1980 Öncesi
ve Sonrası Kadın Yazınının Karşılaştırmalı Bir İncelemesi1
Bu yazıda 1970'lerde
yükselen Türk kadın yazınına genel bir bakıştan sonra bugüne kadar olan
gelişmelere ve eğilimlere değinmek istiyorum. Türk kadın yazınının Leylâ
Erbil, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Pınar Kür, Tezer Özlü gibi öncülerinin
eserleri, bugünün edebiyat dünyasında "fenomen yazarlar" olarak
adlandırılan Aslı Erdoğan, Elif Şafak gibi yazarların eserleriyle temasa
ve estetik kriterler açısından karşılaştırılacaktır. Bunun yanında, çağdaş
Türk kadın yazını, bugün edebi açıdan bir geleneğe sahip olduğu için bu gelenekle
ne kadar bağlantı kurup kurmadığına ya da geleneğin devamı olup olmadığına
bakılacaktır. Ayrıca tarihsel materyalist görüşteki eleştirmenlerin
"fenomen yazarlar"ın eserlerine dair tespitleri -
"dekadan/çöküş romanları"2 ve "Amerikan
canki-edebiyatının - kötü kopyası"3 tespitleri incelenecektir.
Türk Kadın Yazınına Genel
Bir Bakış
Yeni Türk kadın yazınının
tarihine baktığımızda, 1950'den önce Halide Edip, Suat Derviş gibi
birkaç yazarın dışında kadın yazarların azlığı dikkat çeker. Bunun nedenlerini
araştırmak bu yazının kapsamı dışında kalmakla birlikte, unutulmuş/
unutturulmuş ve 1990'larda tekrar keşfedilen bir yazarı anmak istiyorum: Suat
Derviş (1905-1972), Türkiye'de "toplumcu" olarak adlandırılan
edebiyatın kurucularından sayılır. Ne var ki Suat Derviş'in eserleri ve yaşamı
hakkında ayrıntılı bir incelemeye -edebiyat dergilerinde yayımlanan birkaç
makale4 dışında- hâlâ sahip değiliz. Bunlar arasında Sennur Sezer, Suat
Derviş'i halkı için yazan bir öncü olarak görür ve Derviş'in Gorki'yi
anımsattığını ve anlatımıyla Orhan Kemal'i etkilediği tespitinde bulunur.5
Suat Derviş, Cumhuriyet tarihinde ilk kadın gazeteci -Son Posta, Vatan,
Cumhuriyet gibi tanımış gazetelerde yazmıştır- olarak da anılır. Eşi
Reşat Fuat Baraner ile birlikte Nazım Hikmet, Abidin Dino, Orhan Kemal, Hasan
İzettin Dinamo'nunda
yer aldığı Yeni Edebiyat dergisini çıkartır.
Kadın yazarların büyük
çoğunluğu 1960 yılından sonra edebiyat dünyasına girer. Yazarların
incelemesine başlamadan önce genel bir tespitte bulunabiliriz: Türk kadın
yazını öncellikle öykü ve roman türünün tercih edildiği bir yazındır.
Kronolojik bir sıralamada Nezihe Meriç ve Sevim Burak 1950'lerde öyküleriyle çağdaş Türk kadın
yazınının ilk temsilcileridirler; onları Leylâ Erbil öyküleriyle izler. Sevim
Burak ve Leylâ Erbil İkinci Yeni'yle karşılıklı etkileşim halinde olan
ve dolayısıyla sürrealist içerikler seçen iki yazardır. Sevim Burak'ın
öykülerinde varoluşçu anlatım, içeriksel olarak alegori ve psikolojikleştirme
dikkati çeker. Zira, Burak'ın öyküsündeki leitmotif, ölüm ve ateşten oluşur.
Leylâ Erbil; ülkesindeki
toplumsal, siyasi, kültürel ve ekonomik koşullardan ve olaylardan etkilenen ve
bunu eserlerinde yansıtan bir yazardır. Marx ve Freud'u edebi yaratıcılığı için
anahtar isimler olarak algılaması, onun bir yazar olarak hem toplumu hem de o
toplumun bireylerinin psikolojilerini, kapsama çabasını gösterir. Leylâ
Erbil'in bir yazar ve kadın olarak duruşunu şu cümleler daha da netleştir:
Her ne kadar ben, geçmişin
kadınlarının hiçbir şey yazmadan göçüp gittiklerine nanmıyorsam da şimdilik
elimizde bulunan erkek namı müstarlarla yazılmış tek tük metinlerdir. (...) Bu
yüzden 'erkek kadın yazar yoktur, iyi yazar vardır' gibi bir zamanlar benim de
söylediğim söz, basit bir mantık doğrusu olmakla birlikte, bu tek taraflı dili görmezliğe gelmenin
riskini içerir. (...) Benim çalışmalarımda bu egemen dili, düzeni değiştirme
tasasını içermektedir; Aslolan her iki cinsin eşit koşullar altında
oluşturacakları gerçek insanlık dilinin kurulması özlemidir.6
Bu üç yazar -Nezihe Meriç,
Sevim Burak ve Leylâ Erbil- Türk kadın yazınının yalnızca sanatsal ve edebi
açından değil, dilsel-stilistik açıdan da
öncüleri olarak adlandırılabilirler. Bu azarların önemi Leylâ Erbil'in
sözlerinden de anlaşılabileceği gibi özellikle edebiyat dilini değiştirme
çabasında, daha doğrusu kendi edebiyat dillerini yaratma ve geliştirme
uğraşısında yatar. Buna öncelikle dilin ve yazı kurallarının deforme edilmesi,
değiştirilmesiyle ulaşılmaya çalışılır.
