"Yazmak yıkıcı bir eylemdir."
A. Rimbaud
Hayatı oluşturan ve hayat içerisinde oluşan tüm türlerin
arasında organik bir bağ ve karşılıklı etkileşim vardır. Bu nedenle, hayatımızı
sürdürmemizde kendi aramızdaki ve diğer türler arasındaki ilişkiler ve
çelişkiler belirleyicidir. Bu ilişkiler toplamını ele alan ve her şeyin
birbirini kaçınılmaz bir biçimde etkilediği, beslediği ve dönüştürdüğünü
bilimsellikle ele alan yaklaşıma da, Diyalektik bakış açısı deniliyor. Yalnızca
diyalektik, tüm nesnelerinin ve türlerinin üstün-deki mutlak egemenliğini
çelişkiler yasasından alır. Ve bu çelişkiler ki, birçok tür arasındaki
ilişkileri de belirler. Çelişenlerin birçoğu, başka çelişenlerle bir araya
gelirler. Doğanın diyalektiği, çelişenlerin bir arada dans etmesi olarak da
yorumlanabilir. Zamanın değişmez ve mutlak tek yasasını işleterek kendi
varlığını sürdürmüştür, sürdürüyor doğa. Bu yasa değişimdir ve çokça
bilindiği gibi değişimin kendisi de değişendir.
Sonsuz bir gelişimde, tüm şeylerde mikro ya da makro
değişimler yaşanıyor. Türlerin ömürleri de bu değişim yasasına bağlıdır. Aşınma,
sürtünme, itme, çekme gibi nicel değişimlerin içindedir. Nicel değişimler
belli bir süreci işaret ederler. Bu süreç birikimdir, açığa çıkacak olan
enerjinin bir amaç için toparlanmasıdır. Bu küçük yığılmaların büyük olayları
ortaya çıkarmaları toplumsal doyum noktasını gösterir. Doğa ve insan
ilişkilerindeki çok boyutlu, çok biçimli yığılmalar hem doğa da, hem de insan
da yeni çelişkiler ve yeni sonuçlar açığa çıkartır. Denilebilir ki, nicel
birikimlerin doyuma ulaşması, nitel değişimlerin önünün açılmasıdır. Köklü
değişiklikle-rin yaşanacağı bir dönem başlamıştır artık.
Niceliklerin niteliklere dönüşümü, süreklilik ile değişkenliğin
çatışmasıdır. Ortaya çıkan çatışma hiçbir toplumsal düzen, yöntem-yönetim
ve işleyiş biçimlerinde, üretim araçlarının belirlediği ilişkilerinden
bağımsız, soyut düşünülemez. Üretimin varlığı da kaçınılmaz olarak üretim
araçlarının varlığına vurgu yapar. Sınıflarla oluşmuş toplumlarda ise, üretim
araçlarının varlığı, paylaşımı, denetlemesi, yönetilmesi demokratik-özgür,
eşitlikçi refleks gösteremez. Üretim araçları sınıflı toplumlarda belli “güçler”
tarafından denetlenir ve politize edilir. Bu nedenle insanın düşünce evriminde
yerini almış olan üretim araçları, maddi bir gerçekliktir. Bu gerçeklik kalıcı
bir güçtür ve durmadan da kendini yenilemektedir. Bazen bir fabrika üretim
aracıyken, bazen bir kurum ya da borsa üretim aracı olarak karşımıza
çıkabilmektedir. Günümüzde ise bu araçlar giderek geleneksel görünümlerinin
dışına çıkmıştır. Daha güçlü ve daha geçici bir hal almıştır. Borsalardan,
banka kartlarına, oradan markaya, imaja uzanan yeni bir üretim ve buna bağlı
olan üretim araçları ağı kurulmuştur. Daha korunaklı, örtük ve daha masum
görünen bu tarz üretimler toplumsal sömürüyü ve bireysel bağımlılığı iyice
artırmıştır.
Tüm bu ataklara karşın hiçbir ilişki, zamanın ve değişimin
içten içe sürdüğü aşındırıcılıktan koruyamaz kendini. Ancak,
bireysel-toplumsal, doğasal-insansal değişimlerin ve ilişkilerin hızı, aynı
güçte-şiddette olmamaktadır. Çatışmaya neden olan dış gerçeğin gücüyle, bu
gerçekliği (kendisi için) öznelleştirme çabasında olan gücün çelişme hızı,
çekimi, derinliği bu süreyi belirlemektedir. Yine de hiçbir değişim ve
dönüşüm, geçmiş ile bugün arasındaki, bugün ile yarın arasındaki sürekliliği
tam anlamıyla bozamaz.
