kentin öteki yüzü...
Evden dışarı adım attığında ilk gördüğü(m) güneşti. Ama
öyle silik soluk bir güneş değil. Bol ışıklı, göz kamaştırıcı, okşayıcı bir
güneş. Sonra gökyüzünü gördü(m). Nasıl da maviydi. Kentte, eski kemerlerin
altından sular akıyordu. Yanlarındaki yamaçlarda dev okaliptüsler, bodur
zakkumlar, kozalakları yerlere saçılmış çamlar... Şaşkınlıktan donup
kalacaktı(m) neredeyse. Oluk oluk insan durmaksızın bir yerlere gitmedeydi, bir
yerlerden gelmede. Martılar çığlık çığlığaydı vapurların yanı sıra. Işıklı
vitrinler, güneşin artık ısıtmadığı ve hatta gri, yerinden kımıldamayan
bulutların arasından sarı, cılız ışınlarını bile kente indiremediği zamanlar
yağmurdan kaçanların doluştuğu kahveler, pastaneler...
Sokaklara yeniden alıştığı(m), sabah akşam demeden
gezdiği(m) günlerden bir gün, onu gördü(m). Şiir peşindeydi(m). Okuyacaklardı,
dinleyip tartışanlar arasında olacaktı(m). Beş yaşında falandı. Alt dudağındaki
yarıktan kan akıyordu. Kentin en göz alıcı, çoğunlukla gençlerin, kitapseverlerin
öğleden sonraları ve özellikle de akşamüstleri buluştuğu, gezindiği caddeye
açılan sokaklardan birinin köşesindeydi.
Duvar önüne park etmiş bir arabanın arkasındaki daracık
yere toplaşmışlardı... On on iki yaşlarında, bir başka çocuk, yargılayıcı bakışlarla
bakıp kısa aralıklarla küçük çocuğun yüzüne
vuruyordu. Önceki tokatlardan birinde yarılmış olmalı, alt dudağından sızan kan
çoğalıyor, küçük dudaklarının, burnunun çevresine yayılıyordu. Sessizce ve
dehşete düşmüş, yalvaran bakışlarla kendisinden altı yedi yaş büyük çocuğa
bakarak gözlerinden sicim gibi yaş döküyordu.
Üzüm gibi gözleri vardı. Esmer yüzü küçücüktü. Ya elleri?
Elleriyle omzuna attığı kocaman bir naylon torbanın ağzını tutuyordu sımsıkı.
Hava nasıl da soğuktu. Başındaki bereyle o, küçük bir film yıldızı gibiydi. Ama
değildi. O, yediği tokatlardan sonra işlek, insan kaynayan caddeye fırlayıp
gelen geçenden torbasındaki mendilleri, sakızları alması için yal-varan küçücük
bir çocuktu. Aldığı paraları çabucak sokağın başında bekleyen çocuk-adama
getiriyordu. Hemen yeni bir tokat yiyordu yüzüne. Yeniden koşuyordu caddeye.
Adeta yapışıyordu, özellikle de genç hanımların bacaklarına. Men-dil alan para
üstü filan istemiyordu.
Elleri mosmordu.
Çatlaktı.
Haykırdı(m) "Biz şimdi gidip içeride neyin şiirini
tartışacağız. Hangi şiir bu okuyup dinleyeceğimiz. Çocuklar cad-delerde yırtık
pabuçları, kan sızan dudaklarıyla koşuyor, yalvarıyorlar. Evden çıktığımda
gördüğüm, ivediyle kollarına atıldığım ve güzelliklerini doya doya içmeye
hazırlandığım kent bu değil. O belki de. Aynı sokaklar, aynı otobüsler,
bulvarlar. Ama bu, kent içinde bir başka kent. Ya da kentin öteki yüzü. Kentin
öteki yüzünü gördüm..."
Sonraki gün caddelerden sokaklara, sokaklardan ara
sokaklara girip çıkarken, park yerlerinde, gövdeleri yarı bellerine değin lüks
arabaların altına girmiş uyurken gördü(m) çocukları. Korktu(m). Korkma,
dediler. Araba sahibi arabasını buradan çıkarmadan önce kaldırır onu. O da para
ister. Bazen verirler. Sırnaşır vermezse. Uyanamıyor gibi yapar. Sürüklesen
çıkmaz arabanın altında. Ah, bu çocukları kim çıkarıyor böyle satılığa.
