Siren Çalınca

   

Gözyaşını henüz silmiştin. Oysa, yine gözlerin doldu. Durduramadın bir türlü akan gözyaşlarını... Bir elinde mendil, diğer elinde ise, az önce okuyup atmaya, hele buruşturmaya bile kıyamadığın mektup... 

Tekrar, tekrar okudun. Bitirdin, bir kez daha okudun. Derken, mektubu getiren postacının, mektubu teslim edişi ve evinden ayrılışından bu yana, tam tamına üç saat geçtiğinin farkına vardın... Oturduğun yerden ayağa kalkarak,elektriği olmayan kulübende, kendine ait gaz lambanı yaktın. Uzunca bir süre, gizemli, gaz lambasının ışığı altında iki oğlunu düşündün. Düşündün ama, elinden pek bir şeyin gelemeyeceğini de biliyordun. Sevgili karın, ölmeden çok önceleri, hastalığı sırasında, seni yanına çağırarak, bu iki oğlana iyi bakmanı ve onları ancak sana emanet edebileceğini biliyor ve bu yüzden de, onları sana bıraktı. 

Ama oğlunun biri, annesinin ölümünden hemen sonra, tutulduğu bir ince hastalık nedeniyle yatağa düşmüş, o da aylar sonrasında yakalandığı hastalığa yenik düşerek, ölmüştü... 

Şimdi ise, hayatta kalan tek oğlun ve seni üzen ikinci oğlundu... 

Peki ama ne yazıyordu mektubunda, ki... seni bu denli sarsacak... Evet, seni beğenmemişti. Her genç gibi, dünyayı kurtarabilecek güçte hissediyordu kendisini... Çünkü sen, yalnız, hor görülen, bunak ve zavallı bir ihtiyarcıktın... Gençlik işte... Genç insan, bir de aklını çelen bir nesneye ilgi duymasın... İşte o zaman, seni yaşlı ve hor gören o genç insan, adeta, senin yol gösterici, yoluna ışık tutan sözlerini, işte o zaman mumla arar... Ondan sonra da, şayet olabilirse, kalan ömrü, pişmanlıklarla sürer gider... 

Üzüntüsünü, günlerdir bir türlü atamadığın oğlunun ölümü yanında, seni üzen şu... geçimsiz, diğer oğlun... aklına dahi getiremediğin, getirmek istemediğin dertleri, o oğlun getirmişti... Seni, beğenemezlik yaparken, şimdi ise kendisi, beğendiği kişilerce bataklıklara sürüklenmişti... 

Oğlunun, bir görüşü, bir ideali yoktu. Ama nedense, bir örgüte bağlanmış ve onların isteklerine boyun eğmişti. Para, adeta boşlukta gezen oğlunu, bağlı olduğu örgütün isteklerine boyun eğdirmişti. Şunu, bunu gasp etti. Şunu, bunu vurdu. Bazen de, hiçbir günahı, bir ideali olmayan insanları, sadece, bağlı olduğu insanların doğrultusunda bir hareketle... Ve bir müddet sonra da kaçtı. Hem de arkasına bakmadan...

Şimdi ise, sana sığınmakta... Babasına, sevgili babasına... Baba yüreği bu, dayanmayacağı aşikâr... Zaten sende dayanamadın... Çünkü, artık olan olmuş ve elinden de bir şeyin gelmeyeceğini bilerek... Söyledin... söylendin...ama dinletemedin işte...

Kaldığın kulübenin yakınında duran bir otomobilin gürültüsünü duydun ve oturduğun yerden kalkıp, baktın kim diye... Otomobil, uzun bir süre düdüğünü çaldı. Pencereye koşturup, perdeleri aralayarak, dışarıya baktın. Arabanın kapısı açıldı ve içinden biri indi. Nedense... garip bir heyecan duyarak, hemen kapıya yönelip, açtın. Ve arabanın yanında olanları, içeriye buyur ettin. Bu insanların sana geldikleri belliydi. O an, ellerine dikkat ettin. Ellerinde birer telsiz bulunmaktaydı. Ve bu gelenler, gerçi sivil elbiselilerdi ama, polis oldukları belliydi... Üstelik, sana yaptığı onca şeyden sonra, yine de baba yüreği diyerek, bağışladığın oğlunu arıyorlardı. 

