Kurban,
bu otelde rezervasyon yaptırmıştı. Bunu, şimdilik sadece o biliyordu. Onun odasının
manyetik kart anahtarı da cebinde olduğuna göre, huzur içinde arkasına yaslanıp
vanilyalı sigarasından derin bir nefes çekebilirdi. Seviyordu bu köprüler ve
kanallar şehrini; kimbilir kaçıncı gelişiydi. Burada, kendini garip bir şekilde
güvende hissediyordu. Kuşkusuz yıllar önce üniversiteyi bu şehirde okumasının, o
günlerin zihninde yer eden anılarının da bunda hatırı sayılır bir etkisi vardı.
Hele şimdi, yeni yıl için tüm mağazalar, köprüler, meydanlar, renkli ışıklarla,
çiçeklerle süslenmiş, şehir makyajını tazelemiş eski bir sevgili edasıyla ona
yeniden kucak açmıştı. Özel terzisinin elinden çıkma takım elbisesinin içinde,
otel lobisinde müzik dinleyen orta yaşı geçkin bu şık adamın, böyle bir şeyi
yapacağından kimse şüphe edemezdi. En başta da, elindeki konyağı yudumlarken
karşı köşeden onu davetkâr bakışlarla
süzen şu alımlı genç bayan… Uyku mahmurluğundaki o yarı aralık gözlere aldırmadı;
iç disiplinine her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı vardı. İşin
başarısızlığa uğramaması için bu çok önemliydi.
Bu kez başaracaktı. Kapana kıstırmıştı; daha önce -iki kere- olduğu gibi
kaçmasına izin vermeyecekti. Bu, onun
için artık hayati bir öncelik kazanmıştı. Belki de bu nedenle diğerlerinden
farklı olarak, son işini sırf zevk olsun diye yapacaktı. Burada bitmeliydi.
Kesin! Pürüzsüz. Son birkaç yıldır
içindeki burgaç derinleşmiş, göğüs kafesinde zehirli bir kemirgen besler gibi
onu iyiden iyiye rahatsız eder hale gelmişti. Uykuları, o bilindik yüzlerle tam
bir kâbusa dönüşüyordu. Onun rüyalarında, diğer insanlardan farklı olarak
herkes tanıdıktı. Ölüme dair tüm
sırları, beyninin lopları arasında taşıyan bir ‘son bakış’ koleksiyoncusuydu.
Sürekli olarak izleniyor paranoyasında olmak ise, izlenmekten çok daha bunaltıcıydı.
Bunca zamandır bin bir emekle ördüğü benliğinin granit katmanlarında, duygusal
gedikler açılmaya başlamıştı. Gücünü kaybettikçe insan sadece refleksleriyle
yaşıyordu. Oysa o, bugüne dek hep bilgilerine, sezgilerine güvenmişti. Bu
lobinin dört çıkışının bulunduğunu bilmesi, Noel Baba kılığındaki piyanistin
solak olduğunu anlaması, çaprazında oturan adamın, arkadaki süslü sarışını
takip eden -muhtemelen yaşlı koca tarafından tutulmuş- polis emeklisi bir
dedektif olduğunu farketmesi de, tamamen deneyimlerinden kaynaklanıyordu. Ama
artık istem dışı bu algılamalardan, kaçıp kovalamalardan yorulmuştu. Elindeki
konyak kadehinin ardından hâlâ kendisini süzmekte olan genç kadının iç çamaşır
giymeyi pek sevmediği açıkça belliydi. Onun, zengin otel müşterilerini avlayan
bir profesyonel olduğunu anlamak için ise, kendisininki gibi özel bir geçmişe
ihtiyaç yoktu.
Gücünü,
zaaflarını hep kontrol etmişti. Hayatın en sıradan reflekslerinden biri de aşktı. O, mesleği gereği ruhunu buna asla
hazırlamamıştı. Aşk zayıflıktı. Algıları sıfırlayan bir beyin karartmasıydı. Kimseye âşık olamayacağını biliyordu. Bu
anlamda kaderi, karşısında ona bacaklarını cömertçe açan şu kadından farklı değildi;
hiçbir zaman ikinci hayatları olmayacaktı. Başka bir şehirde onu bekleyen kadın
da unutacaktı sonunda… Başka çaresi yoktu. Nasılsa bu iş bittiğinde kendisine
âşık olan kadına ait hiçbir şey hatırlamayacaktı.
Genelde kurbanlarını tanımak
istemezler; bu rüyaların kâbusa dönüşmemesi için pratik bir önlemdir. Oysa tanımayınca her şey daha zor olur. O,
ilkelerine her zaman bağlıydı.
Mesleğinde sivrilmesinde kuşkusuz bunun ayrı bir önemi
vardı. Avını bu kez her zamankinden çok daha iyi tanıyordu. Dersini iyi
çalışmıştı. Geçmişi, serveti, merakları… Hatta gelecekte işleyeceği günahları konusunda
bile bilgi sahibiydi. Şu an için artık bir ayrıntı olarak görünse de, ona
hazırladığı sonu, kurban gerçekten hak etmişti.
Geriye kalan tek soru, ‘neyle’ ve ‘nasıl’
yapacağı idi. Tabanca, otel odasında kesinlikle uygun değildi; içeri sokması da sorun olabilirdi.
Filmlerdeki o meşhur banyo sahnesi
aklına geldi; sok küvete, bitir işini!... Şimdiye dek hiç denememişti. Ama yüzlerce böyle cinayet vardı. Failleri hep yakalanmış
olsa da sonuçta onlar filmdi. O filmlerde, katil ne kadar zeki görünürse
görünsün eninde sonunda kendini ele verecek bir ipucunu, mutlaka cinayet
mahallinde bırakacak sapıklardan seçilirdi. Belki bazı sapkın eğilimleri olduğu
söylenebilirdi; ama kesinlikle aptal değildi. Önemli olan hangi Peter’ın
görevlendirileceği idi… Eğer komiser rolü, Peter Falk yerine Peter Sellers ’a verilirse şansı oldukça artabilirdi.
Gülümsedi. Yine de küvetten vazgeçti. Stili değildi. Kişiliksiz bir yöntem olduğunu
düşündü. Daha yaratıcı bir şey bulmalı, kusursuz bir görünüm sunmalıydı. Kurban,
her şeyin en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğünden, başka seçeneği
kalmadığından emin olarak direnmeden teslim olmalı; odada en ufak bir mücadele
izine rastlanmamalıydı. Şehrin pahalı
döşenmiş postmodern dairelerinde ara sıra menekşe renkli cesetler bulan buruşuk
pardösülüler ile onların bulduklarını, mayonezli tavuklu sandviçlerini yerken kesip
biçen adli patologlar bile, gördükleri ‘iş’ karşısında çenelerini hafifçe
kaşırken, aynı şeyi söylemeliydiler:
‘Hayranlık uyandıracak kadar saygıdeğer!…’
***
Bıçak!
Eskiden beri severdi bıçağı. Çocukken ilk çakısını bildiği her şeyi ona
öğreten
amcası hediye etmişti. Sapı nasıl da parlıyordu; midye
kabuklarının sedefi, güneşte nasıl parlarsa; öyle! Ya ilk
gençliğinin unutulmaz
Sürmene Sustalısı!... Tüm arkadaşları hayrandı ona. Sapın
ucundaki metal yaya
dokunduğunda: Çıt! Sapın içinden keskin uçlu
çelik namlu hızla fırlıyordu. Yukarı
mahalle ile eski kömür deposunda kapıştıkları gece
düşürmüş, kırık burnundan
damlayan kana aldırmaksızın gün ışıyana dek aramıştı…
Vücudundaki tek iz, yine
bir çeliğin, sol memesinin başını uçuran
öpücüğüydü. Döktüğü değil ama,
bir
kadın için akıttığı son kan… Bir daha hiç
kapışmadı aşk için; gizli bir anlaşma
yapmış gibi kendi yollarına gittiler.
Evet, en sadık çocukluk arkadaşıyla
halledecekti. Yıllar sonra yine ona, son kez
işi düşmüştü. Tek bir çizikle direk şah damarını hedef almalıydı. Sessiz. Acısız. Acısız olması yaranın
namusuydu. Bu denli yarıklar öldürücü olmasına rağmen sıcağı sıcağına pek hissedilmezler.
Bıçak iyi kullanılmışsa acıdan önce ölüm gelir. Bıçağın asaleti de bundandır! Acemilik
kaldırmaz. Hele kararsızlık asla! Bilene yakışır sadece; diğerlerinin üstüne
bulaşır.
Kurbanın
nefesini hissedecek kadar yaklaşmak gerekir. Asıl bunun için bıçakla yapacaktı; çünkü o anın hazzını en küçük
ayrıntısına kadar yaşamak, onun tüm tepkilerini, yüzündeki en küçük sinirsel
gerilmeyi saniye saniye hissetmek istiyordu. Bu işte suç ortağı olacak o keskin dilli dostu da en az kendisi
kadar kusursuz olmalıydı. El yapımı, usta
tezgâhından çıkma... Sanatkârı, alacağı canla günahkâr bir
ruhu özgürleştireceğini düşünerek sap demirini eğelemiş, bir gün deleceği
deriyi, kâğıt gibi keseceği damarı düşleyerek çeliğine su vermiş olmalıydı.
Ancak böyle bir bıçak, sapından kavrayandan çok, ölenin dostu olabilirdi.
İşçiliğinin kusursuzluğu, kurbanının bir an önce canını almakla eşdeğerdi çünkü.
En
fazla yedi santim, en çok on saniye… Neyin, nasıl olduğunun algılanmasına bile fırsat vermeyen bıçağın bahşettiği, ihtişam,
cesaret, saygı ise, bahşedilenin ödülü acısız, erken ölümdü!
İhtişam; bıçağın ipince çizgisiyle yeteneği, yaşamı kutsadığı
en zarif ölüm!
Cesaret; bıçağın korkuyla hazzı göz göze koyarak, dehşete
meydan okuması!
Saygı; bıçağın katile de kurbana da verdiği beş bin yıllık
onur!
Karanlıkta kahpece ışıldayan bıçak ise, soysuzluktur; bir
gün mutlaka sapından kavrayanın sırtına
saplanır!
***
Onu
tanıdıkları için bıçağı otele sokmak hiç sorun olmamıştı. Otel güvenlik görevlisinin
önüne koyduğu kâğıtları imzalayarak bıçağın sertifikasını göstermesi yeterli
olmuştu. Adam odaya özel kasa bile önermişti. Ne hoş! Bıçak da bir sanat
eseriydi. Gerçek bir antika. İrlandalı ustası muhteşem bir iş çıkarmıştı. Üç
yüz yirmi yıllık o kadim keskinliği test etmek, onu hem heyecanlandırıyor hem ürpertiyordu.
Elinde koyu lacivert kadife bir kutuyla
sekizinci katta asansörden indi. 802-840 sol taraf…
838… 836… 834...
Köşeyi dönünce kat görevlisiyle burun buruna geldi:
“Mutlu yıllar efendim!”
“Mutlu yıllar.”
Adam, erken bir kutlama için odalardan birine şampanya
yetiştirmeye çalışıyordu. Yüzündeki anlamlı tebessüme, abartılı telaşına, şişenin
üzerindeki ucuz etikete bakılırsa, şampanya, birazdan lobideki profesyonel tele
kızlardan birinin boğazından akıp gidecekti.
828… 826…
Koridor şimdi bomboştu.
818… 816… 814…
806’nın önünde durdu. Bekledi. Çıt çıkmıyordu. Tüm iç
seslerini susturdu. Cebindeki kartı çıkarıp kilitten geçirdi. Kırmızı! ‘Hay
Allah!’ Sakin olmalıydı. Derin bir nefes aldı. Bir daha denedi. Bu kez daha yavaş geçirdi: işte, o minik yeşil ışık!
Yavaşça içeri süzüldü. Bir an kapıya baktı; çıkıp gidebilir, bir daha bu odayı
hiç anımsamadan yaşamına devam edebilirdi. Ama onu, bu anılarının şehrine sürükleyen
huzursuzluk, bu odadan gitmesine engel olacak kadar güçlüydü. Hem çıkıp gitse
bile, o garip iç bunaltısı, peşi sıra gelmeyecek miydi?... Paltosunu çıkardı,
yatağa attı. Kadife kutuyu açtı; bıçağın çeliği odanın solgun ışığında dahi göz
kamaştırıyordu. Bara özel konuklar için konan şişeden iki parmak Silver Jack
koydu. İri bir yudum aldı. Salondaki masaya oturdu. Çekmeceyi çekti, mektupluğu
çıkardı. Kısa bir not yazdı. Masanın üzerinde güzel bir kadın fotoğrafı vardı. Sarı
saçlarını yandan toplamış, kurbanın beline sarılarak başını omzuna yaslamıştı.
Sevgiyle gülümsüyordu.
Soyundu; başlangıçta ‘işi’ burada halletmeyi
düşündüğü küvete girdi. Suyu açtı, ılıştırdı. Viskini küvette yudumlamaya devam
etti. Havluyu sıcak suya tutup suyunu süzdü; yüzüne örttü. Bir süre öylece durdu.
Gözlerini yummuş, yüzünden bedenine yayılan sıcaklığın keyfini çıkarıyordu. İşi tamamlamak için
kendini bir kez daha kalmaya ikna etti. Açıkçası fazla çaba harcamadı bunun için. Bu gece bitmeli; bir an önce
özgür kalmalıydı. Günlerdir bu anı
bekliyordu. Zihninde kimbilir kaç kez sahne sahne canlandırmış, inceden inceye
planlamıştı. Kurbanın dolabını açtı. İtalyan yaka,
manşetli, beyaz, ipek bir gömlek seçti. Açık
füme, duble paça İngiliz gabardin pantolon, lacivert, çift yırtmaç
kaşmir bir ceket… Aynaya baktı; gözlerinin kenarındaki çizgilere, kırlaşmış
saçlarına rağmen hâlâ formda sayılırdı. Yangın dedektörünü sigara paketinin
jelatin kılıfıyla örtüp kendine ait ne kadar belge, fotoğraf varsa -o sarışın
kadınınki de- hepsini küvetin içinde yaktı. Artık hazırdı. Viskisini tazeleyip
camın önündeki geniş deri koltuğa kuruldu. Yanındaki sehpada İrlandalı suç
ortağı parıldayarak göz kırptı ona. Fildişi sapında İrlanda’nın arması olan ‘lir’
kabartması açık seçik görülüyordu. Namlusu on beş-yirmi santim kadar vardı.
Bileziğin dibindeki çelik üstünde ‘L.A’ harfleri okunuyordu. Ustasının veya adına
yapıldığı ilk sahibinin ismi diye açıklamıştı antikacı. Bıçağın ucuna dek boydan
boya derin bir kan oluğu uzanıyordu. Çeliğin iki yanı da çok keskindi. Dükkânda
elini bıçağın sırtında gezdirirken farkında olmadan parmağını kesmişti.
Antikacının meraklı bakışlarına karşın parmağını alelacele mendiliyle sararken,
cam rafın üzerindeki bu görkemli sivriliği pazarlık yapmadan alıp çıkmıştı. Bu
doğru bıçaktı!
Şimdiden vefalı bir dost!...
Ay ışığının altında, karşı kıyıdaki saray kulelerinin siluetleri gökyüzünü
dört bir yandan hançerliyor, bu
yaralardan sızan pırıltılı mavilik nehre damlayarak onu gümüşi bir köprüye
dönüştürüyordu. Bu oynak taşların üzerinde, gölgeler halinde kayan, hâlâ tek
tük mavnalar vardı. Belki de bu beyaz ve soğuk gecede, nehir de esrarengiz bir
yere doğru akıyordu. Saatine baktı; sabırsızlanmıştı. Koridordan bir kadının
isterik kahkahası duyuldu. Kalabalık gülüşmeler… Dikkat kesildi: üç erkek, iki
kadın… Yaşları kesinlikle kırkın üstünde! Gürültülü konuşmalar, kıkırdayışlar
geldikleri gibi yavaş yavaş uzaklaştı. Her dakika bir riskti. Beklenmedik bir
şey olup bütün bu hazırlıklar boşa çıkabilirdi. Elini çabuk tutmalıydı. Son
yudumu aldı. Zaman gelmişti. Kalktı; muhteşem manzaralı süit odadaki müzik
setine, kurbanın köşede duran kahverengi nubuk çantasından aldığı o CD’yi
koydu. Bıçağın lekesiz çelik aynasında kendini son kez seyretti. Şehir de onun
gibi aynı titizlikle hazırlanıyordu.
Nehir,
son gümüşüne dek akmaya devam etti. Az önce üç yüz yirmi yıllık ‘İrlanda İşi ’ antika bir bıçağın özgür
kıldığı o koyu kırmızı sıvının, İtalyan yaka beyaz
gömleğe süzülerek aktığı gibi. Ustaca, tek bir hamleyle oturduğu
yerde şah damarını koparmayı başarmıştı.
Beyaz gömlekteki hâle hızla büyürken şehrin
bütün saatleri gece yarısının gonklarını çılgınca çalmaya başladı. Aynı anda meydanlardan
renkli havai fişekleri
gökyüzüne yükseldi. Ama en renklileri bile ayın seviyesine
yükseldiğinde saydam bir acizliğe bürünüp eriyorlardı. Renkler, damarın çeperini
son kez yalayarak özgürlüğe oluk oluk akan kızıllık gibi, ayın izin verdiği
kadar seçiliyordu. Odanın içinde şimdi sadece Shirley Bassey’in karşısına çıkan tüm yüzeyleri okşayıp eriten
sesi vardı:
‘Killing Me Softly!’
Salondaki masanın üstünde ise, şu kısa not:
“Sahip olduğum bir yüz, bir isim yok. Anlamsızım.
Karşımdaki o gümüşi köprüden yürüyerek gidiyorum. Bu bir yengi veya bozgun
değil… Sadece tanıdık bir müşteri tarafından parası peşin ödenmiş, kusursuz, son
bir iş. Hepimiz, birbirimizin ölümünden sorumluyuz.”
|