Nerelerden gelirler, hangi banyosuz, tuvaletsiz evlerin kirleridir saçlarında,
çatlak mor ellerinde yapışıp kalan. Hangi yüzle bakarız gökyüzüne coşkuyla?
Çocuklar böyle aç, kir pas içindeyken nasıl temiz sanabiliriz her yere dokunan
ellerimizi? Kentin yüzüne nasıl bakarız? Öteki yüzünü görmezden gelerek?
Sonra
her yerini gezmeye başladı(m) kentin. Yağmurlar
dindiğinde, papatyayı en çok eğri büğrü sokakların
çevresine dağılan, yamaçlara
yayılan küçücük evlerin bahçelerinde
gördü(m). Evler öyle küçük, öyle
küçüktü
ki, kapılarından giren kimi zaman upuzun boylu adamların ve sayısız
çocuğun
oralara nasıl sığdığını merak etmemek elde değildi. Evden eve, evden
elektrik
direkleri arasında uzanan tellere atılan kancalar gördü(m).
Kaçak elektrik.
Kuyu suyu. Dev yapıların hemen ardında, sokak ortasında külleri
hala sıcak
tandırlar... Evlerin içi kuyu, sokak kapıları sarnıç ağzı
gibi. Karanlık,
ışıksız. Tozlu yollar. Yığma taş bahçe duvarları. Boy atmaya
başlamış erikler.
Gözlerinize yaş ve toz dolmadan, bakabilir misiniz kentin
öteki yüzüne?
Yaşlılar gördü(m). Kapı eşiklerinde kemiklerini ısıtan.
Ölülerini gömmüş, ellerinden hayat suyu
çekilmiş. Kadınlar kentin 'kentli olmayan' evlerinde, merdivenlerinde ellerinde
paspas, süpürge, faraş...
Yoksulluğu
gördü(m), sefaleti, geceleri karanlıklarda ışıklı caddelerin köşelerinde
yapılan gecelik pazarlıkları. Ah, kentin öteki yüzünü gördü(m).
Beton direkler, demir çubuklar, yıkıntılar, çöpler,
çürümeye yüz tutmuş, bir an önce yanıp yıkılsın diye bakılan tarih...
Sonra hemen kıyısında kentin, mavi yeşil gölgeleriyle bir
avuç kalmış ormanı gezdi(m). Yerlerde kozalakları, eteklerinde zeytin ağaçları,
meşeleri, ardıçları, çınarları, köknarları, akçaağaçlarıyla orman üzgündü.
Karnını deşip deşip tel örgülerle çevirmişlerdi. Evler kondurmuşlardı, beli
silahlı adamların koruduğu. Kaynağından akan suyun yolunu kesmişlerdi. Sahiplenmişler, ağaçları yok etmeye
başlamışlardı. Küçük küçük yangınların dumanı görülüyordu bazı geceler. Kentin
öteki yüzünü gördü(m).
Yağmalanıyordu.
Öyküler yazdı(m) gece yorgunu insanların yüzüne. Kiminin
öyküsünü dinledi(m), kimine kendi(m) yazdı(m). Kimiyle konuştu(m), kimi
susarken söyledi her şeyi. Bir büyük yalnızlığı beslediğini gördü(m) ev
yığınlarının. Gökyüzü yıldızlarıyla bir örtüydü sanki öteki yüzüne kentin. Bir
tutam sim. Bir parça ışıltı. Alabildiğine lacivert. Alabildiğine kent.
Alabildiğine araç seli, ışık seli, şarkı, kumpir, hamburger, bira, uyuşturucu,
para, aşk, çığlık... Başka çığlıkları bastıran. Başka yüzleri silikleştiren...
315 sayfa
İthal Kağıt
13,5x19,5 cm
Karton
Kapak
ISBN:9944260022
Dili: TÜRKÇE