Polisler, senin iyi niyetli bir ihtiyar olduğunu anlayıp, oturmadılar bile. Ancak, oğlunun, teslim olup, suçunu hemen itiraf etmesinin gerekliliğinden söz ettiler. Şayet, teslim olmadığı taktirde, başına daha büyük bir dert açacağını da sözlerine eklediler ve hemen gitmelerinin gerekliliğini belirtip, oradan ayrıldılar... 

Sense öylece kalakaldın... Giden otomobilin arkasından uzun... uzun, bakarak... Nihayet, akşam oldu. Havanın acımasız karanlığı, kış gününün dingin olmayan karaltıları ve iklimin sert olması, bir an senin, o yumuşak tenini ve iç dünyanı ürperircesine titretti. Bu ürperiş, korku mu, yoksa, durumların gerekliliğinden mi kaynaklanmıştı... Oysa sen, adeta, sıtma hastalığına tutulmuş biri gibi, bir an içinde olsa, titredin işte... 

Gömüldün yine, havanın ve senin içindeki mateme...Hep ve yıllarca bu olgusallıkları düşündün. Kendine hep, neden diye sordun. Evet, nedendi bu eksiklik!... Hemen her şeyi güçlü ve kalıcı yapmak istememiş miydin... Oysa boşa geçen, koskoca bir ömür... ne istediğin bir ailen, ne de istediğin gibi, bir oğlun... 

Havanın kararmasıyla birlikte, zaman sonra hızlı ve sert bir şekilde kapın çalındı. Ayaklandın birden, ürkerek... Evin duvarlarından birinde asılı bulunan, gaz lambanı eline alarak, kapıya yönelip, - kim o?- diye bağırdın... oysa sesinden belli oluyordu ürküntün... Bir kez daha bağırınca, kapının öbür yanından – benim, baba aç... – diye bir ses geldi. Bağırdın, -sen kimsin- diye, kapının arkasındaki ses, - aç kapıyı baba...ben Celil...-. O an, gözlerin birden tomurcuk yaşlara bezendi. Heyecanlandın ve adeta için, içine sığmıyordu... Şimdi, sanki benliğini, ürküntünün yerine, tatlı bir heyecan kümesi sarmıştı. Yıllarca, oğlunu görememenin hasretliği, biriktirilen bunca özlem... şu kapının arkasında ve kapıyı açar açmaz bitecekti... Kapıyı, duyduğun o heyecan ve özlemle açtın. Açtın ama... göz yaşların ise, bendini aşmış bir sel gibi, yanaklarından, süratle aşağılara iniyordu. Ve oğlunu hemen içeriye alıp, kapıyı kapattın... Sanki, eski günlerin aklına gelmişti. Eskiden olduğu gibi, çocuklarını korur, elinden geldiğince onları gözetirdin. Oysa yaşam girdabı, sana, bir tek oğlunu kucaklama imkanı veriyordu... 

İçeriye giren oğlunun üstü başı pislik içindeydi. Kirliydi... aynı çocukluk günlerinde ki gibi...kızmaktan vazgeçerek, yüzünde beliren tebessümle, biricik oğluna bir kez daha sarıldın... özlemle...hasretle... Ve yıllar sonra bile olsa, hatırlanabilmişliğin umarında olan oğluna, durmadan sarılıp, sarılıyordun... 

Sen gülüyordun, oysa oğlun ağlıyordu. Ve sen şaşırarak, onun böyle olu-şuna üzüldün... elinden bir şey gelse belki yapabilirdin. Ama sende çaresizdin... Ve sen, şaşırarak onun böyle oluşuna üzüldün. Gülmen, sevincin yarıda kaldı. Neden, diye düşündün bir an... Neden bu çocuk böyle olmuştu... 

Ve gerçek sevgi nasıldır? diye sordun kendi kendine, ağlamaklı... Ama bunu cevaplayamadın... Çünkü bu yoksunluğunu giderebilmek için, sende, kendine özgü bir çabayla, yıllarca bunun cevabını aradın, bulamadın... 