1970'lerdeki Gelişmeler
1970'lerde -sırasıyla Afet
İlgaz (1937), Oya Haydar (1940), Sevgi Soysal (1936-1976), Adalet
Ağaoğlu (1929), Selçuk Baran (1933), Füruzan (1935), Aysel
Özakın (1942), Tomris Uyar (1941), Pınar Kür (1943), Bilgesu
Erenus (1943), Nazlı Eray (1945), Ayla Kutlu (1938), Tezer
Özlü (1943-1986) ve İnci Aral (1944) gibi- yazarlar "yığınlar
halinde" edebiyat dünyasına ayak basarlar. Adı geçen yazarların ortak
patdası bireyci ve psikolojik içerikler seçmekle beraber 1970'lerdeki
toplumsal siyasallaşma ve radikalleşmeden etkilenmiş olmalarıdır. "12
Mart" edebiyatı tanımlaması bu siyasallaşmaya bir göstergedir. 47'liler
(1974) ile Füruzan, Şafak (1975), BarışAdlı Çocuk'la (öyküler,
1976) Sevgi Soysal, Yarın Yarın (1976) Pınar Kür ve Bir Düğün Gecesi
(1979) ile Adalet Ağaoğlu, Türk solunun deneyimlerini; militanlarına,
egemen sistem tarafından uygulanan baskıyı, hapishaneyi ve işkenceyi konu
olarak seçmişlerdir. Gerçi Berna Moran "12 Mart" döneminin
romanları hakkında "tarihsel değeri için okunan sosyolojik romanlar"7
der ve edebi-este-tik açıdan eksik bulur. Moran'ın bu tespiti kadın yazarların
eserleri için pek geçerli değildir. Örneğin Furrer; doktora çalışmasında,
Sevgi Soysal'ın bütün eserlerinin ve Şafak romanın incelemesinde,
Soysal'ın tutuklanma, sorgudan geçirme ve hapishane konularını işlerken roman
karakterlerinin bireysel ve psikolojik yönlerini hiçbir zaman gözünden
kaçırmadığını tespit eder. 8
Sevgi
Soysal'ın anlatımında içeriğe paralel olarak biçimsel
alanda da keskin bir kalıcılık
unsuru vardır.9
Füruzan'ın 47'liler romanı
yalnız baskı ve öğrenci hareketinin militanlarına uygulanan işkenceyi
anlatmakla kalmaz, olaylar örgüsü ve insanları zengin bir yapıt olarak, iki
önemli konu da burada yer alır: "Kemalist" anne babaların,
çocuklarıyla yaşadıkları kuşaklar arası çatışma ve kadın yazını için pek de
alışık olmadık bir konu olan, "Kemalist" aydınlar ve Anadolu kırsal
kesim insanları arasında yaşanan uçurum. Yazar; bu eserinde farklı anlatım
biçimlerini bir arada kullanır; çok katmanlı geriye dönüşler ve montaj, bilinç
akımı, iç monolog gibi modern romanın diğer teknik öğelerini kullanır.
Pınar Kür'ün Yarın Yarın
romanı 12 Mart darbesinin birkaç gün öncesinde geçer ve iki apayrı,
birbirlerine zıt kesimin -devrimcilerin ve sosyetenin- yaşamını yansıtır.
Roman karakterlerinin yaşadıkları değişim, toplumsal ve bireysel süreçler ile
ele alınır.
