağlıyor, lanetler yağdırıyordu her şeye.
 
Babam bizi içeri götürdükten sonra annesine bağırdı:  
- Sen niçin onu o gece kapı dışarı etmedin?
 
- Sen erkek olduğun halde onu dışarı atamıyordun, ben ihtiyar kadın bunu nasıl başara bilirdim ki?
 
- Köyde muhtarmı yoktu? Köyde bir erkekmi bulunmuyormuydu? Ben şimdi nasıl çıkarım köy içine?
 
Babam yine kılıcı göyürdü. Biz yine bağırıyorduk:  
- Cevat, çocukların, bu zavallıların ne suçu var?
 
Kapının ağzında dışarı çıkmamıştan önce babam bir anlığına duraksadı:
 
- Onlara bir şey söylediğim yok ki. Onların suçlu olmadığını ben de biliyorum. Ben onları öksüz bırakan o şerefsizi bulmağa gidiyorum.
 
Babannem babamın çıkmasına izn vermedi:  
- Hayır, izn vermiyorum. Ne yani başını belayamı sokacaksın?
 
- Tamam, tamam, dışarı çıkıp geliyorum.
 
Babam dışarı çıktı. Az sonra adım sesleri duyulmaz oldu. Yalnız onun gittiği yerde bir ağacın gürültüyle devrildiğini duyduk.
İki – üç dakika sonra köyün köpekleri havlamağa başladılar. Onların bazısı yola koştu, bazılarıysa bir az havladıktan sonra sustu. Az sonra köyün içinde köpeklerin boğuşması duyuldu. Ara – sıra bir köpek iniltili bir sesle havladı. Bu Seyfelinin eniğiydi. Onu benim gibi köyde her kes sesinden tanıyordu. Aman Allahım, yoksa babam onlaramı gidiyordu? Galiba babam artık Seyfelilerin evinden uzaklaşmıştı. Zira böyle olmasaydı, üvey ablam Zelihaların köpeği zincirini koparıp ta yola koşmazdı.
 
- Yine coştu bizim deli oğlan. – Babannem böyle söyledikten sonra yere oturduğunda biz ağlamağa başladık.
 
- Babanne, kalk gidelim. Izn verme ki, babam annemzi...
 
Babannem iyice yere yapıştı. Ben ablamın evine koşuyordum. Öyle koşuyordum ki, köyün tüm köpekleri arkamca koşsalar bile bana yetişemezlerdi. Kısa Seyfelinin tam evinin yanından geçiyordum ki, ablamın sesini duydum. Ablamın sesine köyün ahalisi uykusundan uyanmıştı.
 
Annemin elinde dirgen vardı. Babam sol kolu gömleğinin içinde öylece kalakalmıştı. İnliyordu. Ablamın elindeki lamba tüm avluyu aydınlatıyordu. Alacakaranlıkta babamln yere düşmüş kılıcı parlıyordu.
 

  






- II -


 

Seyfeli boyu ufak olduğu için savaşa gitmemişti. O, medrese eğitimi almış birisiydi. Önceleri hocalık etmış, sonralarsa akşam okulunda okumuş, yeni alfebeyi öğrenmişti. Erkekler savaşa katıldıktan sonra onu işçi grubuna rehber atamışlardı. O, sık – sık bize gelirdi. Hem de çok çay içiyordu. Bir semaver çaydan bile doymuyordu. Seyfeli ilk önce yerde bağdaş kurup oturuyordu. Semaver yarıdan gectikten sonraysa masaya kuruluyordu. Annem de sofrayı masaya kaydırıyordu. Babannem Seyfeliden hoşlanmıyordu. O, kapıdan her girdiğinde babannem homurdanıyordu. Seyfeliyi ben de sevmiyordum. On yaşımdaydım o zamanlar. Seyfelinin iyiniyetli olmadığını anlıyordum. Babannem öyle bir kuşkulanıyordu ki, evimize akşamleyin gelen bu davetsiz misafiri kapı dışarı etmeğe çalışıyordu. Babannem Seyfeliye şöyle diyordu:
 
- Senin evin yokmu? Dilenci gibi dolaşıyorsun kapı – kapı. Erkek dediğin yalnız başına oturan kadının evine gitmez. Akraba olsak hadi neyse... Peki, sen kimsin?
 
Seyfeli babannemin laflarına gülüyordu:  
- Gittikçe bunaklaşıyorsun. Nasıl yani sen kimsin? Ben rehberim. Meryem de benim işçim. O yüzden ben onun halini sormalı, onu kollamalıyım. Halini sormalıyım. Hastalanırsa doktora götürmeliyim. Ben yalnız buraya değil, tüm işçilerin evlerine gidiyor, onların durumuyla ilgileniyorum. İşçilerin büyük çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. O yüzden bana dertlerini açıkca söyleyemiyorlar. Onları evlerinde ziyaret etmek zorundayım.
 
- İhtiyar köpek – diye babannem Seyfelinin daha fazla konuşmasına fırsat bile vermiyordu – Baban da iyi bir insan değildi. Sen sonuçta onun oğlu değilmisin? Eskiden yaptıklarını ne çabuk unuttun? Ne zaman sen peygamber oldun da, bizim haberimiz olmadı? Bana kendini melek gibi göstermeğe çalışma, git bu söylediklerini seni tanımayanlara anlat, belki inanırlar.
 
Seyfeli sinirleniyordu:  
- Hey, doğru konuş! Yaşlı kadınsın, fena şeyler söylerim sonra sana.
- Fazla konuşmaya gerek yok. Ben diyorum ki, bu eve erkek gibi gel, erkek gibi de git.

Seyfeli babannemi sakinleştirmek istiyordu:
- Rehber işçilerinin evine gitmek zorunda! Sabah işe seslemeli, akşam yarın yapılması gerekenleri anlatmalı. Gerekiyorsa sorunlarını dikkatlice dinlemeli, çözümler üretmelidir. Sanki bu dünyada yaşamıyorsun. Şu an her kes bir – birine yardım etmeli!
 
Rehber gittikten sonra babannem anneme şöyle diyordu:  
- Adam tam kadın düşkünü, baksanıza! Kızım, Meryem, bir daha gelirse ona çay bile yapma! Bırak gebersin!
Annem onun söylediğini yaptı. Fakat bu da yardım etmedi. O, önceki gecelerden de çok oturup durmadan bir şeyler anlattı. Onun anlattıklarını şimdiye kadar hiç duymamıştım. Konuşurken bile hep anneme bakıyordu. Annem de onu sayğıyla dinliyordu. Onun konuştukları öyle tatlıydı ki... Evimize kötü niyetle geldiğini düşündüğüm bu insanın konuştukları beni kucağına alıp uyutuyordu.
 
O, kimi zaman atıyla avlumuzda dolaşıyor, anneme:  
- Bu gün sana izn verdim – diyordu – çocuklarının elbiselerini yama, onları yıka. Cevat geldiğinde her halde bana teşekkür edecek!
 
Seyfelinin sanki söz dağarcığı bitmiyordu. Konuştuğu zaman tatlı konuşur, ağzından güzel sözler süzülüyordu. Yatımlı sesi vardı. Fakat onun yarımkapalı gözlerinde ve dudaklarının ucunda biriken hileli gülümseyiş beni hep kuşkulandırıyordu. Gözlerine dikkatlice baktığımda onun neler anlattığını duymuyor, kendimi onun ekseninin dışında bırakıyordum. Nedenini bilmediğim bir halde onun konuşmalarında, hal ve haraketlerinde anneme karşı aşırı bir ilgi duyuyordum. Kuşku dolu bakışlarımı ona çevirdiğimde onun hilelerini kapatamayan göz kapaklarının arkasında saklanan ihtiras dolu gözlerine baktığımda o, saçlarımı okşuyor ve gülüyordu:  
- Çok zeki çocuk...

Ihram henüz küçük olduğundan evde babannemin yanından ayrılmıyordu. Bense tatil günlerinde, derslerden sonra anneme yardım etmeğe gidiyordum. Pamuğu yaban otlardan temizlemek, ağır çapayla çalışmak benim işim değildi, buna gücüm de yetmiyordu. Seyfeli anneme sen Kemalettinle çalış – derdi – ben bir yolunu bulup size fazla para yazacağım. Annem benim güneşli havalarda çalışmama razı değildi. Derslerini çalış – derdi bana – ben tarlayı idare ederim. Fakat ben bunu istemiyordum, annemin yanında hazır bulunmağa daha fazla çalışıyordum. Ben öyle zann ediyordum ki, annem yalnız kaldığında Seyfeli çekinmeden onunla açık – seçik konuşacak, değişik sözler söylemek cesaretinde bulunacaktı.
 
Bir keresinde pamuğa ilaç atarken Seyfeli anneme yaklaşıp sessizce konuşmağa başladı:  
- Sana bu ay fazla maaş yazdım. Evet, yine yazacağım. Sen ara – sıra kadınların arasında benim arkamca konuş ki, kimse bir şey anlamasın. Ben de ara – sıra onların yanında sana söyleneceğim. Küsmezsin, tamammı?
Ben dersten çıktıktan sonra tarlaya pamuk toplamağa gidiyorduk. Bir günde on kilo zar – zor topluyordum işte. Ne çarığım vardı, ne ayakkabım. Annemin de ayakları yalındı. O, çoraplarının altına keçe yamasa da, bunun bir yararı olmuyordu. Ikimizin de ayakları bir kaç yerden çatlamıştı. O zaman kim çarık bulup giyiyordusa, kendisini mutlu sanıyordu.
Seyfeli öğle vakti annemi pamukla örtülü alanın başında bulunan çınar ağacının gölgesine çağırdı.

Annem beni de kendisiyle götürdü: 
 
- Neden izn vermedin çocuğa bir az daha pamuk toplasın?
 
- Zavallı çok yoruldu. Azacık dinlensin, sonra yine toplar.
 
- Tamam, tamam. Otur.
 
Seyfeli ilk önce çevreyi dikkatlice kolaçan etti. Pamuk toplayan ırgatlar bizden çok uzaktalardı. O, gazetenin arasından iki çift çarık çıkardı:  
- Al bakalım. Nerden aldığınızı sorduklarında bir şeyler uydurursunuz. Benim verdiğimi söyleme. Kendi ellerimle yaptım. İp bağlayıp giyin. Hadi, şimdi gidin... Sizi benimle beraber görüp te bir şeyler uydurmasınlar.
 
Göz kırptı anneme. İçimden çarıkları annemden alıp ta onun kafasına çalmak geçti. Fakat annem yerinden kıpırdamadı bile. Bir de üstüne üstlük gülümsedi.
 
Seyfeli koşarcasına alandan uzaklaştıtan sonra uzun bir süre annem olduğu yerde kalakaldı. Gülümsedi. Çehresinden gülümsemesi silinmemiş gözleri yaşla doldu. Ansızın kalktı, toprağı elleriyle kazdı, çarıkları açtığı çukura gömdü.
 
Sabah aynı yerde çarıkların çiğnenmiş, öte – beri atılmış köselelerini bulduk. Belli ki, çarıkları çakallar dağıtmışlardı.
 
- Ayağınıza neden bir şey giymediniz? Çarıklar nerde?
 
Annem gerçeği söyledi. Seyfeli bir hayli güldü. Ve böylece çarık konusu kapandı.
 
- Akşam büyük sebetle gel, çocuklar için kavun götür.
 
Annem konuşmadı. Onun yüzünde teşekkür belirtisi bile yoktu. Seyfeli az aralıda pamuk toplayan ırgatları dikkatle izledikten sonra yavaş bir sesle:  
- Ayçiçeği tarlasının içindeki dut ağacının yanına bırakacağım kavunları. Kendim verirsem işçiler hemen bir şey uyduracaklar. Böylesi daha iyi değilmi? – dedi.
 
Daha sonraysa yumruğuyla göğsüne vurdu:  
- Ben görünüşte kısa boyluyum. Ama içimde bir çınarım.

Akşama kadar ellerim pamukta, gözlerimse annemde oldu. Annem heyecanlıydı. O, kimi zaman topladığı pamuğu önlüğüne atacağına yere atıyordu. Böylesi durumlarda annemin zor günlerde sertleşmiş çehresinde belirmiş nefret dalğasını göre biliyordum. Her halde içinde dinmeyecek bir öfke vardı.
 
Aynı gün gece yarısı kapıpmız çalındı.
 
- Kim o? – diye  babannem sordu.

Ses gelmedi. Babannem bir daha sordu:  
- Kimsin? Ne istiyorsun?
 
Ses gelmedi yine. Bu hırsız olabilirmiydi? Hırsız kapıyı çalıp ev sahibini uyandıracak kadar aptal ola bilirmiydi? Bu, ayçiçeği tarlasında annemi bekleyen Seyfeliydi her halde. Beklemiş beklemiş annemin gelmediğini kesinleştirdikten sonra bizim eve kadar gelmişti. Pes doğrusu, o babannemin evde olduğunu unutmuştu? Biz çocuktuk, bazı şeyleri anlamıyorduk, peki ya babannem?
 
- Bu zamansız misafir kimin ola bilir acaba? Benim artık kemikleri çürümüş metreslerimden hangisi hortladı?

Babannemin söylediklerinin karşısında annem yalnızca sustu. Babannem ellerini duvarlara vurarak kapıya kadar gitti
- Kapıyı çalan kimsin? Garipmisin, yoksa yoldan azmış birisininmi misafirisin?
 
Yanıt yoktu. Kapıyı açtı:  
- Kimsin?  

Rüzgarlarla taranan yaprakların fısıltısından başka bir şey duyulmadı:

- Acaba kapıyı rüzgarmı itti?

Babannem zar – zor yatağına oturdu:  
- Meryem, kalk, bak bakalım, keçilerimi götürmeğe geldiler yoksa?

Annem geceden korkmuyordu. O, keçilere, avluya baka bilirdi. Fakat nedense “korkuyorum” – söyleyip hırsızın korkusundan korkuya kapılmış birisi gibi titredi. Annem kapıyı çalanın Seyfeli olduğunu kesin biliyordu. Gecenin bu saatinde annemin dışarıdan beş dakika geç dönmesi babannemin kuşkusunu iyice artıracaktı. Ve bunu her defasında anneme aşağılamak için söyleyecekti.

Seyfeli sabah annemi işe çağırmadı. Biz onunla tarlada görüştük.

- Kavunları niçin gelip götürmedin? Gelmiyecektinse bir şeyler uydursaydın barı. Zor durumda kalmıştım.

Annem çekinerek:
- Ayıp, dedi.

- Utan, utan. İhtiyar adamsın. Akılsızlara sen  akıl vermelisin.
                              

- Ne yani ihtiyar at arpa yiyemezmi? – Seyfeli bayağı bir biçimde güldü:

- Akılsızlık, namussuzlukmu bu?


Annem öfkeyle dolu bakışlarla baktı Seyfeliye:  
- İnsana iyilik yaptığında gerek anlasın. Sen neden böyle konuşuyorsun? Kocasız kadınsın, yarının ne olacağı belirsiz... Şimdi istesem seni bir ekmeğe hasret bırakırım. Ama bunu istemiyorum. Eski kitaplarda da, yeni kitaplarda da dünyanın fani olduğu yazıyor. Bir gün yaranan bir gün mutlaka ölecektir. Bu dünyada insana kalacak olan bir iyilik, bir de gönlünce yaşamaktır.

O, yaşamak sözünü kendine has bir vurğuyla söyledi.

Annem iyice sinirlendi, ayağa kalktı:
- Seyfeli...
 
Onlar bir – iki dakika gözleriyle konuştular. Annemin bakışları ateşli, Seyfelininkiyse cesaretsizdi.
Seyfeli gittikten sonra ben anneme sarılmak istedim. Fakat bir türlü ulaşamıyordum, ellerim boynuna ulaşmadığım için ağladım. Annem aşağı eğildi. Beni göğsüne sardı. Ben ilk kez annemi böyle doyasıya öpmek istiyordum.
 
 
               - III -
 
 
Babannem durmadan söyleniyordu. Annemin hal ve haraketleri onu çileden çıkarıyordu. Sırf bu yüzden annem gece toplantılarına bile katılmıyordu. Erkenden yatıyor, babannemden önce uyanıyordu. Köyde dolaşan dedi – kodulardan korkuyordu. Köyün diğer ihtiyar kadınları annemle ilgili değişik olaylar anlatıyorlardı babanneme. Annemi hep rezil etmeğe çalışıyorlardı. İhram babanneme anlatılanların hepsini aklında tutuyor, annem işten döndüğünde söylenenleri birer - birer anlatıyordu.

- Meryem, sen kimin hanımı, kimin gelini olduğunu, hangi evde bulunduğunu biliyormusun?

Babannemin amacı anneme belliydi. Susması, babannemin sorularına yanıt vermek istememesi arada bulunan haya perdesini ortadan görütmek istememesinden kaynaklanıyordu. Babannemse ısrarla bu perdeyi aradan götürmek istiyordu.

- Hiç düşünmüyormusun?

Annem ağladı. Onun gözyaşları babannemin sesini bir az indirdi:
- Kızım, kocanı bekleyemiyorsan bir aşiretin namusunu yere vurmak niçin?

Annemin yanıtı yine gözyaşlarıyla oldu.

- Doğru söylemiyormuyum?

- Anne – diyerek annem yorğanı üzerinden atarak lambayı yaktı. Göz yaşlarının ıslattığı baş örtüsünün ucuyla gözlerini sildikten sonra babannemin yatağının yanına oturdu. Hıçkırıklar, çığlıklar anneme konuşmağa izn vermiyordu.

Babannem sinirlendi. Annemi yanından kovuyormuş gibi bir haraket yaptı, ellerini salladı.

- Senin aklını çelmişler. Öyle bir fikrin yoksa, neden o kavatı kovmuyorsun yanından?

Annemin yaşlı gözleri bizim onlara dikilen bakışlarımızı buldu bir anlığına. Zavallı annem! O, bizim yanımızda babanneme bir şeyler  söylemek istemiyordu. Babannemse onu konuşmak için zorluyordu:
- Her kes bir şeyler anlatıyor seninle alakalı. Ya kocanı bekleme git – Allah yolunu açık etsin, ya da bekliyeceksen adam gibi bekle kocanı!

- Anne, uydurmalar, yalanlar rüzgara benzer, esip geçer. Her söylenene inanma. Benim iki tane gül gibi yavrum var. Anayım ben, ana!

- Omu seni mecbur ediyor, ha, omu?

- Bana hiç öyle bir şey söylemedi şimdiye kadar.
 
- Peki, köydekilerin anlattıklarına ne diyeceksin? Her kes gördüğünü söylemiyormu? Söyleyemezmisin, ulan namussuz, beni ne diye yolumdan ediyorsun? Benim aslan gibi kocamı tanımıyormusun? Boş derelerde çakallık eden o alçağın dersini neden vermiyorsun?

Annemin göz yaşları kör çeşme gibi durmadan akıyordu.
 
- O, bana bir şey söylememiş... ben nasıl ona...

Babannem yumrukla dizlerine vurdu:  
- Sen neden böyle konuşuyorsun? Sen söyleyemiyorsan bana bir “olur” de, onu öyle bir hale getireyim ki, bir daha sana yaklaşmasın. Kalk, onun evine gidiyoruz!

Hep ayaklarından şikayet eden, yürüyemediğini söyleyen babannem öyle hızla kalktı ki, biz hayret ettik doğrusu. O, kapıya kadar yürüdü. Kapının iki tarafını da açtıktan sonra anneme baktı:
- Gel!

- Anne! Sen ne zannediyorsun, biz onlara gittikten sonra köyün içinde dolaşan dedi – kodular kesilecekmi? Ne söylerler bize? “Bunlar bizim söylediklerimize iftira dedirtmek istiyorlar. ” – demezlermi?

Babannem geri döndü, sırtını açık kapıya yasladı:  
- Doğru söylüyorsun, kızım. Bu gürültüyü bizim yaptıklarımıza hakk kazandırmak gibi yorumlayacaklar. Peki, napalım? Zor durumdayım. O şerefsizi nasıl yolumuzdan ede biliriz ki?

- Anne, it ürür, kervan yürür. Benim nasıl temiz olduğumu bir Allah, bir de sen biliyorsun. Bu bana yeter. Bırak köydekiler ne konuşurlarsa konuşsun. An gelir, köydekiler benim nasıl birisi olduğumu anlar.

Petrölü azaldıkça lambanın ışığı da azalıyordu. Odamız   karanlıktı. Bu karanlıkta annemin yaşlı gözleri, babannemin mahzun çehresi gözüküyordu.

Sabahın ilk ışığında avlumuzdan at nalının sesine uyandım. İhramla babannem hala uyuyordu. Elbiselerimi giydikten sonra dışarı çıktım. Seyfeli anneme diyordu:

- Bu gün soğan çıkarmaya git, tamammı?
 
- Ben neden soğan çıkarmaya gidecekmişim? Pamuk topluyorum ben.

- Ben rehberim. Bana nasıl çalışacağımı öğretme, tamammı?

- Ben kimim ki, sana nasıl çalışacağını öğreteyim?
 
- Ben senin kadar gerikafalı adamların nasihatlerini dinleyecek değilim. Anladınmı?

Seyfeli kamçısını yukarı kaldırıp yineledi:  
- İstersen bir daha söyleyeyim. Dinlemek istemiyorum senin nasihatlerini.

Annem “olur” anlamında kafasını salladı. Bunun onaymı, yoksa esefmi niyetiyle yapıldığını anlayamadım. Zira annemin yüzünü göremiyordum.
 
- Soğanın kafasını koparmak için pıçak götürmeyi unutma, tamammı?

Annemin ne söylediğini anlayamadım. Seyfeli atın yönünü yola taraf çevirip gitti.
        
O gün ben de okula gitmedim. Annemi izlemeğe koyuldum. Annem akşama kadar yemek bile yemedi. Ne oturduğunu, ne de durduğunu biliyordu. Hali sık – sık değişiyordu. Kendini meşğul etmek için bir şey bulduğunda da bu işine uzun süre devam edemiyordu. Böylece kendine eziyet etmiş oluyordu.


Annem su ısıttı. Iç çamaşırıarımızı soydu. Onları leğene atıp sasbunladı. Annemi bu iş de sıktı. O, kendine başka bir iş bulmaya çalıştı. Kazmayı alıp avlumuzda bulunan vişne ağacının tyoprağını boşalttı. En sonunda sıcak suyla dolu kazanı, kovaları avluya taşıyıp elbiseleri orda yıkadı. Evimizden vuran lamba ışığı annemin üzerine vurmuyordu. Annem vişne ağacının altında oturuyordu. Babannem ve İhram uyumuşlardı. Bense çitlerin arasından annemi izliyordum. Onun benim onu izlemesinden haberi bile yoktu.
        
Annem bahçeye geçti. Dut ağacının altındakı karanlıkta gözlerimden kayb oldu. Bahçenin bilinmeyen bir tarafına yöneldi. Kalkıp annemi aramak istedim. Fakat tanıdık olmayan bir ses duyduktan sonra  fikrimden vaz geçtim. Olduğum yerde kala kaldım. Bu insan sesine benzemiyordu, bu bileğlenen pıçağın sesine benziyordu. Annem pıçağı napacaktı? Peki neden pıçağı evde ya da avluda bileğlemiyordu? Bu hazırlık niçin? Annem belki intihar edecek? Ne diye? İntiharı düşünmesinin nedeni köyde dolaşan dedi – kodularmı? Belkı de tavuk kesecekti? Peki, annemin tavuk kestiği nerde gorülmüştü? Annem bahçeden avluya geri döndü. Oturup çamaşırıarı hırpaladı. Bu zaman nerde atıldığı belli olmayan bir taş annemin yanına düştü. Annem acele etmeden bahçede bulunan incir ağacının yanına gitti. Bağırmak istiyordum: “Anneciğim, gitme” – diye. Fakat bağıramadım. Titredim. Gözlerimin önünde bir sürü balonlar dolaşmağa başladı. Ne kadar sarsılsam da yine de annemin arkasından sürünüyor, onu peşisıra takip ediyordum.

        
İncir ağacına yaklaştığımda orda üçken bir yakanın parladığını gördüm. Bu Seyfelinin yakasıydı. O, yavaşça öksürdü. Annem incir ağacının altına gitti. Annemin eski seten elbisesi gece gibi simsiyahtı. Onun yaptıklarını göremiyordum. Seyfelinin parlayan şekilli yakası annemin siyah elbisesinin arkasında kaldığında onların ayakları altında bulunan sarı yapraklar hışıldadı. Ben durdum. Galiba yüregim durmuştu. Ağlamak istiyordum. Hiç bir şey duymuyordum. Aniden hüngür – hüngür ağlamağa başladım. Ama sesim çıkmadı. Dallar bir – birine değdikten gürültü kopardı. İlk önce bağırtı, daha sonraysa inilti sesleri duyuldu. Bu ses Seyfelinin sesiydi. Annem koşarcasına eve girdi. Eve girmemiş bir daha geri döndü. Incir ağacının altına gitti. Anenm dut ağacının altındaki büyük taşı Seyfelinin üzerineü attı. Tekrar onun iniltisi duyuldu ve yere düşen taş yaprakları hışırdada – hışırdada aşağı yuvarlandı. Bundan sonra Seyfelinin iniltisi duyulmadı. Fakat onun elleri ve ayakları yaprakların arasında kıpırdıyordu.

        
O gece korkumdan hastalanmışım. Annemin söylediğine bakılırsa ateşim varmış. Yerimden kalkıp dışarı koşmak istiyormuşum. O hastalıktan sonra bir ay kendime gelemedim.

        
Seyfeli üç ay köyde gözükmedi. Başkalarından rehberin üç – dört yerden pıçaklandığını, kalb zarının delindiğini duyuyordum.

        
Acaba onu kim bu hale getirmişti?

        
Bu soruyu bazıları şöyle yanıylıyordu: 

- Bu kadın işi değil. Her halde Cevatın erkek akrabalarındandır.
        
Çok gariptir, babannem de böyle söylüyordu.










- IV -


 

Savaştan kaç yarayla geri dönmüş babamı bir de annem yaraladı. Onun iki parmağı kırılmış, eli iyice ezilmişti. Köy doktoru babamın elini alçıya almıştı. Galiba, bu olayı kimse duymamıştı. Zira çokları babamın eski yaralarını muayene ettirdiğini düşünüyordu. Babam gelditen sonra uzun süre Seyfeli yine ortalardan kayb oldu. O babamın sesi duyulmadığında bile haftalarca şehirde bulunuyordu. Söylentilere bakılırsa yılda bir kaç kes yaraları irinliyordu. Seyfeli şimdi de kaçmıştı köyden. Ama bu kaçışının nedeni galiba babamdı. Böyle değildise neden emniyet müdürü babamı emniyyet müdürlüğüne ondan şikayet dilekçesi bulunduğunu belirtmiş, bir daha Seyfeliyi rahatsız etmiyeceğine dair ondan söz almıştı.  Kısa Seyfeli köyden ayrılırken babama annemin kendisini dut ağacının yanına çağırdığını söylemişti. Onun söylediklerine bakılırsa, annem çoklarını bu ağacın altında memnun etmişti.

 
Babam bizim annemlere gitmemize izn vermiyordu. Kalbimiz, özlemimiz bizi onun yanına götürdüğündeyse bizi tekme – tokat döverek evimize götürüyordu. O, bizim onun öz çocuklarımız olduğumuza bile kuşkuyla yanaşıyordu.

Sık – sık aynada bir kendine, bir bize bakıyor, kendi vucutuyla bizim vucutumuz arasında benzerlik arıyordu. İncir ağacına bakıyor, sonraysa dişlerini kütürdetiyordu. Bizi izliyordu. Onun sert bakışları bizi korkutuyordu. İhram bana sarılıyor, öyle bir titriyordu ki, onun titremesi beni de etkisi altına alıyordu.

- Ağzını aç bakalım!

Babam elinin tersiyle alnımdan basarak ağzımı iyice açıyor, dişlerimin hepsine teker – teker bakıyordu:  
- Ağzınızı iyice açın, dişlerinize bakacağım. Dişleri çürük çocukları okula bırakmıyorlar.

Babamın bahanesini anlıyordum. İhramsa bu saçmalıklara tüm içtenliğiyle inanıyordu.

- Güzel aç!    

Ihram bundan daha fazla açamazdı ağzını. Fakat bu babamı tatmin etmiyordu.

- Ağzını geniş açacaksın bundan sonra tamammı?

Ihramın dişleri annemin dişlerine benziyordu.  Küçük ve seyrekti. Babamın dişlerimize uyğun uydurduğu bu saçmalık zavallı kardeşimin sık – sık hırpalanmasına neden oluyordu.

Her akşam uyumağa gittiğimizde babam parmaklarımızın arasına, tabanlarımıza bakıyordu. Bunun nedeni kesinlikle ayaklarımızın temiz ya da kirli olmasını bilmek gerekmiyordu. O, ayaklarımızın şekline bakmak istiyordu. Baktıkça kendi ayaklarıyla kıyaslıyordu. İhram tüm kontröllerden temiz çıkmıyordu.

Ihramın gözleri annemin gözleri gibi simsiyahtı. Onun bakışlarında gelişmekte olan bir cesaret vardı. Bu da babamı iyice sinirlendiriyordu.

- Ağzını neden açık bırakıyorsun, kapasana!
Bahaneye bakarmısınız? İhram gözlerini kapıyor, ellerini yüzüne götürerek babamın tokatlarından kendini kollamağa çalışıyordu.

- Ağzını bir de açık bırakacakmısın? Söylesene açık bırakacakmısın?

Babam onun kollarından tutup ayağa kaldırıyor, İhram kafasını sallayarak “Hayır” söyleyeceğine, “evet” söylüyor. Bir bahane daha! Tekrar İhramın tekme – tokat dövülmesi! Ben babamın korkusundan kardeşimin haline ağlayamıyordum. Babannem sık – sık babama İhramı dövdüğü için sinirleniyor, fakat İhramı babamın elinden almıyordu. Sanki zevk alıyordu İhramın hırpalanmasından.

Kolhoz yönetim kurulu onu kontröl bölümüne başkan atamışlardı. O, her akşam idareye gidiyordu. Eve bazen erken, bazen de geç dönüyordu. Gündüzlerse çoğu zaman evde bulunuyordu. Yemeğimizi yapıyor, elbisemizi yıkıyordu. Babamın yaptığı yemekler leziz olsa da fakat annemin yaptıklarına benzemiyordu. Onların tadı bir ayrıydı. Biz akşam olunca hemen yatağımıza yatıyorduk babamızın yüzünü görmeyelim diye. Fakat o, işten döndüğünde mutlaka bir bahane buluyor ve bizi hırpalıyordu.

- Kemalettin, sen kimi daha fazla seviyorsun? Annemi mi, yoksa babamımı?
Ben onu göğsüme sarıyor, kendimi ağlamamak için zor tutuyordum.
 
- Kemalettin...

İhram korkuyordu. Onun söylecekleri çok önemliydi herhalde. Zira böyle olmasaydı babannemin uyuduğu tarafa bakmazdı. Babannem de uyuyordu.

- İhram...

O, elleriyle ağzını kapayıp fısıldadı:

- Ya babannem sesimizi duyarsa....

Zavallı çocuk babannemin sağır olduğunu unutmuştu.
 
- Korkma, duymaz!

Ihram kafasını göğsüme yasladı. Onun dudakları göğsümün üzerinde seslendi. Sanki kalbinin derdini kalbime anlatıyordu:
- Gidelimmi annemizin yanına?

- Ya babam duyarsa?
 
- Duymaz, duymaz. Ben içeri girelim bile demiyom, sadece camdan bakıp geri döneceğiz.

- Ya babam bizi gelip evde görmezse?
İhram yine eliyle ağzımı kapadı.

- Koşarak gidip – gelecüğiz. Babam sabaha karşın geri döndü. Ne bilelim, belki şimdi de...
Köpeğimiz havladı. İhram susup gözıerini kapadı. İki – üç dakika sonra komşunun eniği kesik – kesik havladı. Gözlerimi açıp bir – birimize baktık. Yoldan geçen her hangi birisiymiş meğerse.
 
- Kalk – diye İhram elimden dutdu:  
Ayakyalın, başıaçık elbiselerimizi bile giymeden direk evden çıktık. El – ele yürüdük. Taşlı yollardan sekiyorduk. Köy yolarından soluk – soluğa geçerek gittik. Kolhoz binasının yanından geçerken karşımıza birisi çıktı, babam zann ettik. Küçük dilimizi yutacaktık nerdeyse. Çitlerin yanına sindik, karaltı gittikten sonra yolumuza devam ettik. Ablamların avlusuna girdik. Evin penceresi bahçeye açılıyordu. Ablam da, damatımız da ve en önemlisi annem de yerde oturmuşlardı. Yemek yiyorlardı. Her birisinin önünde bir tas çorba vardı. Annem yemek bile istemiyordu. Damadımız zorla onu yedirmeğe çalışıyordu.

- Anne, lütfen yemeğini ye. Yemek yememekle geçmişi geri döndüremezsin.
Annem kaşığı götürdü, fakat yine sofranın üzerine bıraktı.

- Sıcakmış. Azacık soğusun, yiyecegim.

