Uzun, dar
koridorun yüksek tavanlarına baktı. Binanın Stalin
döneminde yapıldığını
düşündü. Hangi akla hizmet pencerelerin bu
kadar yukarıda olduğuna karar
veremedi önce. Sonra gizlilik tabi ki dedi, gizlilik.
Kim bilir
dönen ne dolapların pislikleri temizleniyordu bu duvarların
arasında. Nerde
kaldı şu ultrason uzmanı da, diye sıkıntıyla baktı karşı kapıya. Ne
saçma şey.
Jinekoloji uzmanı muayene ediyor, ama ultrasonografiye bakmıyor. Kendi
bakmadığı gibi bir de ultrason sonucu olmadan operasyona
başlamayacağını
söylüyor... Sanki bir tepki
alabilecekmişçesine
sabitlediği ısrarlı bakışlarını
kapıdan ayırdı. Çaprazında ki tahta sırada oturan
çifte
takıldı gözleri. Kız
olsa olsa yirmi iki, yirmi üç yaşındaydı.
Genç adam
kafası önüne eğik, kolları
dizlerine dayalı oturduğu için herhangi bir tahminde
bulunmak
güçtü. İki
avucunun arasında tuttuğu cep telefonunu sinirli sinirli bir elinden
diğerine
geçirip duruyordu. Kız, aralarında duran naylon poşete
yaslanmış
öylece
oturuyordu. Sanki havada sadece olumsuz sinyallerin gidip
geldiği
bir akım geçidi vardı ve genç kızdaki
tüm
endişeler de adama yüklenmişti. Öylesine gergindi
genç
adam. –Sen
dün
sormadın mı? Seni kaçta alacaklarmış? Sesi buz gibiydi. – Saat
08.30’da burada hazır olmamı söyledi doktor, dedi kız. Arkasından
gelecek
bir sonraki soruyu hiç değilse duymayayım
telaşı içerisinde: - Şimdi odaya gittiğimde de
beklememi söylediler.
Onlar çağıracakmış, dedi. Tepkisiz kaldı
adam. Gergin bir tepkisizlikti bu.
Gergin ve huzursuz edici. Kız torbayı çekiştirdi. – Sen
geç
kalıyorsan
git istersen. Ben sonra kendim dönebilirim. Kızın sesinde ne sitem
vardı ne
de kırgınlık belirtisi. Belli ki bu bekleyişin kendi ağırlığı yetiyordu
ona.
Salt bu olaydan kaynaklanan sıkıntıya hazırlamıştı kendini.
Yaşadıklarının ve
yaşayacaklarının bilincindeydi. Bir de başka bir yükü
taşımak istemiyordu. – Gerçekten,
hadi geç kalma, diye yineledi. Cılız
sesi yankılandı koridorda: geç
kalma... geç kalma... geç kalma... Aslında
söylemek istediği paylaşmaya geç
kalmamasıydı genç adamın. Tatlı bir dokunuşa, yumuşak bir
söze, o koridorun
kasvetini çözecek herhangi bir şeye. Adam kalktı.
Telefonunu ceketinin yan
cebine koydu. Sol eliyle gömlek cebinden sigara paketini
çıkartırken koridorun
sonundaki kapıya doğru yöneldi. Kız kafasını
önüne eğmiş, hırkasının düğmesini
açıp kapatıyordu. Kadın, bir kızın titreyen parmaklarına,
bir adamın gidişine
baktı. Baktı ve dünyanın her yerinde senaryo aynı diye
düşündü.
Ultrason
odasından
içeri girdiğinde kafası hâlâ adamla
kızdaydı. Adam bir sigara içimlik mi çıkmıştı,
yoksa dönecek miydi? Ve en önemlisi kız bu sorunun
yanıtını biliyor muydu?
Karnının üstünde soğuk jeli hissettiğinde kendine
döndü düşünceleri. Uzun boylu
doktor sorularını sıralamaya başlamıştı. Bir yandan da ultrason
aletinin
uzantısını rahminin üstünde bir o tarafa, bir bu
tarafa bastırıp duruyordu.
Kadının düşüncelerinin koridorda ve belki de
çok daha uzaklarda, geçmişte bir
yerde takılı kaldığını bilmediğinden hem de bunu hiç aklına
getirmediğinden
sorularının anlaşılmadığını düşündü.
–
Dilimizi anlıyor musunuz? Beni
yanıtlayabilecek misiniz?, diye sordu. Toparlandı kadın.
– Evet,
evet,
tabi anlıyorum,dedi.
O anda doktoru, orada bulunuşunun nedenini anımsadı.
Bu odadaki işinin hiç bitmemesini istedi. Buradan
çıkmak istemiyordu. O
koridordan geçmek, başka bir odaya girmek istemiyordu.
Burada kalmalıydı.
Doktor daha da bastırsa, bastırsa rahminin üstüne ve
bu işkence böyle bitse
diye düşündü. Çalan telefona
doğru ilerlerken giyinebileceğini söyledi doktor.
Ameliyathaneye gidebilirdi. Usulca çıktı koridora. Kız
oturduğu yerde yoktu.
Tahta sıraların üstünde başka insanlar oturuyorlardı.
Koridor kasvet kokuyordu.
Ameliyathane yazan
bölümden içeri girdiğinde koca salonu
çevreleyen camlardan gelen ışık birden
bire gözlerini aldı. Yüksek duvarların tavanla
birleştiği yerde açılmış
pencereler perdesizdi. Hemşire neler yapması gerektiğini
söylerken aslında
anlattığı şeyler başkaydı. Yaptığı vurgulamalar ve ses tonuyla
çabuk olması
gerektiğini anlatıyordu, onunla uğraşacak vakti yoktu. Kimbilir onun
kafası
neredeydi? Belki de yemekhanede satılan
sucuk kuyruğunda ona sıra gelmeden çağrılmıştı ve şimdi
hıncını kendinden
çıkartıyordu. Bu öfkeyi gördü
kadın ama nedenini tam olarak anlayamadı. Yataklı
bölmeye geçtiklerinde – Seç, dedi hemşire. Bu
kendisine sunulan seçim
hakkının yatak için olduğunu anladı. Aşağı yukarı yirmi,
yirmi beş karyoladan
kendine en yakın olanına yaklaştı. Karşılıklı dizilmiş yatakların
üstü,
ortalarına gelecek şekilde mavi kalın muşamba ile kaplanmıştı.
– Çarşafını
ver,
dedi hemşire. O zaman doktorun telefonda söylediklerinin ne
anlama
geldiğini çıkartmış oldu kadın. Doktor ısrarla, en az iki
kere tekrar ederek,
yanınızda çarşaf, terlik ve çorap getirin
demişti. Sakın unutmayın. Sabahtan
beri elinde taşıdığı torbadan çarşafı çıkarttı.
Hemşire çarşafı yatağa sererken
neden bunu getirdim ki sanki, diye düşündü.
En sevdiği çarşafıydı. Belki onun
için hemen eli buna gitmişti. Ama şimdi beyaz zemin
üstünde ki sarı, mavi
renkli gülen yüzlerin burada ne işi var diye
düşündü. Odayı dolduran ayaz
aydınlıkta sarı renkle çizilmiş suratların dil
çıkarttığını, mavilerin ise
sadece gülümsediğini ayrımsadı. –Soyun, dedi hemşire. Üşüyorsan
kazağın kalabilir ama sadece kazak. Başka her şeyini çıkart.
Saatin, yüzüğün, küpen de dahil.
Ayağında çorap olsun. Terliğin getirdin mi? Kimisi burayı
tren garı sanıyor.
Ameliyathaneye koca
çizmeleriyle gireceklerini
düşünüyorlar. Çıplak ayak
kaldıklarında da
sorumlusu ben oluyorum. Üstünden
çıkanları bu dolaba koy. Çantanı da
burada bırakabilirsin. Dolaba
uzak yatağı kendin seçtin. Sonra kim bana giysilerimi
verecek diye
bakarsın.
Ben bir içeri bakayım. Sen de çabuk ol.
İçerisi boşalınca seni alacaklarmış.
Hemşire koca
göğüslerini hızla indire kaldıra bir
çırpıda söyleyeceklerini tamamlamıştı.
Kadın hiçbir şey demeden ve asıl önemlisi
hiçbir şey düşünmeden
söylenenleri
yaptı. Hemşirenin bu tavrı aslında onun işini kolaylaştırmış, mantığını
durdurmuştu. Artık ne midesi bulanıyor, ne neden buradayım diye kendini
sorguluyor ve ne de bundan sonra ne olacak diye içi
daralıyordu. Şimdi, odaya
yeni gelen iki kadına aldırmadan üstündekileri
çıkartıp, seçtiği yataktan
uzaktaki dolaba koymalı ve çok şükür ki
yanında getirdiği terlikleri giyip
usulca çağrılmayı beklemeliydi, o kadar. Kalın, yemyeşil ve
herhalde deminki
hemşirenin bedenine göre olan koskoca ameliyat
gömleğini üstüne geçirdi,
arkadan iplerini bağlamaya çalışırken hemşire geri geldi. Bu
sefer bir kafa
işaretiyle kadını arkasına kattı. İçerideki yeni hastaların
seslenmelerine
kayıtsız kaldı. – Şu güney kuşunun
işini bir bitireyim
önce,dedi
çıkarken.
Burası son nokta,
diye geçirdi içinden kadın. Tüm bedeni
buz kesmişti. İçerde doktorla göz göze
geldi. Samimi bulmuştu kadını. Ancak, doktorun zayıf, kemikli elleri
bir şeyin
yanlış olduğunu söylüyordu kadına.
Düşünmemeye çalıştı. Doktor,
ultrasonografi
uzmanının da kürtaj sırasında yanlarında olacağını ve
miyomları izleyeceğini
söyledi. Kadın hiçbir şey anlamadı. Bunlar niye
beni bayıltmadan buraya
getirdiler diye düşündü. Hiçbir
şey konuşmak, hiçbir şey duymak istemiyordu.
Tek arzusu bir an önce her şeyin bitmesi, öyle ya da
böyle sona ermesiydi.
Nerden çıkmıştı şimdi bu miyom işi.- Beni bayıltmayacak
mısınız?,
diye
sordu. Sesi sabahtan beri ilk defa talepkâr ve kararlıydı.
Doktor, - Şimdi,
dedi. Anestezici çıktı, hemen gelir, başlarız. Yeşil
önlüklü hemşire,
kıskaçlarını açmış kurbanını bir an önce
sokmak için sabırsızlanan dev bir
akrep gibi duran ameliyat koltuğuna doğru ittirdi kadını. Oturuşunu
beğenmedi.
Yavaş yavaş konuşarak, bildiği en basit sözcüklerle
kendisini öne almasını
söyledi. Önce sağ bacağını aldı, demirden kıskacın
üzerine yerleştirdi. Sonra
sol bacağını. - Şimdi
biraz daha öne alın kendinizi,dedi. Kadın, o anda
Tanrıya inanmanın ne kadar gerekli bir şey olduğunu
düşündü. Sığınacak bir şeyi
olmalıydı insanın, bir yerden bir şekilde gelecek bir
güç kaynağı. Kendini
sevindirecek bir şeyler düşünmek istedi. Bulamadı.
Boşluk açılmıştı önünde.
Sonsuza kadar, şimdi düştüm
düşüyorum diye korkuyla karanlıkta yuvarlanacağı
boşluk. Gözlerini açtı. Oda çok soğuktu.
Birbirinden ayrılmış, demir kollara
yapıştırılmış bacakları mı daha çok acıyor yoksa
yüreğimi kestiremedi. Doktor,
ultrason uzmanıyla konuşuyordu. Kürek gibi yaptığı avucunu kar
kürermişçesine
hareket ettiriyor, elinin ritmini bozmadan bir şeyler anlatıyordu.
Kelimeler
hiçbir şey ifade etmedi kadına. Sadece
‘kazımak’
sözcüğünü seçebildi,
işittikleri arasından. Doktorun eli küçük
hareketlerle inip kalkıyor ve
anlaşılmaz üç-dört kelimede bir kazımaktan
bahsediyordu.
Yerden mavi,
leğene benzer tası kaldıran yeşil önlüklü
hemşire, diğer önlüklüye yaklaştı.
Taşıdığı şeyin ağırlığından rahatsız, söyleyeceklerini
içinde tutamamanın
telaşı içerisinde anlatmaya başladı: – Dün
aldım sonunda,
dedi. Hani
o sutyeni. Harika bir şey. Elindeki tası hafif
yana almış, çenesiyle
göğsünü işaret ediyordu. Kadın, hemşirenin
kolları titreye titreye taşıdığı
beyaz tasın kan dolu olduğunu fark etti. Koyu kırmızıydı kanın rengi.