Adalet Ağaoğlu'nun Ölmeye
Yatmak (1973) romanı geriye dönüşler ve bireysel süreçler ile birlikte
Türkiye'nin yakın tarihini 1930'lardan başlayarak 1968'e kadar kapsar. Ayrıca
bu romanın devamı olan Bir Düğün Gecesi (1979) estetik ve konuyu işleyiş
biçimiyle birçok edebiyat eleştirmeni tarafından -Moran da dahil- övgüyle
karşılanmıştır.10 Berna Moran Bir Düğün Gecesi'ni "12
Mart" ve "12 Eylül" arası geçiş romanı olarak tanımlar; çünkü
romanda toplumsal gerçeklerin anlatımıyla birlikte devrimci hareketten hayal
kırıklığına uğramış bir küçük burjuva aydınının ümitsizliği ve çıkışsızlığı
anlatılırken yeni anlatı teknikleri arayışı içindedir Adalet Ağaoğlu.11
1970'lerin romanlarının
içerdiği tek kriter, sol hareketin militanlarının ümitsizliğe düşmeleri değil;
aynı zamanda "yeni insan" arayışını da yansıtır. Bu insan siyasallaşmış
bir insan olmanın dışında bireysel ve toplumsal sorumluluk üstlenmesini bilen
etik ve politik bir duruşa sahip olan bir insandır. Bu
"yeni insan" tipolojisi kesinlikle yalnız "sosyalist
gerçekçiliğin" anladığı "olumlu kahraman" tipi değildir. Bu insanın
zaafları da vardır. Bununla beraber önemli olan, bireyin toplumsal bir yaratık
olarak eylemleriyle ön planda durmasıdır. Bir bütün oluşturan toplumsal gerçekleri
bireyin psikolojik gerçekleriyle birlikte anlatma çabası 1980 öncesi
romanlarında göz ardı edilemez.
1980 ve 1990'lardaki
oluşumlar/ eğilimler
“Edebiyat tarihçilerinin
çoğu, 12 Eylül 1980'den sonra Türk romanının kökünde bir değişim geçirdiğinin
altını çizer. Bu değişim toplumsal içerikli konulardan uzaklaşıp psikolojik,
fantastik ve gerçek üstü içeriklere yönelme demektir. 1980 sonrası bu
yönelmeyi dünya çapında kendini gösteren postmodernizme -grotesk, alay,
parodiden oluşan bir üslup yöntemi ile ben-merkeziyetçi bir bireyciliği ve
çoğulculuğu savunurken bütün idealleri ve insancıl değerleri reddeder- rağbet
de etkilemiştir. İçerik açısından 1980'den sonra çıkan romanları beş ana
başlık altında toplayabiliriz: Tarih (Batılılaşma sorunsalı), iç göç
(kentleşme), ideolojik 'kimlik'-bunalımı (sol geçmişin tasfiyesi),
emansipasyon sorunsalı ve "Kemalist" diye tanımladıkları mirasla
hesaplaşma (kuşaklar arası çatışma). Bu beş başlıktan en çok vurgu yapılanı
ise, sol geçmişle hesaplaşmadır. 1980'lerde yazma motivasyonu 1970'lerde
olduğu gibi, toplumsal ve siyasal gerçeklerin nesnel anlatımı değildir artı.
Feyza Hepçilingirler (1948), Erendiz Atasü (1947),
Latife Tekin (1957), Buket Uzuner (1955), Feride Çicekoğlu (1951),
Ayşe Kulin (1941) ve Ayşe Kilimci (1954) 1980'lerde edebiyat dünyasına
girerler. Fantastik ve masalsı öğeleri kullanan yazarlar, Nazlı Eray (bu
türün öncüsüdür), Latife Tekin ve Buket Uzuner'dir.
1980'den sonra edebiyatın
leitmotifi ister hesaplaşma, ister öz eleştiri ya da teslimiyet/geriye çekilme
veya inanç kaybı yoluyla/ yöntemiyle olsun, sol geçmiş ile hesaplaşmaktır. Ayla
Kutlu'nun ve Oya Baydar'ıneserleri -ve daha önce ismi geçen
Adalet Ağaoğlu'nun Üç Beş Kişi (1984) romanı, Latife Tekin'in Yalçın
Kücük'ün"küfür romanı" diye eleştirdiği Gece Dersleri
(1986) romanı- sol hareket içinde yer almış protagonistlerin inanç ve
'kimlik'- bunalımlarını temalaştınr. Oya Baydar, 1990'larda Kedi Mektupları (1992),
Hiçbiryer'e Dönüş (1998) ve Sıcak Küller Kaldı (2000) ile eski
solcuların bunalımını anlatmaya başlar. Erkek-kadın eşitliği (emansi-pasyon)
ve ilişkiler sorununu Ayla Kutlu CadıAğacı (1983), Pınar Kür Bitmeyen
Aşk (1986), Leylâ Erbil Mektup Aşkları, İnci Aral Ölü Erkek
Kuşlar (1991) ve Adalet Ağaoğlu Ruh Üşümesi (1991) romanında ele
almıştır.
Marksist edebiyat
eleştirmenleri; 1980'lerin edebiyatının içeriklerini "sol kadroların daha
çok bir 'zaaf ve hatalar yığını' olarak" ele alınmasını, genellikle
"sürgün romanlarında yapılan "eveleme geveleme'lerden oluşan bir
hesaplaşma olarak eleştirirler.12
"Fenomen
Yazarlar"
Burada 1990'lardaki
"fenomen yazarlar"ı 1980 öncesi yazarlarla karşılaştırmak ve
tarihsel materyalist edebiyat eleştirmenlerinin "fenomen yazarlar"a
dair çöküş/ dekadan tezlerini incelemek istiyorum. Bu yazıda "fenomen
yazarlar"ı temsil eden iki yazarın Aslı Erdoğan ve Elif Şafak'ınbirer eserleri incelenecektir. Bunu yapmadan önce "fenomen
yazarlar" tanımlamasına bakmakta fayda var. "Fenomen yazarlar"
ilk bakışta toplumla uzlaşmaz bir duruşa sahip gözüken ama aynı zamanda
"best-seller" yazarlar kategorisine giren, yani edebiyat piyasasının
ihtiyacını ve koşullarını çok iyi bilen yazarlardır. Ali Mert bunu şöyle
dile getirir:
Bugünkü 'fenomen
yazarlar'ın 80 öncesi fenomenlerden ('kült yazarlar'dan ya da 'beat kuşağı
yazarları'ndan) en önemli farkı 'imaj çağında' yaşamaları, kendilerini imaj
değerleriyle konumlandırmalarıdır. Özlü'nün kişiliğinde dürüst ve kendini saklayan
bir yön varken, örneğin Aslı Erdoğan ve Elif Şafak'ta, ortalığa saçılan bir
kendini gösterme çabası hakimdir.
Medyatik çıkışlar, pop
imajlar ve zekice tasarlanmış uyumsuzluklar yazdıklarına ve yaptıklarına
bulaşmaktadır. Yaptıkları dedik, çünkü yazdıkları kadar ve yazdıklarından çok,
magaziner yaşam notları ve fotoğrafları önem taşımaktadır.13
Elif Şafak (1971) ve Aslı
Erdoğan (1967) yayın piyasası tarafından 'fenomen yazarlar' olarak tanıtılan
yazarlardır ve Ali Mert, Nihat Ateş gibi toplumcu edebiyat eleştirmenleri
tarafından "sayıklamanın romanı"nı yazanlar olarak eleştirilirler
Sayıklamanın romanı",
"gerileyen nesnelliğin parçalandığı bilincin, serbest çağrışımlarla,
saplantılarla ve kendi bedeniyle uğraştığı; kahramanı küçük sembollerle, örnek
olsun cüce, fare ya da hamamböceği olarak kurgulandığı; genel olarak kurguyu
öne çıkardığı; ne anlattığıyla nasıl anlattığı arasındaki bütünlüğü kopardığı;
zekâ oyunlarının, tarih gezintilerinin öne çıktığı ve genelde bütünlük ve süreç
kavramlarına karşı durulan bir roman türüdür. 14
"Fenomen" yazarları
"pazarlamakta" işlev gören yayın organı ise özellikle Radikal gazetesidir.15
Aslı Erdoğan ve "Kabuk Adamlar"
Aslı Erdoğan Boğaziçi
Üniversitesi'nde Bilgisayar Mühendisliği Bölümü'nde araştırma görevlisi olarak
çalıştıktan sonra Nükleer Araştırma Merkezi'nde yüksek enerji fizikçisi olarak
bulunur. 1994-95 arası Rio de Janeiro'da Katolik Üniversitesi Fizik Bölümü'nde
çalışır. Bilgisayar programcılığı, dansçılık ve İngilizce öğretmenliği de yapar.
Radikal gazetesinde haftalık köşe yazıları yazar.16
Karayipler Adası'nda geçen Kabuk
Adam Aslı Erdoğan'ın ilk romanıdır. Otobiyografik özellikler taşıyan
Ben-anlatıcısının bakışıyla, kitabın başında da söylendiği gibi gettoda yaşayan
ve adanın yerlisi olan Kabuk Adam Tony'yle yaşadığı aşk hikâyesi anlatılır.