Ablam da bir tarafdan anneme şaka yapıyordu:
- Anne, ben de senin çocuğun değilmiyim? Vallahi, eğer Faruk kovsa bir o kadar da üzülmem. Ben hep seni güçlü zann ediyordum.

- Evet, güçlüyüm. Fakat temiz adım...

Üzüntü annemin sesini batırdı. O, ağlıyordu. İhram da ağlayıp pencereyi yumrukladı. Ablamların köpeği bize doğru koştu. İhramı kucağıma alıp ordan hızla uzaklaştım. Bir yolunu bulup ta bahçeden geçerek kolhozun biçilecek otlarının arasından geçerek başka bir yolla evimize geri döndük.

Ayak sesimizden geldiğimizi anılayan babannem bağırdı:
- Nerdeydiniz?

Biz yorğanın altında saklandık. Babannem üzerimizden yorğanı atıp bağırdı:
- Nerdeydiniz ulan?

- Babanne, dışarıdaydık.

- Neden çıkmıştınız dışarı?

- ...........

- Ne yemiştiniz ki, böyle çok kaldınız dışarıda. Vallahi bir duyarsa canınızı okur.

- Ora gitmemiştik...

- Ya öylemi? “Ora gitmemişler”miş. – Babannem bizim söylediklerimizi ağzını eğerek tekrar etti.
 
Babam eve bir çığ gibi girdi. Yorğanı üzerimizden attı. Babannem yalvarmağa başladı:
- Cevat, dövme, burda dışarıdaymışlar.

Babam lambanın ışığını artırdı. Onu yatağımızın yznı başında yere bıraktı. Ayaklarımızı kaldırıp altına baktı. Otlu biçeceklerden geçip geldiğimiz için ayaklarımızın altı yemyeşilmiş.

- Bunlar yatmaıştan önce ayaklarını yıkamamışlarmıydı?

- Yıkamışlardı.

Babam lambanı sobanın üzerine bıraktıktan sonra dışarı çıktı. On beş dakika sonra geri döndü. Elinde bir kızılcık dalı vardı:
- Gerçeği söylerseniz sizi dövmeyeceğim. Nereye gitmiştiniz?

- Cevat, çocukları korkutma.

Babam kolunun birini bacaklarımın arasından geçirip beni yukarı kaldırdı.

- Gerçeği söyle, gerçegi... Söyle!

Geç kaldım. Konuşmadım ve bu arada taze kzılcık dalıyla  beş – on darbe yedim.

- Hiç bir yere gitmemiştim.  

- Ya öylemi? Peki, ayaklarınızın altı neden yemyeşıi? Siz de benim için annenizmi olacaksıınız?
         Babam beni iyice dövdü. Benim yerime İhram ağlıyordu.
         Babam İhramın üzerine yürüdü. İhram kendini babanneme doğru koştu.
- Gerçeği söyle!
- Annemin yanına!
- Tamaamm! Siz de büyüyünce benim için sorun olacaksınız.

Babam İhramın bacaklarını yukarı kaldırıp onu havaya kaldırdı. İhram babannemin elbisesine sarıldı. Babam dizüste çöktü. Ve kızılcıkla İhramı dövmeğe başladı. Ihram bağırıyordu:
- Bir daha gitmeyeceğim. Yalvarıyorum, baba, bir daha yapmayacağım.

- Bu sözü dün de söylüyordun. Bu işlerin başı hep sensin.

Gerçeklerin kendisini kurtaracağına inandığı kardeşim benden bile çok dayak yedi. Meğerse babam için gerçekle yalanın hiç bir farkı yokmuş.

 
- V -


Köyümüzdeki sayğın insanların büyük çoğunluğu  babama minnet edip annemle barışdırmak için bize geliyordu. Onlar babamdan annemi affetmesini rica ediyorlardı. Babamı kınıyor, babamın yanlışını yüzüne karşı söylüyorlardı. Ihtiyarların bazılarının başladığı konuşması sabaha karşı ancak bitiyordu. Misafirler gittikten sonra babannem söylenmeğe başlanmıştı:
- Konuşmasını bilmlyormusun? Neden bir şey söylemedin onlara? Neden sizin nasihetiniz bana gerek değil – demediniz? Belki, o falcıların söyledikleri seni razı etti? Banamı inanıyorsun, yoksa onlaramı? Gerçekler onların söyledikleri gibiyse neden Meryem Seyfeliyi niçin kendi bahçemizde pıçaklıyordu? Tutuklanmaktan korkmuyormuydu? Yermi bulunmuyordu?

Babam annesini daha fazla dinleyemedi. Sinirlenip dışarı çıktı. Böyle gecelerin birinde ben babamın arkasından çıktım. O, vişne ağacının altında oturuyor, sigara içiyordu. İncir ağacına bakıyordu. Ben babamın arkasında duruyordum. O, beni görmüyor, geldiğimi duymuyordu bile.

- Yalandır!

Babam sesime geri döndü. Bana baktı. Sigarasını söndürdü:
- Noldu? Bir şeymi söyledin?      

Babamla karşı – karşıya duruyordum. Direk gözlerine baktım. Korkmuyordum artık.

- Yalandır!

- Yalan olan ne?

- Anneme ilişkin söylenilenler!

Annem bir sigara daha yaktı. Yine oturdu, yine incir ağacına baktı. Babamın iki parmağı arasında tüten sigaranın ateşi havada daireler çiziyordu.

- Nerden biliyorsun?

Babamın sesinde bir titreyiş vardı.

- O, bu işi bilimiyor bile...

- Peki, kim biliyor?

- Ben!

Babam yanlış duyduğunu zann ederek bana yaklaştı iyice. Geri durdum azacık.

- Senmi?

Babamın sigarası yere düşmüştü. Onun şu an beni yere devireceğini, tekme – tokat döveceğini zann ettim. Fakat o, boğuk bir sesle:
- Anlat bakalım! Nasıl oldu bu iş?


Ben Kısanın bize nasıl gelip gittiğini, bize ettiği “yardımların” hepsini, yazdığı fazla maaşı, kendi elleriyle yaptığı çarıkların nasıl çakallar tarafından dağıtılmasını, gece her kes uyuduktan sonra gelip kapımızı çalmasını; hepsini anlattım. Anlattıkca ağlıyodum. Ara – sıra sesim kısılıyordu, hüngürtüler konuşmama imkan tanımıyordu.

- Ben... Annem pıçağı bilerken, Kısayı öldürmek istediğinde bak ben burdaydım... saklanmıştım. Annemin neler yaptığını ben gördüm. O, Kısayı o irice taşla vurduysa, taş aşağılara doğru yuvarlandı. Taş şu an bile orda...

Babamın soluğu yüzümdeydi. Ben ilk önce onun beni döveceğini zann ettim. Fakat o, uzun bir süre beni seyr ettikten sonra uzaklaşıp incir ağacının altında kayb oldu.


 






- VI -
 


Annem felç olmuştu. Şehir hastanesinde yatıyordu. Annemin halini öğrenmek için damadımızla ablam sırayla şehire gidiyorlardı. Ben her gün annemden bir haber bilmek için okuıldan çıkıp ablamlara gidiyordum. Ablam ağlayarak annemin tansiyonunun yüksek olduğunu söylüyordu. Doktorlar çalışıyorlar, eğer indiremezseler annem ölecek. Zavallı annem kim bu kadar dayana bilirdi ki? O kadar sinirlendi ki, sonuçta felç oldu. Doktorlar umut vermeğe çalışıyorlar, fakat annemin eski sağlığına kavuşmasına olanak bile yok. Kollarını, bacaklarını çalıştıramıyormuş. Gözleri de şaşılaşmış. Zavallı annem! Onun da dünyada bir hoş günü olmadı. Birinci kocasını eşkiyalar katl etti, ikinci kocası da böyle...

        
Ablam da, kocası da gerçekleri söylüyorlardı. Fakat bunu İhrama söylemek doğru değildi. Onun anne hasretiyle yaralı küçük yüreği böyle haberleri kaldırmazdı.


İhram her gün yolun kenarında oturup benim dönmemi bekliyordu:
- Gittinmi?

- Gittim.

- Annem nasıl?

- Ablam iyi olduğunu söylüyor. Doktorlar bir kaç gün sonra taburcu edecekler.
İhram sevinerek bana sariliyordu:
- İzn ver de seni öpeyim.

Ben onun söylediklerini yapıyordum. Kendimi yalancı sevinçlerle süsleyip yaşla dolu gözlerimi ondan saklıyordum.

- Kemalettin, neden doktorlar iyi ilaçlarla annemizi çabuk iyileştirmiyorlar?

- Anneme ilaçların en iyisini veriyorlar.

Ihram benim ona verdiğim sevinçe hangi iyilikle cevap vereceğini kestiremiyor, kitaplarımı ellerimden alıp aynanın önüne bırakıyor, kovayla su getirip beni balkona götürüyordu zorla:
- Gel de, el – yüzünü yıka!

Sonra da ekmek kesiyor, babannemden yoğurt istiyordu:  
- Babannem Kemalettin acıkmış, ona yoğurt ver.

Ben yemek yerken o da beni izliyordu.
 
- Annemin aşağı köylerde akrabası yokmu?
 
- Hayır, yok.

- Öbür köylerde demi yok?
 
- Hayır, napacaksın?

- Annem geldiğinde ablamlara geldiğinde inu nasıl göreceğiz?
 
- Ne konuşuyorsunuz öyle?

– Babannem fısıltıyla konuştuğumuzu görcek hemen bizden kuşkulandı.

 
Ne de olsa yalan söylemeğe alışmıştık.
 
- Babanne, bir şey konuştuğumuz yok. Kemalettin bana alfebeyi öğretiyor. Ne de olsa önümüzdeki sene okula gideceğim.

Ihram cevap buluyordu. O, en kötü anlarda bile kendini savuna biliyordu.
O, sahte bir sevecenlikle babama sarılıyor, onun nereye gittiğini, ne zaman döneceğini öğreniyordu.

- Baba, izn ver de gözlerinden öpeyim. Ben akşama kadar napacağım? Ben burda sıkılırım? Sen ne zaman döneceksin?

- Akşam.

- Ben sıkılırım akşama kadar...
 
- İyi de oğlum, ben çalışmağa gidiyorum. Gitmezsem, beni işten atarlar. O zaman size nasıl yeni elbise alırım? Sen arkadaşlarla, komşunun çocuklarıyla oynayıver.
Ihrama da bu gerekiyordu. Sabahtan akşama kadar serbest olacağını biliyor, babanneme komşunun çocuklarıyla oynayacağını söyledikten sonra annemin yanına koşuyordu.

... Annemi hastanede fazla bekletmediler. On beş gün sonra köye geri göndermişlerdi. Durumu iyice fenalaşmıştı. Doktorlar ablama annem için sakinliğin önemli olduğunu söylemişlerdi. Fakat boş lafmış tüm söylenenler. Her kes annemin yarın – öbür öleceğini biliyordu.

Annemin durumu fenaydı. Can çekişiyordu. Onun soğuk bakışları semalardaydı. Biz annemin üzerine saldırdık. Onu öpüyor, kokluyorduk. Annem bizi sarmak istese de, bu mümkünsüzdü. Onun kolları felçti.


- Çocuklara bir şey yapmayacaksın, tamammı? – damadımız bağırdığında her kes kapıya baktı. Gelen babamdı. Damadımız onun onünde duruyordu.

- Sen kimsin? Kendi çocuklarıma nasıl davranacağımı sendenmi öğreneceğim?

- Seninle adam gibi konuşuyorum. Anlıyormusun?

- Adam gibi konuşmazsan ne olacakmış? Çekil önümden!

Babam bileklerimizden yapıştı. Biz tüm gücümüzle annemize sarıldlk. Fakat babam, hunhar babam kapanmakta olan bir gözlerde bulunan son ışıkları doyunca seyr etmemize izn vermedi.
 
 
- VII -

 
Annemin vefatından sonra babam hiç dövmedi, bize kötü söz söylemedi. İyice hüzünlenmişti. Ne söyleyeceğini bilmeyeek haldeydi. Çoğu zaman sabaha karşı geliyordu eve. Babam düğünden gelenlere benzemiyordu. Sesindeki öfke yok olmuştu bu bir kaç günün içinde. Konuşmasında çaresizlik vardı. Halinde çok değişiklikler vardı. Bu değişiklikler tüm köyde fark ediliyordu. Bu değişiklik  ne kadar korkunçtuysa Seyfeli köyden kaçırtmıştı. Babamın durumu vicdan azabıyla pek de alakalı değildi, bu değişikliğin arkasında bir pişmancılık, bir öfke duyuluyordu. Babamın bu öfkesi babannemle konişurken daha fazla belli oluyordu.

Babam eve geç geldiğinde babannem soruyordu:  
- Nerdeydin?

- Napacaksın?

- Muratlara fazla gidip – gelmeğe başladın bu aralar. Ne olacak bu halin?

- Ne varmış halimde? Hem sen her işe karışma.
Babannem uzun süre konuşmuyor, siyah başörtüsünü aşıp tekrar örtüyor, sonra yavaşca konuşmağa başlıyordu:
- Büyükleri dinlemeyenleri hep böyle gördüm, Bir zamanlar köyümüzde ne çok gül gibi kızlar dedim – birini beğen sen de. Sense gittin dul aldın, sonuçta işte bu. Savaştan çıkıp geldin ki, derdini burda unutasın. Ama ne oldu? Sahipini öldürmüş at sana öile bir dert verdi ki, hiç böylesine rastlamamıştın. Murat o söylediklerinimi söylüyor yine? Sormuyormusun işin – gücün yokmu diye? Ben bir kere eğilmiğim zaten, ikincisine gereksinimim yok diye. Hem ne diye eğri olacakmışın ki? Namusunu kolladın sen. Şimdi kimin dulunu sana kandırarak vermek istiyor o Murat denen herif?

- Yeter be, yeter! Konuşturma beni!

Babam dışarı çıkıyor, babannemin sesini duymamak icin saatlerle dışarıda bekliyor, avludaki vişne ağacının dibinde oturup sigara içiyordu. Bense onun zavallı  haline acıyormuş gibi baklyordum.

Geçen akşamlarının birinde Murat dayı vişne ağacına bir sığır bağladı. Babamla konuşmalarını duydum:
- Yetermi?

- Yeter, yeter!

- Altmış kilo varmı?

- Vardır.

Babam bu sığırı kesecekti. Peki niçin? Bunun nedenini bit türlü bulamıyordum.
Babam bir hayli pirinç, kuru üzüm, hurma, şeker almıştı. Ayrıca Murat dayının mutfak eşyalarını da evimize taşıyordu. Babam evleniyormuydu? Ne çabuk? Acaba kiminle evleniyor? Analığımız bize nasıl bakacaktı? Geleceğimizi gözlerimizin önüne getiriyordum. İhram hırpalanıyor. İhram ağlıyor, bizi evden kovuyorlar. Orda eli değnekli babamı, nereye gideceğini, nasıl yaşayacağını bilmeyen iki çocuğu: İhramı ve kendimi görüyordum.

- Kemalettin, git Zelha ablanları buraya çağır.
Ben dinmedim. Zeliha ablam babamın çağırmasıyla, üstelik bu eve gelirmiydi?

Babam bir hayli düşündükten sonra:
- Buraya çağırma – dedi – götür bu pirinçleri ayıklasın.
Ben yine olduğum yerde durdum. Zelha ablam babam için düğün pirinçi ayıklarmıydı?

- Tamam, tamam. Ben kendim götürürüm.        

Babam ne çabuk kendini kayb etti? Haksız olduğunu ne çabuk unuttu? Ablam bu duruma nasıl dayanacaktı acaba?
Babam çıktı.

Son zamanlar babamla konuşmaktan çekinen babannem bana sordu:  
- Baban evleniyormu?

- Bilmiyorum.

- Kiminle evleniyor?

- Bilmiyorum.

Babannem yorğun bir sesle:
- Ne biliyorsun peki?

– Dedi – hiç bir şey bilmiyorsun ha.


Ben evde duramadim. Dışarı çıktım. İhram da benimle geldi. Serin bir yaz gecesiydi.
 
- Abi, babam evleniyormu?

İhram bana sarılmıştı. Ağlıyordu:
- O damı Aydının üvey annesi gibi annemizin elbiselerini giyecek?
 
- Hayır, hayır. Öyle bir şey olmayacak.

Aynı günün akşamı sıcacık ekmekle peynir yedikten sonra uyumuşum. Gece yarısı su için yanıyordum. Kalktım, su içtim, içtiğim su yüzümden aşağı akıyordu. Babam yatağımızın yanıbaşında oturuyordu. Murat dayıysa divanda babamla yüz – yüze oturmuştu. Galiba konuşmalarını bitirmişlerdi. Belki de beni gordükten sonra sustular. Ben battaniyeyle sardım kendim, uyumağa çalıştım. Öbür tarafdan içimde bir duyğu baş kaldırmıştı: üvey annemin kim olduğunu öğrenmek istiyordum.

- Zavallılar razılık verdiler, öylemi?
 
Babam susuyordu. Onun bu suskunluğu razılık anlamına geliyordu. Evet, babam evleniyordu. Bu  iş olmasaydı, ne de güzel olurdu?!

Murat dayı yine konuştu:
- O zaman bu ateş seni öyle ısıtıyordu ki, gerçekleri göremiyordun. Onlar haklılar... Kim olsa aynı şeyi yapardı...
 
- Murat amca, bana olan oldu zaten.

- Razılık verdilermi?

Babam sigara yaktı.
 
- Ben hayatımda ilk kez bu gün öldüm, Mahçubiyetden...
 
- Kovdularmı yoksa?

- Hayır, ama keşke kovsalardı. Kovmadan beter ettiler beni. Yarın sabah gelecekler.
Yarın bize kim gelecek? Niçin gelecek? Bu  soruları ve babamın verdiği yanıtları beynimde tekrar ederek bir sonuca varmağa çalıştım.
Babannem öyle bir bağırdı ki, sağ tarafımda uyuyan İhram onun sesinden uyandı.

- Murat, neden gidip kendi harabende oturmuyorsun? Bu sefili her akşam nereye götürüyorsun? İzn ver de kindi halimizde yaşayalım!

- Anne!

Babam kalktı. Evin içinde dolaştı bir süre. Gözlerim kapalı olduğundan onun yalnız sinirli adım seslerini dinleye biliyordum.
 
- Oğlum, bu erkek kalpaklı, kadın huylu pezevengin söylerdiklerine...

- Yeter! Tamammı, yeter!

Murat dayı gitti. Babannem yorğanına örtündü. Babam yatağımızın yanı başında oturup öksürdü. Ben battaniyeni bir tarafa bırakıp babama bakmak istiyordum. Fakat onu sinirlendireceğimden korkuyordum.

- Zavallı Meryem!

Ben ne duydum? Bu babamın sesimiydi, ben duyuyordum? Onunmu sesiydi, yoksa zavallı annemin ölümüne yas tutan duvarların mı?

- Baba, neler söylüyorsun?

Bsbam irkildi:
- Sen uyumuyormuydun?

O, benim yanıma uzandı ayaklarını uzatıp.

Battaniyeyle   üzerimi örttü:

- Uyu. Yarın annen için yemek dağıtacağız. Zeliha ablan da gelecek, uyu. Yarın öte–beri çok koşacaksın. Uyu.
 
 Ansızın nasıl olduğunu anlamadığım bir halde babama sarılıp ağladım.

- Ağlama, ağlama. Kötü insanların...    
 
Babamın da gözleri dolmuştu.

- Uyu.

 Gözlerinden bir damla yaş boşaldı:
- Ağlama, İhram da uyanır... Sen ağlarsan... Uyu...
Dışarıda yağmur yağıyordu. Sanki semalar yağmur dolu bulutlar yere çöken gecenin sis perdesini kimseyi rahatsız etmeden yıkamağa çalışıyordu.
 




Kaynak: Bu roman Sayın Oktay Hacimusali tarafınden dergimise gönderilmiştir
İlgilisite:
http://ismayilqarayev.tr


  
 Ismayıl Karayev
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar