Langsam

 

Bir zamanlar İstanbul için "Taşı toprağı altın" diyenler, şimdi de "Almanya'nın taşı toprağı altın" diyorlardı. Şimdierde ise her­kes Almanya'nın reklamını yapıyordu; hem de hiç görme­dikleri, tanımadıkları halde. Zaten reklama gerek de yok­tu; yokluk insanları itiyordu memleketinden dışarı. Ek­mek kapısı bir yerlerde açılmışsa kim durabilirdi karnını duyuramadığı memlekette? Komşu köylüler giderken du­rur mu bizim köylü Mahmut Emmi? O da düştü Alman­ya sevdasına. Sağ olsun Devlet Baba, açmıştı gurbetin kapı­sını, buyurun gidin diye.

Mahmut Emmi epeyce koşturdu vilayet, kaza ve köy ara­sında. Muhtara mühürlettiği evraklarını alır almaz tutu­yordu kazanın yolunu. Nüfus Dairesi, Kaymakamlık, Ma­liye, banka, Savcılık derken uğramadığı kurum kalmadı kazada.

Böyle bir koşturmaca içinde hem işlerini yaptı, hem de epeyce bilgi topladı, deneyim sahibi oldu. Vilayette ve ka­zada hiç tanımadığı devlet dairelerini iyice tanıdı. Her ak­şam köye gelişinde dolaştığı daireleri, verdiği rüşvetleri an­lata anlata bitiremiyor; "Yahu bu memurların maaşını dev­let mi veriyor, yoksa Mahmut mu? Vallahi bir türlü anlayamadım gitti" diyerek rüşvetçi memurlara para yetiş­tirememekten yakınıyordu. Bolca rüşvet verdiği için de, şehirden köye her dönüşünde ya bir inek ya da bir öküz satıyordu. Mahmut Emmi bu sevda uğruna sata sata bitirdi malı davarı, ama başardı sonuçta, tamamladı evraklarını.

Bir gün köye gelişinde yakalandığı yağmurdan sırılsıklam ıslanmasına rağmen, keyfine diyecek yoktu. Halini soranlara gülerek; "Hiç önemli değil, yolda gelirken ahmak ıslatan bir yağmura yakalandım, o da beni tepeden tırnağa ıslattı" diyerek girdi köyün kahvesine, yöneldi pencere dibindeki kırmızı örtülü masaya, çekti altına bir sandalye; oturdu gerile gerile. Keyfinden sığmadı bir sandalye; çekti bir sandalye de ayağının altına, "Yahu hele şu bendeki şansa baksanız ya" dedi, "Şimdiye kadar yağmursuzluktan memlekette kıtlık kopuyordu, ben Almanya'ya gitmeye karar verince, O da memlekete bolluk getirmeye karar verdi galiba. Hem de giderayak iyi bir ıslattı beni. Bugün ıslattı ama, yarın beni ıslatmak istese de bulamaz."

Gerine gerine feleğe restini çekerken, yağmurdan ıslanmış ceketini çıkarıp, astı sandalyeye. Eliyle işaret ederek köylüleri yanına çağırdı; "Hele gelin oturun şu son günümüzde biraz muhabbet edelim" dedi. Çağırdığı köylüler birer sandalye çekip Mahmut Emminin masasının çevresine yerleşmeye çalışırken, Mahmut Emmi dikti başını, dönüp baktı çay ocağına, "Gel oğlum buraya" diyerek çağırdı kahveciyi ve koşar adım gelen kahveciye; "Herke benden çay ver" dedi. Sonra da tahta masaya vurduğu yumruğun gürültüsüne kattığı sesiyle; "Satmışım feleğin anasını, artık ben de Almancı oluyorum. Bundan böyle yokluk çıra yakıp arasa da beni bulamayacak" diyerek du­yurdu köylülere Almanya'ya gideceğini.

Köylülerin gıpta ile dinleyip baktığı Mahmut Emmi, o akşam kimseye söz hakkı vermeden hep kendisi konuştu. Neler, neler anlatmadı ki. Herkes susmuş onu dinliyordu. Niye anlatmasın, hayatında ilk defa yakalamıştı konuşma fırsatını, öyle hırslıydı ki, Almanya'nın hepsini alacak gi­biydi. O gece uyuyabildi mi bilmiyorum? Sabah erkenden aldı tahta bavulunu, tuttu Almanya'nın yolunu.