Bu dalgınlığından ise, oğlunun sana seslenmesiyle irkilip, onun yüzüne sevgiyle baktın. Oğlun, -sakla- diyordu. Ve sana, durmadan aynı sözü tekrarlıyordu... Sakla... ama nereye... Zira bir müddet süren anlatımından, onun bir tür suçlu olduğunu, yani artık oğlunun kanundan kaçan biri olduğunu biliyordun. Ve polisler onu arıyorlardı. Ve sen onu, oğlunu dayanamadın, saklamaya çalıştın... Tam o sırada ise, dışarıdan gelen, kulakları tırmalarcasına yüksek bir ses... sirenler çalıyordu. Ve bu uğultuyu andıran gürültü... Polislerin, bulundukları kulübenin dışından gelen sesleri, oraya geldiklerini belirtiyordu... Ve kapının açılmasını istiyorlardı. Neden geldiğini bu polislerin ve neden kapıyı açmanı istemelerini, biliyordun. Senden, çok sevdiğin, yaşamında seni güldürememişti ama, şu an sana koşup gelmişti. Bu bile yetmişti, bir baba olarak, onu yeniden sevmene... Oysa, şimdi onu senden istiyorlardı. Kapıyı açmadan düşündün, vermekle vermemek arasında takılıp, kaldın. Ama vermek zorunda olduğunu gayet iyi biliyordun... Ve nihayet kararını verdin. Oğlunu, adalete teslim etmeye hazırlanıyordun... çünkü, suçlu oğlun da olsa, yıllarca bildiğin adalete güvenip, varsa bir cezası, çekmeli diyordun... Dönüp, oğluna baktın. O da hiç ses çıkartmadan, öylece sana bakıyordu. Belli ki çok korkmuştu. Yıllar öncesinin çocukluk günlerinde ki gibi... 

Bunları düşünürken, silah sesi duyuldu. Silah, kaldıkları kulübenin çok yakınında patlamıştı sanki... Adeta kulübenin içinde. Kulübenin çevresini saran polis, aniden, kulübenin kapısını açtı ve aynı anda da silahını ateşledi. Oğlun, Celil’in yerde, kanlar içinde yatıyordu... Çünkü ona -vur- emri vardı. Ve o, polislerin yaklaşımlarına, kaçmakla cevap vermiş, onların –teslim ol- çağrısına uymamış, bu yanlışlığını da canıyla ödemişti... 

Böylece oğlun ölmüştü. Ve cesedi ayaklarının dibindeydi. Ve sanki, sende o an için bırakılan izlenim, yıllar öncesinin çocukluk günlerinde ki gibi, mışıl mışıl uyuyan bir bebek misaliydi... Ve senin gözlerinden yaşlar, adeta sicim gibi boşalıyordu... 

İçeriye aniden, kapıyı zorlayarak giren polisler, seni, çocuğunun başında, öylece, donuk bir vaziyette buldular. Bu sefer de seni, suçluyu gizlediğinden ötürü tutukladılar. Ve kelepçeleri, oğlunun yerine sana taktılar... Bu halde, seni, göz yaşlarına aldırmadan, kulübeden çıkardılar... 

Kulübenin dışında epeyce bir kalabalık toplanmıştı. Bekleyen kalabalıktan, sana, salt acıma sesleri geliyordu. Kimi meraklı bakışlar ise, gözlerini üzerine dikmişler ve –mahallenin yaşlı, güzel yüzlü dedesi kelepçeli olarak, polislerin arasında gidiyor- diye... 

Seni, polis otosuna bindirdikleri gibi, oradan, oğlunun cesedinden, kulübenden ve anlamayan komşularının varsıl bakışlarından uzaklaştırdılar... Ve polis otosu, sirenini çalarak oradan uzaklaştı. Ve sen düşündün, yıllar sonra buda mı başıma gelecekti, diye... 

Yolda, için içini kemiriyordu. Onlar, yani çocukların küçük birer çocukken hiç böyle yanlışlıklar yapmazlardı. Hiç böyle yaramaz değillerdi. İkisi de, yaptıkları yanlışlıklarının bedelini, canlarıyla ödemişlerdi... Ve şimdi sana, anılarından başka da hiçbir şey kalmamıştı... Oysa sen, bu anılarınla daha nice yıllar yaşayacaktın... Ama ölümün o acımasız, soğuk pençesinde... Ve onu, her zaman yakınında hissederek... 

Ve onlarda senin gibi gerçek sevgiyi aramışlardı... Aramışlardı da, bulamamışlardı... Maalesef sende bulamamıştın... Ve konulduğun otomobilde, hep bunları düşündün, geçmiş günlerine dönerek. Bunları düşünürken de, usulca, buruşmuş tenine inen yaşları, yine buruşmuş, ama hâlâ pamuk gibi elinle siliyordun...

 



  Mustafa Gökçek