Romanın başında anlatılanlar -cinayet ve işkence şiddetin ataklığı ve ölüm,
korku, yıkım- hemen bir cinayet romanını çağrıştırır. Fizikçi-Ben-anlatıcısı
akademik bir kariyer yapan çok yönlü ve birçok yabancı dil bilen genç bir
kadındır. Ayrıca edebiyatla ilgilenen Ben-anlatıcısı (edebiyat dergilerinde
öykü yayımlar) uzun yıllar bale öğrenmiş bir nükleer fizikçidir. (Bütün bu
özellikleri yazarın kendisinde de vardır.) Fakat bu ayrıcalıklar ve başarılar
Ben-anlatıcısını mutlu kılmaz, tam tersine manik-depresif, nevrotik, acı
çeken, umutsuz ve küskün 25 yaşında intiharı özleyen bir kadındır o. Kendini
tanımlayışına göre:
[B]en, bunalımdan bir türlü
kurtulamayan, hiçbir düşünceye, inanca ya da insana bağlanamayan, sürekli
huzursuz, karamsar ve yapayalnız biriydim. Yaşama coşkumu çoktan kaybetmiş,
belki de hiç kazanamamıştım. (s. 9)
Erdoğan'ın roman kahramanı
büyük yalnızlık ve boşluk çeker ve her şeyi anlamsız bulur, çünkü inancını
kaybetmiştir o (hiç bir zaman kaybedecek inancı olup olmadığını burada
söyleyemeyeceğiz). Ben-anlatıcısı ayrıca dünyanın gidişatı üzerine büyük
hayal kırıklığına uğramıştır. Bu anlatıcının kişiliğinde ve duygularında
yansıtılır
Ağır aile baskısı ve
şiddetle dolu geçen çocukluk yıllarım, dünyayı, acı çekenler ve çektirenlerin
bulunduğu bir savaş alanı gibi algılamama neden olmuştu, (s. 9)
Karamsarlığının nedeni için
Ben-anlatıcısı aileyi ve toplumu sorumlu tutar. Bu kurumlardan sevgi ve ilgi
alabilmesi için başarı göstermesi gerekmektedir. Kadın anlatıcı sevgi ve
sevmenin ne demek olduğunu bilmediğini söyler, çünkü bunlar öğretilmemiştir
ona. Anne babaya ve "Kemalist" sosyalizasyon/ eğitime karşı söz
konusu olan bu sitem/ suçlama daha önce Füruzan (47'liler), Pınar Kür (Yarın
Yarın), Adalet Ağaoğlu (Ölmeye Yatmak) tarafından işlenmiştir. Kız
çocuklarına iyi bir akademik eğitim sağlanıp onlardan başarılı olmaları
beklenir, aynı zamanda ailede ve toplumda varolan cinsiyetçi rol ayrımı
sorgulanmam akla birlikte kız çocukların cinsellikleri tabulaştırılmıştır.
Aslı Erdoğan'ın roman karakterinin
eleştirdiği şey:
"Kemalist"
burjuva toplumunun kızları -Aslı Erdoğan'ın kuşağı için torunları diyebiliriz-
akademik bir eğitim almıştır, birçok yabancı dil konuşur, ama anne ve
anneanneleri gibi toplumun geleneksel değerleri ve normları altında ezilip acı
çekerler. "Kemalist" anne babanın bu ikileminin temalaştırılması 1980 öncesi ve sonrası kadın
yazınının paylaştığı ortak özellik olarak gösterilebilir. Dolayısıyla Aslı
Erdoğan'ın roman kahramanı birçok ödül almış başarı bir fizikçidir ve doktora
çalışması için NATO araştırma projesi kapsamında uluslararası fizikçilerden oluşan bir grup ile Karayip Adaları'na
gönderilmiştir. Romanın bir yerinde Ben-anlatıcı bir Türk kadını olarak Türk
toplumun' "Hoyrat, sevgisiz toplumda, cinselliğim öldürücü darbeler
yemişti" (s. 85) diye suçlar. Ama bir gün anlatıcı bedeni ile "Bir
Türk kadınının yaşadığı baskılar fizikçi olmanın, entelektüel olmanın ağır kafeslerine"
(s. 104) karşı isyan eder. Bu isyan yukarda ismi geçen yazarların
reinanlarında da geçer: Füruzan'ın kahramanı Emine, Pınar Kür'ün Şeyda'sı ve Adalet
Ağaoğlu'nun Aysel'i aileleri tarafından savunulan geleneksel değerler karşı
başkaldırırlar. Fakat bu başkaldırı önemli bir fark içerir: Erdoğan'ın Ben
anlatıcısının başkaldırısının aslında bir "ayrıcalık/farklılık"
biçimi olarak yapmacık olabileceği Hintli bir fizikçi ile yapılan tartışmada
ortaya çıkar. Bu fizikçi, Ben-anlatıcısını gerçekten acı çekmemekle, acı çekeni
oynamakla suçlar. Bunun üzerin Ben-anlatıcısı öfkelenir ve Hintli fizikçiye
Türkiye'de doğup buyüdüğünü hatırlatır. (Türkiye'de doğup büyümek acı çekmek
için bir nedendir yazar için. Bunun arkasında
nasıl bir mantık yatmaktadır?) Hintli meslektaşının "Ben de Hintliyim." demesi üzerine Ben-anlatıcısı "Sen yıllardır
Amerika'da yaşayan, Amerikanlaşmış bir fizikçisin. Ülkendeki acılara sırtını dönüp
gittiğin için bunca parayı veriyorlar sana (...)" (s. 37)
cevabım yetiştirir. Ancak Ben-anlatıcısı daha sonra Hintli meslektaşına ona
herhangi bir Amerikan üniversitesinde bir iş ayarlayıp ayarlayamayacağını
sormak ister. (s. 39) Erdoğan'ın roman kişisi bu tavrıyla hiçbir tutarlılık
göstermemektedir. Romanın başka bir yerinde "New York'ta serserilik
etmekteydim" der. (s. 14)
Aslı Erdoğan "erkek-egemen
bilim dünyasının maço Jizikçileri"nin (s. 12) dünyasına bir ayna
tutarken, Ben-anlatıcının farklılığı özellikle bu dünyayı anlatırken, "o köle
ruhlu insanlarla" (s. 19), "mantıklı, kuru
akademisyenler" (s. 106) birlikteyken kendini gösterir.
Ben-anlatıcının kendine yakıştırdığı uyumsuzluk/toplumdışı olmak ona en fazla
narsist karakter özelliği verir.
Ben-anlatıcının ilgisini
çeken diğer bir şey ise Karayip Adaları'nda yaşayan Kızılderili'lerin tarihi
ve yaşamlarıdır. Anlatıcı, adadaki "beyazlar" tarafından aşağılanan
siyahi insanlara karşı dayanışma "hissi" içindedir. Siyahi erkeklere
mesaleli ve soğuk duran öteki "beyaz" kadınların tersine -Tony'de
olduğu gibi- onları anlayışla karşılar. Ancak; anlatıcının bilinçaltında bir
nevi intihar olan Tony tarafından öldürülmek umudunun, duyarlı bir okura
absürd gelmesi kaçınılmazdır. Ben-anlatıcısı "beyazları" ırkçı
olmakla suçlar ama gettodan siyah bir erkek onda ölüm ve cinayeti çağrıştırır.
Ben-anlatıcısı kendi bilinçaltmdaki ırkçı tavrının bilincinde olmamakla birlikte
onların dünyasını anlamaya çalışır:
Roman kişisinin "toplumdışı
insanlara hep yakınlık" (s. 89) duyması, kendini onlarla
özdeşleştirmesi, Ben-anlatıcının yine küçük burjuva ayrıcalığından kaynaklandığı
kesindir, "kendi içimdeki gettoda sadece umutsuzları ve yasadışı insanları
barındırabiliyordum." (s. 128)
Gerçi Erdoğan'ın roman kişisi bir yerde kendini "boğaz tokluğuna
çalışan bir bilim işçisi" (s. 117) ve varoluş nedenlerinden biri
olarak "ırkçılığa, ayrımcılığa ve sömürünün her türlüsüne karşı" (s.
148) koymak olarak tanımlar, fakat bu söyledikleriyle pek inandırıcı olamaz.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Ben-anlatıcısında tutarlı, eleştirel toplumsal
bir duruş söz konusu değildir.
Aslı Erdoğan'ın Kabuk
Adam romanında intihar düşünceleri ve çılgınlık sınırında, neyi aradığının
bilincinde olmadan arayış içinde olan Ben-anlatıcısı umutsuzluk,
iletişimsizlik, anlamsızlık ve bıkkınlık içerikleriyle hiçliği güzelleştirir.
Erdoğan, kahramanında onun mutsuzluğuna ve hoşnutsuzluğuna bir son verme isteği
uyandırmaz; çünkü Aslı Erdoğan'ın kahramanı hiçlik duygusundan büyük haz alan
bir tutunamayandır. (s. 112) Alkole ve esrara kaçışla Ben-anlatıcısı,
umutsuzluğunu biraz "telâfi" etmeye çalışır. Bu açıdan bakıldığında
Aslı Erdoğan'ın yazınına "canki-edebiyatı" tanımlamasını getiren Ali
Mert'e hak vermek gerekir. Ayrıca Kabuk Adam intihar düşünceleriyle, belirsiz
bir arayışla, umutsuzluk, anlamsızlık gibi öğelerle 'çöküş romanı' özelliklerini
de taşır
.
Elif Şafak ve "Bit
Palas"!
Elif Şafak 1998'den beri Bilgi
Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde araştırma görevlisi olarak
çalışır ve ODTÜ'de doktora çalışmasını Edebiyat ve Eleştiri "Türk
modernleşmesinin övdüğü ve sövdüğü kadın prototipleri ve marjinaliteye tahammül
sınırları" konusu üzerine yapar. Bu doktora çalışmasının başlığında da
işaret edildiği gibi Elif Şafak, romanlarında genellikle marjinalleşmiş
insanların hikâyelerini, kimlik arayışlarını anlatır. Kendi deyişiyle
"tarih kitaplarının 'küçük' gördüğü, 'yabancı' olarak kabul edilen
insanları anlatmayı"17önemser. Bit Palas, Şafak'ın
dördüncü ve son romanıdır. Yazar, bu romanı yazmaya Cihangir'de tarihî bir
çeşmenin üzerindeki bir yazıdan -"Burada Yatır Var Çöp Atmayın"- yola
çıkarak başladığını söyler.18
Bit Palas böcek,
bit, hamamböcekleri ve çöp kokusundan geçilmeyen, İstanbul'un bir semtinde on
apartmandan oluşan Bonbon Palas ve ortalama, saplantılı Bonbon Palas'ın
sakinlerinin hikâyelerini anlatır. Bu insanlar, iletişim kuramayan,
yabancılaşmış, yalnızlık çeken, kopuk, nevrotik ve bir biçimde alkol bağımlısı,
hastalık derecesine varan temizlik yapma ihtiyacı veya çöp toplama güdüsü olan
insanlardır.
Anlatı süresi 1 Mayıs 2002
olup; roman örgüsü, böcek ilaçlayıcısı Haksızlık Öztürk'ün kamyonetiyle
yanlışlıkla bir Mayıs yürüyüş kortejinin içine girmesiyle başlar. Bonbon
Palas'ı böceklerden temizlemek için yola çıkmıştır Haksızlık Öztürk. Bonbon
Palas 1966 senesinde -Bolşevik Devrimi'nden sonra Türkiye'ye yerleşen bir Rus
karı-koca tarafından yapılmıştır. Geriye dönüşlerle Antipova çiftinin öyküsü, İstanbul'a
gelişleri, ondan sonra Paris'e göçleri ve yeniden İstanbul'a geri dönüşleri
anlatılır. Bonbon Palas'ın inşası anlatıldıktan sonra, tanrısal bakışa sahip
bir anlatıcı tarafından bakış açısı şimdiki zamana, Bonbon Palas'ın
sakinlerine çevrilir: Sırasıyla Apt. 3'ten ikiz kuaför kardeşler Cemal ve
Celal, Apt. 1'den kapıcı aile Musa, Meryem, Muhammet, Apt. 4'ten
Ateşmizaçoğulları ailesi, Hacı Hacı ve oğlu, gelini ve torunları Apt. 5'ten,
Apt. 7'den üniversitede felsefe dersleri okutan ve romanın en önemli
karakterlerinden birini oluşturan "Ben", daha sonra "Ben"
ile ilişkisi olacak olan Apt. 8'den Mavi Metres, Apt. 6'dan Metin Çetin ve
karısı Rus böcekbilimcisi Nadya, Apt. 2'den öğrenci Sidar ve köpeği Gaba, Apt.
9'dan Hijen Tijen ve kızı Su, ve Apt. 10'dan Madam Teyze. İlk başta yazar sanki
Bonbon Palas'ta yaşayan insanların "küçük" hikayelerini anlatmak
ister, ama roman ilerledikçe Bit Palas sindirilmesi zor, laubali/şapşal
bir dille, Osmanlıca sözcükler ve gündelik dilin karışımıyla, "Bonbon
Palas" ve sakinlerinin fatalist/kaderci çürümesini anlatan bir roman
olduğunu gösterir. Bu anlatım, özellikle insanların böceklerle
öz-deşleştirildiği ve karşılaştırıldığı bölümleriyle, duyarlı bir okurda
kesinlikle iğrenme duygusu uyandırmaktadır.
Romanın sonunda okuru
maskara bir sürpriz bekler: Birdenbire romanla hiçbir bağlantısı olmayan bir
Ben-anlatıcısı ortaya çıkar ve kendini haşarattan korkan bir devrimci olarak
tanıtır. ("Haksızlık Öztürk romanın sonunda bu devrimciyle tekrar
sahneye çıkar, çünkü 1 Mayıs mitinginde yanlışlıkla gözaltına alınmıştır,
"Devrimcilikten gözaltına alınan ilk böcek ilaçlamacısı!") Böcek
fobisini yenmek için Ben-anlatıcısı hapishanede can sıkıntısından bu hikâyeyi
kurgulamıştır zihninde (s. 381). "Hayat saçma", Fortuna bıkkındır tespitiyle
sonlanır roman. Bu sonu edebiyat eleştirmeni Ernst Fischer ile yorumlarsak,
Fortuna kavramı ve
kadercilik Elif Şafak'ın romanının çatısını oluşturmaktadır. Dolayısıyla
romanın başında ve sonunda hakikat yatay bir çizgiden, yalan dikey bir
çizgiden, saçmalık ise bir çemberden oluşur. (s. 9-10) Yazarın kendisi, ne bir
sonu ne de bir başlangıcı olan çemberi, sürekliliği ve aşaması olmayan bir
çemberi tercih eder. Tarihsel materyalist edebiyat bakış açısına göre tarih, "kontinite
ve diskontinitenin, evrimin ve devrimin canlı diyalektik bütünlüğü
"dür.20 "Gerçekliğin sanatsal yansımasının nesnellik sorunu"21,
daha basitleştirerek söylersek, tarihsel sürecin diyalektik karşılıklı tesirden
oluşması, Şafak'ın romanında önemli değildir. Zira yazar dinler tarihine ve
mistisizme karşı ilgili olduğunu bu romanında da gösterir ki bu da Şafakı'ın
gerçekliğin sanatsal yansıma nesnelliğine karşı tavrını da sergiler. Yani
kendiliğindenlik tabanında gerçekliği soyutlama eğilimi. Şafak bir söyleşisinde
hiçliğin felsefesine karşı büyük bir ilgi duyduğunu ve ona saçmalığın verdiği
özgürlüğü sevdiğinin altını çizer.22Şafak başka bir söyleşisinde ise yazmaya
geçirdiği "son derece yalnız, asosyal, kopuk, kesintilerle örülü,
yabancılaşmış" çocukluk ve gençlik ile motive olduğunu belirtir. Bu
anlamda yazar, tutunamayan, kompleksli, zaaflı roman karakterlerinin
"ruhdaşları" olduğunu vurguluyorsa, buna şaşmamalı. Şafak'ın roman
karakterleri doğal olarak onun aynı zamanda ses organıdır. Yazmak eylemi ise
yazar için, tutunduğu, ayakta kalması için gereken bir uğraştır. Bu nokta 1980
öncesi kadın yazarlar için de çok önemliydi: Yazma, yaşama motive eden bir
yaşam felsefesi. Fakat bugün yazmanın amacı ve hedefi değişmiştir. 1980'den
önce yazan kadın yazarlar yazma uğraşılarıyla bir amaç güderken -yazmak bir
araçtı amaç değil- 1980'den sonra yazarların büyük çoğunluğu için bu
değişmiştir. Şafak örneğin, neden yazdığını bile bilmemekte ve bilme
gereğini de duymamaktadır. Bu anlamda Şafak için edebiyatın bir işlevi
yoktur, olması gerektiğine de inanmamaktadır.23 Bu duruşuyla Elif
Şafak, kendini postmodernist bir yazar olarak kanıtlar. Böylelikle Şafak için
erkekler tarafından yapılmış dediği "büyük tarihlerin" anlamı yoktur.
Post-modernizm ve Şafak için belirleyici olan ise
"mikrotarihçilik"tir. Şafak'ın postmodernist bir yazar olarak Brecht
gibi gerçekçi ve sosyalist bir şairin, kuramcının ve düşünürün sözlerini
kullanması ise eklektizmden başka bir şey değildir!
Yazarın
kullandığı roman dili de eklektik duruşu için belirleyicidir. Şafak, mistisizm, masal ve gündelik dilin karışımı anakronik
bir dil kullanır. Özellikle "hapur hupur", "pata küte",
"dangul dungul" gibi ikilemeler
dikkat çeker.
Tarihsel
materyalist anlayışta bir
edebiyat eleştirmeni ve şair, Nihat Ateş'e
göre; Elif Şafak BitPalas romanında saçmalığın mistifikasyonunu
yapıp çirkinliği estetize eder.25 Eleştirmen, Şafak'ı ve
romanını "çöküş romancısı" ve "çöküş romanı" kategorisine
koyar:
Sonuç
1980 öncesine ve bugüne
baktığımız zaman, bugün Türk kadın yazarlarının büyük çoğunluğu için yazarlık
duruşu değişmiştir. Edebiyatın işlevi ve amacı kalmamıştır artık. Gerçi tarih
kitaplarında yer almayan marjinallerin, azınlıkların sorunları anlatılır, ama
bu anlatım postmodernizmin ve postkolonializmin etkisi altındadır. Tarihsel
materyalist eleştirmenler tarafından eserleri "çöküş edebiyatı" diye
adlandırılan yazarların çoğunluğunda toplumsal çelişki, 1980 öncesi olduğu
gibi, artık sınıflar arasında olmayıp Batı-Doğu, çoğunluk-azınlık,
beyaz-siyah, kadın-erkek vb. arasındadır.
Sorulması
veya sorgulanması gereken,
manik-depresif burjuva bireyin ve yaşamının anlamsızlığının
yansıtılmasının gerçeklikten ne kadar
kaçış olduğudur! 1980 öncesi ve hâlâ eleştirel yazan Leylâ Erbil, Feride Çiçekoğhu,
Erendiz Atasü, Feyza
Hepçilingirler gibi 1980'den sonraki yazarlar ve bugünün "fenomen yazarları" arasındaki
diğer bir fark, okurun roman kahramanıyla olan özdeşleşmesidir.
Yabancılaşmanın, yalnızlaşmanın, bölünmüşlüğün anlatımıyla
"fenomen yazarlar"ın okuru bu kitapları okurken depresif olur,
bölünür, kayıtsızlaşır, kendini hiçlik duygusuna kaptırır. Diğer bir özellik
ise Burak, Erbil ve Özlü gibi yazarların eserlerinde yer alan çılgınlık
motifinin yerini bugün saçmalık ve anlamsızlık motiflerinin almasıdır. Ayrıca
sessiz bir nihilizmin yerini -Özlü'nün Çocukluğun Soğuk Geceleri ve
Ağaoğlu'nun Bir Düğün Gecesinde olduğu gibi- bugün apokaliptik bir
nihilizm almıştır.
Bu nihilizm,
siyasetsizleştirme ve iç dünyaya çekilme ile bağlantılıdır. "Fenomen
yazarlar!"ın romanlarında yalnızca "bura" ve "şimdi"
vardır, sadece "bu an" önemlidir, bütüncül ve birbirine bağlantılı
olan gerçekler veya toplumsal ve bireysel sorumlulukların üstlenilmesi değil.
1980'den önce ve sonrası birkaç yazarın eserinde devam eden hakikat,
adalet, insancılık ve dürüstlük gibi içerikler bugün
büyüteçle aranır olmuştur.