Değişimin sürekli değişme yasası, üretken toplum
biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Her şeyin gittikçe büyüdüğü, genişlediği
durumda ayrı ayrı ortaya çıkan iş kolları, yeni iş biçim ve bölümleri,
gittikçe daha çok belirginleşen sınıflar, kastlar, uzmanlaşma alanları,
birimselleşme, bireyselleşme yalnız doğaya karşı değil, kendine karşı da
yabancılaştırmıştır insanı. Ama yine de bilinir ki insan; doğayı ve yasalarını
aşabildiği, onun işleyişini kendi istemlerine çevirebildiği için mutlak bir
değere sahiptir ve sadece insan kendi başına bir amaçtır. Süreklidir ve
kendinden yola çıkarak yeni amaçlar üretir.
Bu yönelişleri bir varlık türü olarak, hem özgün-özgür,
hem etik-estetik arayışlara iter insanı. Etik ile özgürlük,
estetik ile özgünlük arayışları taşıyan insan hem eyleme, hem de erdeme
işaret eder. Özgürlük-özgünlük arayışlarının, etik-estetik oluşumların içeriğinde,
üretici güçler ve üretim araçları (sermaye, emek), geleneksel halk,
aydınlar-organik aydınlar, bireyler, kişiler, sivil inisiyatifler, folklorik
özellikler, taktiksel duruşlar geliştiren siyasal oluşumlar ve nihayetinde
temel siyaset aracı olan siyasi partiler vardır. Özgürlük mücadeleleri de,
özgünlük arayışları da bu unsurlardan bağımsız gerçekleştirilemez.
Her ideolojinin iktidarı, bireyden devlete kadar uzanan
bir yelpazeyi denetlemek zorundadır. İktidarın denetlediği ve yönlendirdiği
alanlar doğal olarak o iktidarın ideolojisini taşırlar. Özel hayatlar ise
denetlenebilecek bir çerçeveye oturmuştur. İnsanın özel hayatına, özgün
üretimlerine, dile getirilen ütopyalarına yaygın şekilde müdahale eder iktidar.
Kamu ve özel yaşam açısından, sıkı denetim, benzeştirme ve aynılaştırma
yöntemi her türlü iktidarın merkezini oluşturur. Mutlak iktidar devlete
sahiptir. İktidar ise, temsilcisi olduğu ideolojiyi bireylere yaşamlarının her
alanında hissettirir. Bu nedenle her iktidarın meşruiyeti (aynı zamanda
gayrı-meşruluğu) ideolojisinden kaynaklanır ve her ideoloji iktidarı elde
tutmanın ya da elde etmenin temel aracıdır. Kendini yaptırıma ve tartışmasız
kabul görmeye dönüştürür.
Yine de bu gövdenin içerisinde hem iktidarın kırılgan bir
şey olduğunu, hem de yeni anlamlar olduğunu gören bilgili, sorumlu,
donanımlı, cesur bireyler, özel yaşamlarının deneyimlerini genel amaçlar için
kullanma istemiyle ortaya çıkarlar. Yeni anlam dediğimiz de, acısı
sürekli duyulan, kötülüklerin, eşitsizliğin kol gezdiği dünyada değerlerin,
erdemlerin hiçleştirildiği yerden ortaya çıkar. İnsani varoluşunun
onaylamadığı bir dünyaya karşı yeni anlam dar, sığ, istençsiz,
kristalize edilmiş iktidar sunularına karşı, daha derinliklerdeki varlığımızla
karşılaşmamız, onu keşfetmemizdir. Hiç bitmeyecek olan arayışlarımız ve
düşlerimizdir. Bireydeki yeni anlam, karşılaşılan gerçeklerin taklidi
değil, olguların durumu, sınıf çelişkilerinin hem bireye hem toplumsal yaşama
yansıyışıdır. İşte bir “an” olguların toplumsal ivmesi, algılatma ile
yeniden yaratma gücünü iç içe geçirir, algılatma ile yaratma birbirinden
ayrılmaz olur. Bu, yeni anlamdır. Bireyi olguların somut duruşlarına, iktidarın
siyasi-ruhani uygulamalarına, sağduyusuna karşı örgütler. Hem somut, hem de
soyut bir karşı çıkışa dönüşür, bireyi de dönüştürür.
İnsanı diğer türlerden ayıran önemli özelliklerinden
birisi de bu “yeni anlamlar” dizgesidir. Kendisini var kılabilmek için
sürekli yenilenmek zorunda olan insani deneyim ve birikim, önemli bir kült
oluşturur. Bu onun sosyal-siyasi birikimleridir. Bu birikimler ise kültürel,
politik, psikolojik, etik ve estetik açıdan ele alınır. Bu birikim insanın
“tarih bilinci”ni oluşturacak kültürel toplamıdır.
Yeni anlam, sınıflı toplum öncesinde insanın genel yaşayış
arayışlarına işaret ederken, sınıflı toplumlarda karşıtlığın örgütlenmesine ve
sınıf egemenliğine işaret eder. Köleci-feodal toplumlarda “yeni anlam” mutlaktır. Tanrı ve onun
yeryüzü temsilcileri sayılan yarı
tanrılar, krallar, derebeyleri, şövalyeler vs. tüm anlam alanlarının mutlak
sahibidirler. Bu dönemde “ötekiler” için tek anlamlı şey, mutlak itaattir.
Rönesans ile birlikte başlayan “toplumsal yenilenme” ve
“bireyselleşme” Avrupa’dan başlayarak, tüm dünyaya hızla yayılacak ve
kesintisiz sürecek olan yeni anlamların da önünü açacaktır. 1400’lü
yıllarda sanayileşmenin ilk nüveleri olan fabrikaların oluşması, topraklarından
koparak bu fabrikalarda iş tutan insanların oluşturduğu yeni yerleşim birimleri
hayatın hızını artırıp, yeni çelişkilerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bu
dönemde sadece ekonomik hayatta değil, sosyal ve düşünce hayatında da büyük
sıçramalar yaşanacaktır. İnsanlık tarihi olağanüstü bir ivmeyle kendini
yenileyecek, devrimci atılımlar arka arkaya izlenecektir. Özellikle, üretim
araçlarını eline geçiren yeni sınıf (burjuvazi) tarihinde bir daha görülmeyecek
şekilde devrimci tutumlar sergileyecek, feodalizme ve yerleşik üretim
biçimlerine başkaldıracaktır. Sadece ekonomik hayata değil, düşünce,
eğitim-bilim ve sanat alanına da büyük yatırımlar yaparak, bir yandan dinin toplumsal ideolojik
etkisini kırmaya çabalayacaktır, diğer yandan da merkezde toplanan siyasal
erki (derebeyliği, krallığı) dönüştürmek için uğraşacaktır. Ve bu tarihin ilk
devrimci sınıfı feodalizme, onun toplumsal düzenlemelerine karşı uzun süreli ve
sık sık da yenilgilerle karşılaşacağı bir mücadeleye girecektir. Bu sürecin
yaklaşık 400 yıl kadar sürdüğü düşünüldüğünde, göze alınan zorluklar da daha
kolay anlaşılır kanısındayım.
Ancak 18. yy.dan başlayarak, tarihsel-devrimci amacını
terk eder burjuva sınıfı. Kimliğini
başka sınıfları içermeye, yönetmeye, sömürmeye ve nihayetinde tüm
özellikleriyle belirlemeye yöneltir. Giderek sanayi toplumu ile başlayan
kapitalizm sürecinde, yeni anlam algısını-amacını da sınıfların çatışma
alanına dönüştürmüştür burjuvazi.
Kapitalizmin varlık nedeni olan, köleci ve feodal
toplumların aktarımıyla olgunlaşan özel mülkiyet, tüm içerikleriyle
kapitalizmin kültürünü de belirler. Özel mülkiyet kavramına dayanmayan bir
kapitalizmden bahsetmek ne denli olanaksız ise, kapitalizmin kültürünü de özel
mülkiyet içeriklerinden soyutlamamız olanaksızdır. Özel mülkiyet, mülksüzlerin tanımını
da zorunlu kılar. Dolayısıyla özel mülkiyet, hem üretim ilişkilerinde oynadığı
açık rol nedeniyle bir ekonomik
terimdir, hem de kapitalist işleyişin kültür, sanat, estetiketik, ideolojik, hukuk, din, dil
v.b. gibi özgün özelliklerini de tanımlayan, geniş açılı bir örgütlenme
modelidir. Tüm üst yapı özelliklerini elinde tutan ideolojik bir yapıdır. Kısaca
özel mülkiyet, kapitalizmin hayatın tüm alanlarındaki varoluşudur.
Burjuvaziye yaptığımız her vurgu kaçınılmaz olarak kendi
karşıtına da yapılan bir vurgudur. Bu karşıtlık ise, sanayi toplumunun bir
ürünü olarak ortaya çıkan işçi sınıfıdır. Öyleyse denilebilir ki, burjuva
sınıfını ya da işçi sınıfını her konu edişimiz, bu iki sınıfı birlikte
anmamızdır. Birinin varlığı diğerini de koşut kılıyor. Bu iki sınıf doğaları
gereği karşıt sınıflardır. Çünkü burjuva sınıfı üretim araçlarını elinde tutan ve bu araçları “özel mülkü”
haline getiren bir sınıf iken, işçi sınıfı da her hangi bir üretim aracına
sahip olmadığı için bu araçların üretim değerinin oluşması karşılığında,
emeğini satarak var olabilen sınıftır. Bu iki sınıfın çelişkileri uzun yıllar
hem toplumsal çatışma alanlarını belirlemiştir, hem de hayatımıza yepyeni anlam
ve kavramlar taşımıştır.
Genel olarak görüleceği gibi, Köleci toplumdan başlayarak
Kapitalist topluma kadar tek bir tarihten ve tek bir mirastan bahsedilir. Bu
egemenlerin tarihi ve egemenlerin mirasıdır. Bu süreçlerde “ötekileştirilenler”;
kölelerin, köylülerin, işçilerin tarihi birikimleri ve mirasları söz konusu
edilmez. Spartaküslerin, Demirci Kawaların tarihi yok sayılır. Firavun
mezarlarını inşa eden kölelerin de. Sarayları göğe yükseltenlerin, Çin Seddi’ni
onlarca yılda taş üstüne taş koyarak örenlerin tarihinden de hiç bahsedilmez.
Savaşları kazanıp, savaşları kaybeden yığınların duyguları da yer almaz
tarihte. Makineleri çalıştıran kol gücünün, ekonomiyi, bilimi bir disiplin
haline sokan kafa gücünün, sokakları şenlik yerine çeviren direnişçilerin
hayatı hakkında çok az şey biliniyor. On beş saat madenlerde çalışmayı göze
alanların, Şikago’daki demir çelik atölyelerinde inanılmaz ısılar karşısında
eriyenlerin, ölüme terk edilenlerin, grevcilerin, direnen öğrencilerin tarihi
ve birikimi, hayatı estetize eden sanat yaratıcılarının derinlikleri hep
egemenlerin tarihi içerisine sıkıştırılıp, üstü örtülmüştür. Egemenlik,
karşıtını planlı bir şekilde yok etmek ve dönüştürmek üzerine inşa edilir. Tüm
tarih egemenlerin gücünü ve iktidarını, bir korku iktidarı olarak
toplumsallaştırmıştır. Savaş, bu iktidarın sağlanmasındaki en etkili amaç
olmuştur. Savaşın ortaya çıkardığı ise kitlesel ölüm gösterisidir. Clausewitz,
“Savaş, politikanın başka yollarla devam etmesinden başka bir şey değildir”
derken, bir yönetme biçimi olarak da politikanın araçlarından birisi olan
savaşı işaret ediyor.
İktidar, daima ölülerden oluşmuş yığın fikrinden
beslenmiştir. Tarih ise ölenlerin
değil, öldürenlerin tarihi olarak tutulmuştur. Öldürenlerin buyruğunda daima
güçlü bir yıkım imgesi vardır. Bu imgenin gölgesindedir iktidar ve bu imgenin
görkemi kadar görkemlidir iktidar. İktidar “toptan öldürmek” amacını
taşır ve bu mutlak iktidarın tek aracıdır. İşte böylesine bir gücün
tarihinde elbette ezilenlerin, mağdurların ve emekçilerin yeri yoktur. Ve
iktidarın gücüyle iç içe geçmiş bir sanat anlayışı da, dolaylı-dolaysız egemen
tarih imgesini öne çıkaracaktır.
Kitle ve İktidar adlı yapıtında Elias
Cannetti bu konuda arka arkaya örnekler sıralıyor:
“Ve Tanrı’nın kılıçtan geçirilmiş kulları o gün yeryüzünün
bir ucundan öbür ucuna kadar yayılacaktır; onların matemi tutulmayacaktır; ne
toplanacak ne de gömüleceklerdir; hepsi toprağın üzerinde bırakılacaktır.”
Ölülerden oluşan yığın imgesine ilişkin tarihsel bir yol
izliyor Cannetti:
“Muhammed Peygamber düşman ölülerinin oluşturduğu yığın
konusunda öyle duyarlıydı ki onlara muzaffer
bir hutbeyle hitap etmişti.
Mekkeli düşmanlara karşı kazandığı ilk büyük zaferi olan Bedir Savaşı’ndan
hemen sonra kılıçtan geçirilmiş düşmanların bir çukura atılması için emir
vermişti.(…) Resul ayakta durup şöyle dedi: ‘Ey çukurdaki insanlar! Allah’ın tehdidinin gerçek olduğunu anladınız
mı? Çünkü ben Allah’ın bana vaat
ettiğinin gerçek olduğunu anladım.’ Müritleri dediler ki ‘Ölülerle mi
konuşuyorsun?’ Resul yanıt verdi: ‘Onlar söylediklerimi işitiyorlar.’”
Tüm tarih boyunca var olan güçlü yıkım imgesi şairlerin,
ressamların, mimarların yapıtlarına da sızar. Öylesine bir üsluba dönüşür ki bu
durum, bir anda sanatın öznesi ve sanat nesnesi kendini bu büyük yıkımın
çekiminde bulurlar. Oraya doğru sürüklenmelerinin bir tek nedeni vardır, o da
yıkım imgesini mülk edinmeleridir:
“Bu ordu mutlu gitti ve Bedevilerin ülkesini parçaladı
Bu ordu mutlu gitti ve Bedevilerin ülkesini yıktı
Bu ordu mutlu gitti ve onların kulelerini devirdi
Bu ordu mutlu gitti ve incir ağaçlarını ve bağlarını kesti
Bu ordu mutlu gitti ve köylerini ateşe verdi
Bu ordu mutlu gitti ve ordularını katletti, on binlerce
kişilik
Bu ordu mutlu gitti ve tutsaklar getirdi, çok sayıda.”
(Elias Canetti, Kitle Ve İktidar)
Bu şiir Mısırlıların zafer duyurusu için yazılmıştır. “Antik
çağ halkları arasında gerçek anlamda savaşçı bile sayılmayan”
Mısırlıların,
kralları Pepy tarafından Bedevilere karşı kazanılan zaferin (yıkımın)
şiiridir.
Şiirde çok güçlü bir şekilde düşmanın
katledildiği, dize getirildiği, tüm
ekonomik ve toplumsal hayatının bitirildiği imgesi belirgindir.
Neredeyse
tarihte ki tüm güçlü figürlerin arkasında
çok güçlü bir öldürme imgesi vardır
ve tarihi “egemenlerin tarihi” olarak tekleştirmek isteyenler, bu imgeyi
daima yumuşatırlar. Ve daima bu imgenin “vatan, yabancı, öteki vs.” bir
refleksi vardır. Bu refleks çeşitli araçlarla daima meşrulaştırılır. Bunun için
ekonomi de, politika da, kültür ve sanat da kullanılır.
Ekonomik-politik, bireysel-toplumsal, sosyal-siyasal,
etik-estetik olarak yorum- lanması gereken hayatın işleyiş yasaları, ne tek tek
bilim ve sanat disiplininin olanaklarıyla açıklanabilir, ne de hayatı ve
insanlığın serüvenini mutlak değişmez değerlere indirgemeye çabalayan
idealist-metafizik yönsemelerle kavramlaştırılabilir. Bu nedenle, hayatın
işleyiş biçimlerini birbiriyle ilintileyecek, değişim ve dönüşümün doğasal,
insansal anlamlarına açık olacak, diğer yandan da olasılıklar dünyasının
varlığını sezdirecek; insanın ne olduğu kadar ne olabileceğini, ne olması
gerektiğini belirgin bir hümanizma üzerinden işaretleyecek bir bakış biçimine
gereksinim duyulur. Denilebilir ki, politika, ekonomi, etik, estetik, tarih,
mantık, felsefe v.b. gibi disiplinlerin birikimine tutunarak, hemen hemen tüm
alanlarda mutlaklığı reddeden bir bakış açısı, insanlığın bu günü ve geleceği
için zorunludur. Dolayısıyla gereksinimi duyulan, (yaşanan ve yaşadığımız) kapitalist
zamana ve kapitalist örgütlülüğe karşı, “insanlığın vicdanı”dır.