Sudaki Ateş

2. Bölüm

 

 

kentin öteki yüzü...

 

Evden dışarı adım attığında ilk gördüğü(m) güneşti. Ama öyle silik soluk bir güneş değil. Bol ışıklı, göz kamaştırıcı, okşayıcı bir güneş. Sonra gökyüzünü gördü(m). Nasıl da maviydi. Kentte, eski kemerlerin altından sular akıyordu. Yanlarındaki yamaçlarda dev okaliptüsler, bodur zakkumlar, kozalakları yerlere saçılmış çamlar... Şaşkınlıktan donup kalacaktı(m) neredeyse. Oluk oluk insan durmaksızın bir yerlere gitmedeydi, bir yerlerden gelmede. Martılar çığlık çığlığaydı vapurların yanı sıra. Işıklı vitrinler, güneşin artık ısıtmadığı ve hatta gri, yerinden kımıldamayan bulutların arasından sarı, cılız ışınlarını bile kente indiremediği zamanlar yağmurdan kaçanların doluştuğu kahveler, pastaneler...

Sokaklara yeniden alıştığı(m), sabah akşam demeden gezdiği(m) günlerden bir gün, onu gördü(m). Şiir peşindeydi(m). Okuyacaklardı, dinleyip tartışanlar arasında olacaktı(m). Beş yaşında falandı. Alt dudağındaki yarıktan kan akıyordu. Kentin en göz alıcı, çoğunlukla gençlerin, kitapseverlerin öğleden sonraları ve özellikle de akşamüstleri buluştuğu, gezindiği caddeye açılan sokaklardan birinin köşesindeydi.

Duvar önüne park etmiş bir arabanın arkasındaki daracık yere toplaşmışlardı... On on iki yaşlarında, bir başka çocuk, yargılayıcı bakışlarla bakıp kısa aralıklarla küçük çocuğun yüzüne vuruyordu. Önceki tokatlardan birinde yarılmış olmalı, alt dudağından sızan kan çoğalıyor, küçük dudaklarının, burnunun çevresine yayılıyordu. Sessizce ve dehşete düşmüş, yalvaran bakışlarla kendisinden altı yedi yaş büyük çocuğa bakarak gözlerinden sicim gibi yaş döküyordu.

Üzüm gibi gözleri vardı. Esmer yüzü küçücüktü. Ya elleri? Elleriyle omzuna attığı kocaman bir naylon torbanın ağzını tutuyordu sımsıkı. Hava nasıl da soğuktu. Başındaki bereyle o, küçük bir film yıldızı gibiydi. Ama değildi. O, yediği tokatlardan sonra işlek, insan kaynayan caddeye fırlayıp gelen geçenden torbasındaki mendilleri, sakızları alması için yal-varan küçücük bir çocuktu. Aldığı paraları çabucak sokağın başında bekleyen çocuk-adama getiriyordu. Hemen yeni bir tokat yiyordu yüzüne. Yeniden koşuyordu caddeye. Adeta yapışıyordu, özellikle de genç hanımların bacaklarına. Men-dil alan para üstü filan istemiyordu.

 Elleri mosmordu. Çatlaktı.

Haykırdı(m) "Biz şimdi gidip içeride neyin şiirini tartışacağız. Hangi şiir bu okuyup dinleyeceğimiz. Çocuklar cad-delerde yırtık pabuçları, kan sızan dudaklarıyla koşuyor, yalvarıyorlar. Evden çıktığımda gördüğüm, ivediyle kollarına atıldığım ve güzelliklerini doya doya içmeye hazırlandığım kent bu değil. O belki de. Aynı sokaklar, aynı otobüsler, bulvarlar. Ama bu, kent içinde bir başka kent. Ya da kentin öteki yüzü. Kentin öteki yüzünü gördüm..."

Sonraki gün caddelerden sokaklara, sokaklardan ara sokaklara girip çıkarken, park yerlerinde, gövdeleri yarı bellerine değin lüks arabaların altına girmiş uyurken gördü(m) çocukları. Korktu(m). Korkma, dediler. Araba sahibi arabasını buradan çıkarmadan önce kaldırır onu. O da para ister. Bazen verirler. Sırnaşır vermezse. Uyanamıyor gibi yapar. Sürüklesen çıkmaz arabanın altında. Ah, bu çocukları kim çıkarıyor böyle satılığa. Nerelerden gelirler, hangi banyosuz, tuvaletsiz evlerin kirleridir saçlarında, çatlak mor ellerinde yapışıp kalan. Hangi yüzle bakarız gökyüzüne coşkuyla? Çocuklar böyle aç, kir pas içindeyken nasıl temiz sanabiliriz her yere dokunan ellerimizi? Kentin yüzüne nasıl bakarız? Öteki yüzünü görmezden gelerek?

Sonra her yerini gezmeye başladı(m) kentin. Yağmurlar dindiğinde, papatyayı en çok eğri büğrü sokakların çevresine dağılan, yamaçlara yayılan küçücük evlerin bahçelerinde gördü(m). Evler öyle küçük, öyle küçüktü ki, kapılarından giren kimi zaman upuzun boylu adamların ve sayısız çocuğun oralara nasıl sığdığını merak etmemek elde değildi. Evden eve, evden elektrik direkleri arasında uzanan tellere atılan kancalar gördü(m). Kaçak elektrik. Kuyu suyu. Dev yapıların hemen ardında, sokak ortasında külleri hala sıcak tandırlar... Evlerin içi kuyu, sokak kapıları sarnıç ağzı gibi. Karanlık, ışıksız. Tozlu yollar. Yığma taş bahçe duvarları. Boy atmaya başlamış erikler. Gözlerinize yaş ve toz dolmadan, bakabilir misiniz kentin öteki yüzüne?

Yaşlılar gördü(m). Kapı eşiklerinde kemiklerini ısıtan. Ölülerini gömmüş,  ellerinden hayat suyu çekilmiş. Kadınlar kentin 'kentli olmayan' evlerinde, merdivenlerinde ellerinde paspas, süpürge, faraş...

 Yoksulluğu gördü(m), sefaleti, geceleri karanlıklarda ışıklı caddelerin köşelerinde yapılan gecelik pazarlıkları. Ah, kentin öteki yüzünü gördü(m).

Beton direkler, demir çubuklar, yıkıntılar, çöpler, çürümeye yüz tutmuş, bir an önce yanıp yıkılsın diye bakılan tarih...

Sonra hemen kıyısında kentin, mavi yeşil gölgeleriyle bir avuç kalmış ormanı gezdi(m). Yerlerde kozalakları, eteklerinde zeytin ağaçları, meşeleri, ardıçları, çınarları, köknarları, akçaağaçlarıyla orman üzgündü. Karnını deşip deşip tel örgülerle çevirmişlerdi. Evler kondurmuşlardı, beli silahlı adamların koruduğu. Kaynağından akan suyun yolunu kesmişlerdi. Sahiplenmişler, ağaçları yok etmeye başlamışlardı. Küçük küçük yangınların dumanı görülüyordu bazı geceler. Kentin öteki yüzünü gördü(m).

Yağmalanıyordu.

Öyküler yazdı(m) gece yorgunu insanların yüzüne. Kiminin öyküsünü dinledi(m), kimine kendi(m) yazdı(m). Kimiyle konuştu(m), kimi susarken söyledi her şeyi. Bir büyük yalnızlığı beslediğini gördü(m) ev yığınlarının. Gökyüzü yıldızlarıyla bir örtüydü sanki öteki yüzüne kentin. Bir tutam sim. Bir parça ışıltı. Alabildiğine lacivert. Alabildiğine kent. Alabildiğine araç seli, ışık seli, şarkı, kumpir, hamburger, bira, uyuşturucu, para, aşk, çığlık... Başka çığlıkları bastıran. Başka yüzleri silikleştiren...



315 sayfa
İthal Kağıt
13,5x19,5 cm
Karton Kapak
ISBN:9944260022
Dili: TÜRKÇE



  
 Ferda İzbulak Akıncı
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar