üç Kadın İki Hayat

        
“Yukarıdan bakanlar, aşağıdan bakanlar, yandan, profilden, ha bir de göbekten, kalçadan! Beyinden doğru bakana pek az rastladım memleketimde. Çıtamız hala yerlerde mi sürünüyor bir bakayım diye ayda bir gelirim usanmadan” dedi, azıcık soluklanayım diye İstanbul yollarında tanıştığım yol arkadaşım. 

“Hem çatışır, hem sevişir, hem çalışır, hem hem hem leri çoğaltırım mesele değil. Lakin o vakur duruşu, o ‘kadının hası, bayrağıyım’ nidasını öyle kolay kolay algılayabilenine de pek az rastladım. Zaten bu yüzden bu kenti özlemek kaderini çizdim kendime” diyip derin bir soluk aldı.


Rahmetli dedemin sözü geldi o an aklıma; “ Kadın dediğin; konuştuğunda dinletecek, yürüdüğünde inletecek, oturduğunda koltuğu dolduracak ancak, öyle ağır kaya olacak ki; herkes yerinden oynatamayacak”.derdi. 


Değil mi? Pardon adınız neydi? dedim.

Bütün otobüsün duymasını istemiş olmalı ki, büyük bir gürültüyle kapadı elinde ki kitabı. 

“Lojistik desteğe ciddi ihtiyaç olduğu kanısındayım” dedi. “Ellere iş, beyinlere biraz kırmızı sıvı aktarımı çok iyi olabilir örneğin.  Ki iyi bir şeyler üretilebilsin. Ki kalmasın vakitleri, dedikodu yapmaya” dedi ve büyük bir iştahla kahkahasını attı. İşte şimdi duydu bütün otobüs ve bütün kafalar bize çevrildi. 

“Bak dedi, gördün mü? Bütün otobüs bize baktı. Neden? Çünkü kahkaha attım. Şuh muydu? Hayır. Sadece volümü yüksekti. Bak ben şimdi hafif kadın oldum.

O yüzden bu otobüsteyim şu an ve İstanbul’a gidiyorum evime. İyi ki gidiyorum, gitmek güzel bir şey!” diye tamamladı sözlerini. 

Anlayamadım, algılayamadım ilkin. Çünkü gözleri buğulandı, aynı anda bir çift gözde hem hüzün, hem şikâyet, hem sevgi, hem de iştahlı bir kahkaha nasıl olabilirdi? Bu kadına neler olmuştu böyle? 

Bir anda içimi büyük bir merak sarmaladı. Bütün hikâyesini bilmek istiyordum. Ama bu arzumun nedeninin özünde, ‘bak şurada yanlış düşünmüşsün ve bu nedenle yanlış bir kader çizmişsin kendine’ demeyi istiyordum şiddetle. 

Aarkası dakikalarca kesilmeyen kahkaha konvoyu ardı ardına diziliverdi. Ama bu defa alaycılık vardı dudak çizgilerinde, sesinde ki samimiyet yok olmuştu.  “Sizler birer önyargılı hâkimlersiniz ve ne yazık ki bu işten hiçbir zaman para kazanamayacaksınız. Bir gün birileri çekecek kulağınızı biliyorum” diyen bakışlarını fırlattı bütün yolcuların üzerine.

“Bak” dedi. “Ben cesur bir kadınım. Eskiden de böyleydim ama bir eksiğim vardı, önemli bir eksik. Maddi güce sahip değildim. Zira benim memleketimde tek başına cesur olmak, varlığını sürdürmeye yetmiyordu. Maddi gücüm olsa cesaretimi sergiler, gerektiğinde istediğim yer ve toplulukta yaşardım. Kaldı ki şimdi yapabiliyorum bunu ama gel gör ki hala Bolu yollarındayım. Ama benim derdim bu da değildi. Hürriyet Caddesi’ne (şimdi ki adı İzzet Baysal Cd)  öyle kolay kolay çıkamazdın. Ne komik değil mi? Hür-ri-yet caddesi (bir kahkaha daha). Bak, insanı en çok acıtan nedir biliyor musun?” deyip kesiverdi orta yerinden cümlesini. “Aslına ihanet eden yaşayış biçimidir. Hürriyet caddesinde hür dolaşamamaktır.  Bunun adı piyasa yapmaktır çünkü en kültürlüsünden en cahiline. Ama önemli bir ayrım vardır. Paran varsa sana her şey mubahtır.” 

“Hep gülerim, hala gülerim İzzet Baysal Caddesinin eski adına. Hürriyet… Hangi hürriyet? Bak kızım (yaşı benden oldukça fazlaydı ama “kızım” sıfatını eklemesi, sahiden dertleşmek isteğine samimiyet katmaktı) bu cadde eskiden çift yönlüydü. Kavşaktan döndün mü bütün Bolu seninle birlikte dönerdi. Pek azdı bayan şoför. Şimdi tek yön uygulaması yapılmış, bu ne demek biliyor musun? Eskiden işin varsa üç kez yapmak durumunda olduğun turlarını teke indirmek zorunda olduğun. İyi ki adı İzzet Baysal oldu. Zira zaten sonuna kadar hak edilmişti. Hürriyeti olmayan bir caddeye emeğin adı kondu. Mutluyum bundan.” 