Tasdan
yükselen çığlığı gördü kadın.
Kısa, net bir çığlıktı bu. Yukarıya doğru
yükselip gitmişti bir anda. Kafasını doğrultabildiği kadar
etrafına bir göz
attı. Kendinden başka fark eden olmamıştı çığlığı. Hemşire
hararetle anlatmaya
devam ediyordu: - Danteli
öyle hoş ki. Yumuşacık sardı, inan.
Hem
biliyor musun? Gerçek Fransız malı, diye ekledi.
Karşısındaki keyifle
dinliyordu. Hiç kıskançlık yoktu bakışlarında.
Belli ki kendisi de en kıza
zamanda bu Fransız malı sutyenden alacak, bu mutluluğu armağan edecekti
kendine. Kim bilir, diye düşündü kadın.
Düşüncelerini bacaklarının bağlı olduğu
akrepten uzaklaştırmak istiyordu. Şimdi, Sen nehri kenarında Parisli
bir kadın,
belki de toz pembe döpiyesinin altına aynı sutyenden takmış,
ekspressosunu
yudumluyor; kendinden binlerce kilometre uzaktaki bu kadınların
‘Fransız
sutyeni’ muhabbetinden habersizce, sigarasının dumanını
keyifle üflüyordur. Neden
olmasın?,dedi
yüksek sesle. Kelimeler anadilinde, yüksek sesle
döküldü
ağzından. Doktor yanına gelmiş, dirseğinin içini
tokatlıyordu. İğnenin ucunu
hafifçe batırıverdi koluna. Başlıyor, diye
düşündü kadın. Titremesine engel
olamıyordu. Gözlerinin önünde kocaman bir
akrebin birisini yuttuğunu gördü.
Sadece boz renkte şoset çoraplı bir çift ayak
kalmıştı geriye.
Kendine geldiğinde
onu salondaki yatağa koyuyorlardı. Üstündeki ameliyat
giysisini çıkartmışlardı.
Sadece kazağı vardı üstünde. Bacaklarının arasında
bir şeyler olduğunu anladı.
Korkunç bir ağrı hissetti. Kımıldamak istedi, beceremedi.
Hemşireyi seçti hayal
meyal. Karnının üstüne buz torbası koyuyordu.
– Lütfen, dedi. Çok
üşüyorum. – Bu buz burada duracak, güney
kuşu,
dedi hemşire. Şimdi
kımıldamadan yat ve sesini çıkartma. Bak, herkes senin durumunda.
Senden başka kocakarılık yapan var mı? – Ama çok soğuk,
üstüme bir örtü daha veremez misiniz? diyebildi zorlukla.
– Burada
her zaman, herkese
iki battaniye örtülür. Daha fazlası
için başhekimle konuşmalısın, benden
bu kadar,
dedi hemşire ve kadın onun
yanından uzaklaştığını hisseti kadın. Algılayabildiği seslerden salonun
kalabalıklaştığı anlaşılıyordu. Üşümesi
gittikçe
artıyordu. Üşüdükçe bacakları
titriyor bu da ağrısını çoğaltıyordu. İnlediğini fark etti.
Sıcak bir şeyler
düşünmeye çalıştı. Ağustos sıcağında
Side’nin
kumlarını hayal etmeye çalıştı.
Boşuna. Olmuyordu. Doktor gelse, bari.
O aklı başında bir kadına benziyor diye geçirdi aklından.
Gözlerini açtı. Şimdi
etrafı daha iyi seçebiliyordu. Yanındaki yatakta oturan
genç kızı gördü.
Ameliyat kıyafetlerine bürünmüş, belli ki
sırasını
bekliyordu. Gözü ayakucunda
katlı duran battaniyeye ilişti. Kıza, battaniyenizi şimdilik benim
üstüme örter
misiniz? Söz veriyorum, siz çıkınca geri veririm
demek
istedi. Ama gerekli sözcükleri bir
türlü
bulamadı.
Bulduklarını sıraya koyamadı. Genç kız kadının kendine
baktığını
fark etmişti. –
Çok mu kötü? diye sordu. Kadın, - insanlık dışı,
dedi. Aslında genç
kıza vermek istediği cevap bu değildi. Bu, az önce kendisini
tersleyen
hemşireye söylemek istediği sözdü. Şimdi
niye kıza
böyle söylediğini
anlayamadı. Kız ağlamaya başlayınca kendisini daha da
kötü
hissetti. Sonu
gelmeyen bir işkenceyle karşı karşıyaydı. Bu kadar çaresiz
kaldığı başka neler
olmuştu onları düşünmek istedi. Aklına gelen ilk
örnekle
vazgeçti. Kötü anıları
yaşanmamış saymak en iyisiydi. Mutlaka o an gelecek ve bu saatler
de anılar rafında, kara meşin kapaklı
‘kötüler’
kutusunun içine sıkıştırılacaktı. En sevmediği olay o kutuyu
açmaktı. Ne yeni
bir kötü anı koymak için ne de herhangi
bir nedenle
eskilere bakmak için.
Doktorun kemikli
elinin temasıyla gözlerini açtı. – Çok ağrım var
ve üşüyorum, dedi. Bir
iğne
yapamaz mısınız? Ücrete dahil olan ağrı kesicinizi yaptık oldu
yanıt.
-Ek
ödemeyi kabul ederseniz bir iğne daha yapalım, dedi doktor.
Düşündüğümden zor oldu diye bir
şeyler anlatmaya başladı. Kadın kesti
sözünü. – Eğer, dedi çok acil,
şimdi bilmem gereken şeyler değilse sizi
tam anlayamıyorum,
dedi.
İğneyi öderim tabi. Hem söyleyin
lütfen
hemşireye de
yardımları
için gerekeni yapacağım. Bana yardım etsin de
giyineyim.
Anlamıştı doktor ne söylemek istediğini. Elbette, dedi. Reçetenizi
de hemşire ile gönderirim. Bu arada bacaklarının
arasından onu rahatsız
eden şeyleri çıkardı son kontrollerini yaptı. – Şimdi gidebilirsiniz
ama mutlaka istirahat edin, dedi. Salı
günü siz kontrole bekliyorum.
Hemşire
tekrar
yanında belirdiğinde gözlerine inanamadı kadın. Bir anda ne
kadar sevecen, ne
kadar içten oluvermişti. Her şeyin bir fiyatının olması
bazen de işleri
kolaylaştırıveriyordu işte. Yoksa nasıl giyinecek, vezneye parayı
ödeyecek,
merdivenlerden inecekti. Hemşire onu arabaya kadar
götürdü. Teşekkür
üstüne,
teşekkür etti güney kuşuna. İki gün
çayını sıcak sütle karıştırıp içmesini
de
sıkı sıkı tembih etti ayrılırlarken.
Arabada
yoğun bir
sigara dumanı vardı. Kocası sorar gözlerle baktı. İyi misin,
diye sordu. Geçmiş
olsun, dedi. Gülümsedi kadın. Bir şeyler geveledi
ağzında. Gerçekten de
istediği tek şey her şeyin geçmiş olmasıydı. Yol boyu adam
trafiğin
sıkışıklığından anlatıp durdu. Beklerken bir iki telefon gelmişti.
Kadını da
ofisten aramışlardı. -Eve gidince bir ararsın
onları, dedi
kocası. Bir şey sormaları gerekiyormuş. Hayat ne
kadar inatçı diye
düşündü kadın. O, normal akışında
seyrederken ruhlarda yaşanan olağandışı
olaylara hiç aldırış etmiyordu. İnsan bazen
iki-üç saat ortadan kayboluyor ama
bu arada neler neler yaşıyor, bu yaşadıklarının hesabını yapmaya fırsat
bile
vermeden, hayat, gene insanı kendi rüzgârıyla
yönlendirmeye başlıyordu.
Kocası sokak
kapısını açtı, elindeki torbayı hemen girişe bıraktı.
Kadının paltosunu
çıkarmasına yardım etti. Kendisi soyunmayınca kadın
gideceğini anladı. -Sen
vur kafayı yat,
dinlen, dedi kocası. Ben ofise gitmeliyim. Bir
şey istersen arasın. Kadın
gülümsedi yine. Niye şimdi bir şey isteyemem de
sonra ararım demedi. Sadece gülümsedi,
reçeteyi uzattı. Ellerini uzun uzun
yıkadı lavaboda. Kendini yıkamak istemedi. Sıcak suyun ıslaklığı bile
ona soğuk
geliyordu şimdi. Üstünü değiştirdi sadece.
Yatağın içine girdi. Yorgana sımsıkı
sarıldı. Uykuya daldı.
Evlerinin
yakınındaki ormandaydılar rüyasında. Her yan kar kaplıydı.
Sımsıkı kar topları
yapıyorlar ve kocasıyla futbol oynuyorlardı. Son zamanlarda
hiç olmadıkları
kadar neşeliydiler. Kahkahalar atıyorlardı. O sırada annesini
gördü. Gülerek
onlara doğru geliyordu. Olduğundan genç ve sağlıklı
görünüyordu. Beyaz ince bir
elbise giymişti annesi. Ayakları çıplaktı. Çok
şaşırdı kadın. Kahkahalarla
sarıldı annesine. - Üşümüyor
musun?,
dedi annesine. Ayakların
niye
çıplak? Hasta olacaksın. Gülmekten
konuşamıyordu annesi. Sen
hatırlamazsın,
diye başladı anlatmaya. Kardeşin Umut doğduğunda
Erzurum’daydık. Sen iki yaşındaydın. Baban
hastaneden geldiğinde
seni karların
üstünde çıplak ayak
oynar bulmuş, çok korkmuş.
Hah-ha-ha... gülmesinin arkası gelmiyordu bir
türlü. Karın üstünde hepsi
kahkahalarla koşuşturuyorlardı. Yeni bir top yaptı kadın kardan.
Seslendi
kocasına. -Yakala, dedi ve vurdu. Kardan
kocaman top parçalandı, o anda.
Kanlar yayıldı bembeyaz karın üstüne. İnce ince
yollar yaptı kan kendine,
aşağıda kocasının durduğu yere doğru kayınların arasından
süzülmeye başladı.
Uyandığında
evde
olduğunu anladı, rahat bir nefes aldı. Taze demlenmiş çay
kokusu
duymayı çekti
canı. Aldırmadı. Temiz havaya çıkmak istiyordu. Usul usul
giyindi. Çizmelerinin
fermuarını zorlukla çekti. Dışarısı hafiften kararmaya
başlamıştı. Taze yağmış
karın aydınlığı yerden yukarı doğru yükseliyor,
leylâk rengi
gökyüzü kuzeyin
karanlığına meydan okuyordu. Nehir kenarına doğru
yürümeye
başladı. Köşede her
zamanki yaşlı teyze, kovasının içinde özenle sıcak
tutmaya
çalıştığı
böreklerini satıyordu. Bir tane almak için
yeltendiğinde
hastane torbasının
elinde olduğunu fark etti. Hangi ara aldığını, o sıra
aklından
geçenin ne olduğunu anımsamadı. Börek
parçası
eldivenin
içindeki elini sımsıcak yaptı. Bu duyguyu içine
yaymak,
orada öylece saklamak
istiyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Henüz basılmamış karların
üstünde yürüyor,
temiz karın gıcırtısını aynı tempoda tutmaya çalışıyordu.
Nehrin
kenarına
vardı. Parça parça buzlar
yüzüyordu nehrin
üstünde. İrili ufaklıydılar. Ne buz
parçalarının ağırlığı, ne soğuk, ne karanlık nehrin usul
usul
akmasına engel
oluyordu. O, kendi seyrinde yoluna devam ediyordu. Tıpkı hayat gibi
diye düşündü.
Kim bilir içinde daha neler, neler oluyor bizim
bilmediğimiz,
görmediğimiz. Ama
o akmasına devam ediyor. Aslolan bu; gerisi ayrıntılar, diye
düşündü.
Elindeki
torbayı suya doğru bıraktı.
Yüksekten aldığı hızla düştü torba nehre.
Karanlıkta
kırmızı şapkasıyla
gülümseyen Noel Babanın
yüzünü gördü
torbanın üstünde. O da, kanlanmış çarşafın
üstündeki gülen suratlar da nehrin
ayrıntılarının
arasına karıştılar.
Usul usul kar yağmaya
başlamıştı. İri,
yumuşak taneler dökülüyordu
gökyüzünden. Ayrıldı nehir kenarından. Eve
dönüp
çay demlemeye karar verdi.
|