Tam bir buçuk yıl bekledik Mahmut Emminin yolunu. Her mektubunda bir kaç fotoğraf gönderdi. Köylüler fo­toğraflara baktıkça; helal olsun iyi başardı, hayatını kurtar­dı demekten kendilerini alamıyorlardı. Mahmut Em­minin gelen her yeni fotoğrafı onun ne kadar hızlı değişti­ğini göstermeye yetiyordu.

Günler, aylar geçti. Bir haber yayıldı köye, Mahmut Em­mi izine geliyordu. Aslan Emmim benim, gelişi de muhte­şemdi, gidişi gibi. Köylüler saatlerce beklediler köy meyda­nında onun gelişini. Kaç saat geçti bilmiyorum, akşama yakın köyün minibüsü korna çalarak, toz duman içinde daldı köyün meydanına. Herkesin beklediği misafir gel­mişti. Gelişini bir gördük, pir gördük.

Emmimin giyim kuşamı bizde olmayan cinstendi. Siyah takım elbise, beyaz naylon gömlek... Gömleğinin cebinde duran Marlboro sigarasının markası ta uzaktan okunuyor­du. Boynunda on santim eninde, yılan boyunda, keklik alacası bir kravat takılıydı. Ayağında kırmızı ayakkabılar, yeşil çorap, başında; yan tarafında kuş teleği ve meşe pala­mudu olan yeşilimsi fötr şapka vardı. Boynunda sonradan dürbün olduğunu öğrendiğimiz, birbirine yapışık iki boru asılıydı. Omzundaki kocaman teypli radyosuna gerçekten diyecek yoktu. Her şeyi anlayabiliyordum ama, bir şey beni şaşırtmıştı. Cebinde Marlboro sigarası dururken, ağ­zında kocaman bir pipo niçin vardı. O neyin nesiydi? Hem de her çekişinde baca gibi duman çıkaran cinsinden bir pi­po.

Mahmut Emmi kendisini karşılayan her köylüyle sarılıp öpüştükten sonra hemen elbiselerini eliyle silkeliyordu. Bir anda minibüsün etrafı ana-baba günü oldu. Herkes onu görmek istiyordu. Köyün çocuklarının hepsi oradaydı. Emmim gençlere şöyle bir baktı; " Ne duruyorsunuz ulan? Alın şu bavulları bakalım" dedi. Gençler çok saygılı bir şe­kilde, hiç itiraz etmeden aldılar bavulları. Tam yedi bavulu, bir o kadar da torbası vardı Emmimin.

Mahmut Emmi arada gençlere; "Hey ulan oğlum biraz langsam, onların içinde kırılacak eşyalar var" diye bağırı­yordu. Mahmut Emminin kullandığı "Langsam" lafının ne anlam taşıdığını kimse anlayamamıştı ama kimse de sormadı. Nereden bilecektik bu sözün "Yavaş" anlamına geldiğini. Yine de çocuklar bu kelimeyi günlerce kullandı­lar. Yeni bir kelime bulmuşlardı, hem de Almanca. Beğen­dikleri, beğenmedikleri her şeyin başına bir "Langsam" ta­kıyorlardı artık.

"Bu kız amma langsam lan!"

"Bu ineğin langsamı çıkmış."

"Senin langsamın kaç santim oğlum?"

"Ben senin langsamını.

Bir yandan eşyalar taşınıyor, bir yandan Mahmut Emmi hal hatır sorduğu köylülerle birlikte eve doğru ilerliyordu. Mahmut Emmi köylülere benzemiyordu. Her haliyle fark­lı bir insandı, tıpkı tarih kitaplarındaki Osmanlı padişahla­rı gibiydi. Sadece başında kavuk, üstünde kaftanı yoktu.

Evin önüne geldiğimizde karısı kapının önünde karşıladı onu. Uzaktan gülümseyerek "Hoş geldin" dedi. Yüzünde gülücükler, gözlerinde yaş, ağlıyor muydu, gülüyor muydu doğrusu anlaşılmıyordu. Belki de kocasına sarılıp hasret gi­dermek istiyordu? Fakat köy kuralları, töreleri buna izin vermiyordu. Tam bir şaşkınlık içindeydi kadın. Gözünü hiç kocasından ayırmıyor, ne yapacağını bilemiyordu.

Evin kocaman odası misafirle dolmuştu. Arı kovanı gi­biydi ev, kadın ancak kapının arkasında kendine yer bula­bilmişti, özlem yüklü bakışlarla kocasını süzerken Mah­mut Emmi kalın bir ses tonuyla, "Kız, ne langsam olmuş­sun sen böyle, misafirlere çay yapsana" diye verdi komutu. Kocasının sesine irkildi birden kadın, ne yapacağını şaşır­mıştı. Ne olmuştu, ne diyordu Mahmut öyle fan fin fon? Langsam olmak ne demekti? Sonra toparladı Elif kadın kendini, hizmette kusur ettiğinin farkına varmıştı.. Herhal­de kocası ona langsam diyerek terbiyesizleştiğini anlatmak istemişti. Hemen koştu mutfağa. Komşuların kızları ken­dinden önce girmişlerdi mutfağa, sağ olsunlar çayı demlemişlerdi bile. Kızların yardımına sevinen Elif sarıldı kızla­rın boynuna, döne döne öpüp, "Sağ olun kızlar, inşallah si­zin kaderiniz bize benzemez de bizim gibi ayrılık hasreti çekmezsiniz" dedi. "Hasret çekmek çok zor bir şey. insan yaşadığı dünyanın garibi oluyor. Yaşamın farkına varamı­yor. Bakın hele, ben eşek kadar kadınım misafirlere çay yapmayı bile unutmuşum. Unutmuşum da hasretini çekti­ğim kocam bana langsam demiş. Korkarım ki herkes bana güldü. Çok ayıp oldu komşulara karşı."

Onun böyle konuşması karşısında fırsatı yakaladığını düşünen şımarık Suna; " Aman be Elif Abla" dedi, "Seni kim kınaya bilir ki? iki yıldır koca görmemişsin, bırak da o kadarcık olsun. De hele, peki bunlar neye toplanmışlar böyle, Mahmut Amcayı bunlar senden çok mu seviyorlar sanıyorsun? Aslında herkesten önce sarılıp öpmek senin hakkın değil mi? Ben senin yerinde olsaydım herkesten önce koşar, kocama sarılır doya doya öperdim. Bana kalır­sa asıl langsam olanlar bu hasreti anlayamayanlar, sürü gibi evi işgal edenler.". Suna'nın sözünü içten içe herkesin onayladığı yüzlerindeki mimiklerden okunuyordu. Yine de; "Sus kız! Sen ne yaramaz şeysin öyle, başımıza taş yağar vallahi" diyen Elif oldu. "insanda edep, haya diye bir şey vardır, öyle şey ya­pılır mı hiç? Sonra ne derler insana? Ayıptır, ayıp. Biz Müslüman bir toplumuz, öyle gavurlar gibi sarılıp öpüş­mek de nedir? Ne büyük kaldı ne küçük Allah'ım, sen nasıl misafirlere langsam dersin, utanmaz!"

Suna laf altında kalacak cinslerden değildi; "Langsam değillerse neler yani? Hem sen niye kızıyorsun, akşam sarı­lıp öpmeyecek misin Emmimi? Biz bunu bilmiyor muyuz sanıyorsun? Yoksa yine çocuğu leyleklerin getirdiğini söy­leyerek bizi mi kandıracaksın" dedi.

Suna'nın konuşmasını hayretle dinleyen Elif işaret par­mağını ısırıp, Sunayı kınar bir tavırla; "Kız sus! Vallahi sen olsan yaparsın, senden her şey beklenir. Haydi bakalım oradan guddelik (laf üretme) edeceğine çayları dağıt" diye­rek Suna'yı eliyle itekledi.

Çayları gören Mahmut Emmi; "Oh oh, hanım çayı am­ma şinel (Schnell-Hızlı) hazırlamış, aferin sana Elif" diye­rek gülümsedi. Schnell sözünü duyan Elif Mahmut'un ça­yın demini beğendiğini düşündü. O sırada Mahmut Emmi "Kız Elif! Benim çantada şeker vardı, onu getir de bu ço­cuklara şeker dağıt" diye seslendi. Elif abla şeker torbasını ald çocuklara şeker dağıttı. Şekeri alan çocuklar odayı terk ettiler, ortalık sakinleşmişti.

Muhtar doğruldu yerinden, "Oh be! iyi düşündünüz ya­hu, çocuklar kafamızı şişirdi doğrusu. Şimdi anlat bakalım hele, yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat bize" dedi.

Mahmut Emmi toparlandı; "Vallahi neyi nasıl anlata­yım? Oralar bizim buralara hiç benzemiyor. Tertemiz bir memleket. Herkesin işi var çalışıyor, herkes sigortalı, hasta­lanınca çevir telefonu doktor eve kadar geliyor, hem de pa­ra pul almıyor, ilaç bedava, hastahane bedava, işte böyle bir düzenleri var" dedi.

Ali amca sormadan duramaz, oldukça meraklı biridir. Hemen lafa karıştı:

- Oranın insanları nasıl?

Mahmut Emmi gülerek cevapladı bu soruyu:

- Yahu nasıl olacak, senin benim gibi insanlar.

- Tabii ki insan olmaya insanlar da, yani demek istiyo­rum ki çok mu akıllılar? Çok mu çalışkanlar? Daha dün çıktılar savaştan, ne çabuk bu kadar geliştiler de koca Os­manlının torunlarını kapılarında çalıştıracak seviyeye ulaş­tılar.

- Yahu ne akıllısı, eşek gibi adamlar. Sabahtan akşama kadar eşekler gibi bir ömür boyu çalışıyorlar, öyle saf in­sanlar ki, ne söylesen inanıyorlar. Ben nüfus cüzdanımı po­lise gösterip bu şoför ehliyetidir dedim inandılar ve bana Alman ehliyeti verdiler. Bizim insanımız öyle mi? Maşallah bizimkiler cin gibidir. Gelsin de bir Alman bizimkileri kandırsın bakalım. Bizimkiler hiç yutar mı Almanın yalanını?

Doğan amca başını kaldırdı, "iyi iyi, onlar eşek gibi, bizimkiler cin gibi geçinir giderler" diyerek taşı gediğine koydu. Herkes gülmeye başladı. Mahmut Emmi gaf yaptığını anlamış olmalı ki, hiç cevap vermedi, hanımına; "Kız! Elif çay getir" diyerek konuyu değiştirmeye çalışırken odadaki gençlerden biri; "Elif Yenge çay çok şinel olmuş, eline! sağlık" dedi.

Gülüşmelerden sonra bir suskunluk başlamıştı, Ali Amca sessizliği bozdu:

"Mahmut yavrum sen orada ne iş yapıyorsun işin kolay mı bari?"

Mahmut Emmi gerile gerile; "Ben iş mi yaparım, ben ne anamın gözüyüm" dedi. "İlk gittiğimde bana ne iş verdilerse itiraz ettim. Nihayet fabrikanın şefi beni çağırdı, kolumdan tuttu, beni üst katta bir odaya çıkardı. Yanımızda biri de tercüman vardı. Başladı anlatmaya, ben anlamıyordum adamın dediklerini. Tercüman bana tercüme etti. Şef dermiş ki; 'Senin işin bu odada gezmek, yorulunca beş on dakika dinlenip tekrar dolaşacaksın. Senin işin bu. Akşama kadar dolaşmak.' Anlayacağın ben dolaşıyorum, çalışmıyorum."

Köyün öğretmeni bu işi anlayamamıştı. "Olur mu öyle bir iş, boş dolaşana para verecek kadar akılsız olamazlar! Boş gezdirip para vermek için Türkiye'den neden adam istesinler, orada boş gezecek adam yok mu? Benim bildiğimi kadarıyla Türkler orada en ağır, en pis işlerde çalışıyorlarmış" diye karşı çıkınca; "Hey hoca hey, sen bana bak bana! O senin dediğin zor ve pis işleri eşek Türkler yapıyor, onlardan değilim. Ben o pis işleri yapacak adam mıyım? Ben yalan mı söylüyorum? Sen öğretmensin, ben de işçiyim" diyerek ellerini açıp uzattı. "Bu insanlar bir senin ellerine, bir de benim ellerime baksınlar hele kim ağır iş yapmış söylesinler" dedi.

Gerçekten de yumuşacık, beyaz ve kıllı elleri bizim işçilerin nasırlı ellerine hiç benzemiyordu. Bizim bildiğimiz işçilerin ellerinin üstü çatlak çatlak, içi nasır dolu olur. Mahmut Emminin ellerinin bizim köyün öğretmeninin ellerinden daha nazik olduğunu gören herkes onun haklı olduğuna inanmıştı.

Mahmut Emmim bir aylık iznini memlekette paşalar gibi geçirdikten sonra, arkasında "Langsam" ve "Şinel" sözcüklerini bırakarak Almanya'ya döndü. Her gelen mektubunda gelecek yıl izine kendisine ait bir otomobille geleceğini yazıyordu. Ne yazık ki, bir kaç ay sonra acı bir haberi köye geldi. Mahmut Emmi çalıştığı kömür işletmesinde! bir iş kazası sonucu hayatını kaybetmişti. Elif Abla dört çocukla dul kalmış; iki gözü iki çeşme, "Ben kimlere şinel çay yaparım artık" der olmuştu.


  Hıdır Aslan