“Neyse sen nasılsın? Bırakalım şimdi, Bolu geride kaldı. Hendek’teyiz değil mi?”

Gerçekten bilmiyordu şu an nerede olduğumuzu. Daha dağı yeni tırmanıyorduk. Zaten onun beyin otobüsü hala Bolu’daydı.

Nasıl mıyım? Biraz senin gibi, biraz kendim diye bas bas bağırasım geliyor ama susuyordum sadece.


Been? Çok iyiyim. Bu arada adınız neydi?


Sessizlik… 


-Ben de nasıl olsun işte? Yaşayıp gidiyoruz, şey ben İstanbul’a hava alayım diye gideyim demiştim ama kalasım var orada!


Bir sessizlik daha ama bu defa sessizliğini, cevap isteyen bakışlarıyla bozuyordu. 


-Peki anlatayım.. Ben sizin gibi değilim. Gitmiyorum. Belki de gidemiyorum. Arada bir dağıtıyorum kafamı. Eş dostla buluşup Bolu’nun o muhteşem doğasına bırakıyoruz kendimizi.  Pekte iyi oluyor. Hürriyet caddesinin asıl adresi bu göller. Hürriyetin hakkını veriyorlar.


Yedi göllerde ağaçlar göle secde eder.  Abant’ta ata biner göle ayaklarını dayar, Gölcük’te ciğerlerine bedava oksijeni depo eder dönersin evine. Hayat budur dersin. Ve aslında kalbi burada atıyor İstanbul’un bile. Ama işte her pazar akşamı dönüyorlar nedense? 


Bir kahkaha daha geldi ki bu diğerlerine fark atardı. “Neden olsun ki, hürriyet nerede, insan orada’ dedi.

“Sevişiyorsan kimse görmesin istersin, ticaret yapıyorsan aldığın fiyat bilinmesin, cerrahsan kestiğin yer kanamasın, sobacıysan sacını işleyişini, kadın sporcuysan memelerinin sallandığı görülmesin istersin. Hatta fiziğe aykırı davranır, sallanmasınlar dersin. Otobüs neden sallanıyor? Viyadükten geçiyoruz tabi,  değil mi az kaldı İstanbul’a?” 

Uyuya kalıyor henüz adını öğrenemediğim yol arkadaşı. 

Aklıma Hannenah geliyor. Hannenah İran’lı bir kadın.  Tesadüfen havuzda çarpışarak tanıştığım.

Afedersiniz diyorum. “Afedersiniz?” diye bakıyor. Size çarptığım için diyorum. “Anladım” diyor…”Ben Türkiye’yi severim.” Türkiye’yi sevdiği için beni affediyor… 

Havuzda uzun sayılabilecek bir sohbete dalıyoruz. Penye bir bluz üzerine giydiği mayosuna ilişiyor gözlerim. “İşte ancak bu kadar yapabildim, ama size çok özeniyorum. Türkiye’de kimse kimseye karışmıyor. Kimi bikini giyiyor, kimi çarşafa bürünüyor. Hürriyet ne güzel bir şey” diyor. 

Her yıl periyodik gelirlermiş Türkiye’ye ve aynı otele. Üç oğlu var Hannenah’ın. İki yıl önce kaybettiği bir erkek kardeşi ve halen –iyi ki- hayatta olan bir de annesi.  

“Nereye gidersem gideyim, içim hep buruk hep bir şeyler, çok önemli bir şeyler eksik ve ben yarım bir mutluluk yaşıyorum eşim ve oğullarımla” diyor. Annesi dikkatimi çekmişti zaten, bütün gün havuz kafe de başörtüsü ve güneş gözlükleriyle oturuyordu.

Eşi bir eczacı. Çok kereler Hannenah’ın Türkiye’de yaşama isteğini reddediyor İran’lı kocası.

Akşam yemeği vakti yaklaşıyor. Hannenah’ın kocası bir an evvel bu sohbeti kesmesi gerektiğini işaret eden ok bakışlarını fırlatıyor. Ve afiyet olsun diyerek ayrılıyoruz… 

Ertesi gün gözlerim Hannenah’ı arıyor ve kara gözlü oğullarını. Birkaç cümlenin belini kırarız belki diye sabırsızlanıyorum. Arkadaşlarımın uyarılarına rağmen, korkmuyorum çekinmiyorum Hannenah’ın İranlı kocasından.

Havuzda  keyifle yüzerken gözlerim takılıyor bir anda. Hannenah’ın sıcak bakışlarıyla çarpışıyoruz bu defa. Beni masalarına davet ediyor. Tam da çay saati. Havuzda yüzmek için can attığım saatleri Hannenah ile sohbet edebilmenin heyecanı bastırıyor. Fotoğraf makinemi alıp gidiyorum. Eski İstanbul’un kokusunu buram buram yayan, vakur ve asil duruşuyla annesi ayakta karşılıyor beni. Elini öpüyorum, anne bu arada bir şeyler mırıldanıyor… Hannenah tercüme ediyor annesinin cümlelerini. “Türk kızı el öper babamdan bilirim.”

Ardından Hannenah ayaklanıyor. O da hazırlamış fotoğraf makinesini. Belli ki O’da yaşanacak anları ölümsüzleştirmek istiyor. Anne Türkçe bilmiyor. Farsça söylediklerini, tercümelerle biraz yazışarak biraz konuşarak anlaşmaya çalışıyoruz. Neyse ki küçük İbraham benim gibi tarzanca İngilizcesiyle bize destek veriyor. Öyle güzel bir gülüşü var ki İbraham’ın dudakları kımıldamasa da gözleri yetiyor.   

Kocasıyla nasıl tanıştıklarını sordum Hannenah’a. Hep merak ederim çiftlerin tanışma hikayelerini. “Tanışmadık” dedi. “Biz hiç tanışmadık. Ailesi geldi ve ben gittim ona”. Yani biz de ki görücü usulü diye tabir edilen yöntemle evlenmişler. 

İran’da kadın kimliğiyle yaşamak nedir, ne kadar zor ya da ne kadar kolaydır diye sordum.

“Zor ama sizin sandığınız gibi de değil. Mesela biz kendi başımıza, yani kocasız alış verişe gideriz bazen gece yarısı döneriz. Makyaj yaparız. İran’lı kadınların yüzde altmışı çalışan kadındır. Aslında eskiden sizin gibiydik. Sadece giyinişimiz farklıydı. Ama bu yönetim kötü oldu.”  diyor Hannenah batmak üzere olan güneşe yönünü çevirerek.

Yine de Türkiye’de yaşamak istiyordu. Hannenah, dedesinin İstanbul’lu olması nedeniyle Türkiye’yi sevdiğini sanıyor, “kan çekmek diyorlarmış sizde” diyordu. Ama onun asıl sevdiği hürriyetti aslında. 

Uzun uzun İran ve Türk kültürünü karşılaştırıyoruz. Tatlı bir sohbet sürerken Hannenah akşam yemeğinin yaklaşmış olmasının telaşını hissetmiş olmalı ki, fotoğraf makinesini eline alıyor. Oğullarından İbraham’a uzatıyor. Derken, eşi yaklaşıyor. Bir önce ki gün bakışlarıyla beni ürküten İran erkeği, sımsıcak bir gülücükle makineyi eline alıyor ve resmediyor İran ve Türk kadınını. 

Hiçbir riski istemiyor Hannenah ve bu nedenle bir daha, bir daha resmimizi çekmelerini istiyor kocasından  “Seni çok sevdim Nur, İran’a gel” diyor. “Ama unutma! Sınır da örtünmen gerekecek.” Memnuniyetle karşılıyorum bu isteğini. 

Bakıyorsunuz, aslında insanlar aynı hepsi birbirine benziyor. Bir tek noktada fark görüyorsunuz, o da küçük kentte yaşadığınız zorlukları, imkânsızlıkları ve metropol kadını olmanın zorlukları ve imkansızlıklarını anlattığınızda ki yüz ifadesi. Marslı görmüş gibi bakıyor.

Misal ben metropol kadınının anlattıkları karşısında zaten iri olan gözlerimi kontrol edemiyorum. Şaşkın, neye benzeteceğini bilmeyen, ya da yeni bir kelime öğrenen çocuk gibi affedilesi bir şirinlik içinde dinliyor ya da duyuluyorsunuz. 

Örf adet adı altında sömürü bütün Doğu’da var ve bu çoğunlukla kadınlara uygulanıyor kabul. Ülkede, hatta dünyada ciddi oranlarda dejenerasyon var farkındayım bunun elbet. Bilinçaltımız öylesine zarar görmüş ki, şimdi sevimli bir şehri korku filmi izler gibi izliyoruz. Adını bir türlü öğrenemediğim otobüs arkadaşım gibi. Evet sadece izliyoruz. Bolu’yu örneğin. O güzelim memleketi, o canım Bolu’yu… 

Bir dolu kadın tanıdım, Oscar almış bir gerilim filminden bahsettiğini sanırsınız. Çekici ama dokunulmaması gereken, kısıtlayıcı ama kelepçelenmemesi gereken, var olmak isteyip ama sadece bir siluet olarak kalan. Gitmek,  ama aynı zamanda da kalmak isteyen. 

Anlaşılası değil bunlar, eğer düz mantık bakıyorsanız meseleye. Bir gerçek var ki din, örf adet ve kemikleş(tiril)miş alışkanlıklar adına kadını, kasaba ya da köy, büyük ya da küçük şehirlerde, tırnaklarını ağır ağır söker gibi, saçlarını tel tel koparır gibi, maksi eteğine taşları tek tek doldurup, ne kadar ağırlaşacağını çaktırmadan kadının yok edilmeye çalışıldığı gibi. 

Ne denmeli şimdi? 

Adım keşke Hannenah değil, İbraham olsaydı mı?

 

 

                                                  

  
 Nurcan Kalkan
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar