-Önsöz-
Wolfgang Sachs
Geride bıraktığımız ve artık sona ermek üzere olan
son kırk yıla kalkınma çağı denilebilir. Kalkınma çağının ölüm ilanını kaleme
alma vakti gelmiş bulunuyor.
Savaş sonrası dönemde gelişmekte
olan ülkelere bir yönelim vermiş olan ‘kalkınma’ fikri, denizcilerin yollarını
bulmasını sağlayan yüksek deniz fenerleri gibi eskimiş olarak fakat dimdik
ayakta duruyor. Sömürgecilik bağımlılığından kurtulduktan sonra Güney’in
demokrasileri de, diktatörlükleri de, kalkınmanın, kendilerinin en önemli esin
kaynakları olduğunu ilan ettiler. Aradan kırk yıl geçtiği halde devletlerin ve
vatandaşların gözleri hâlâ eskiden olduğu kadar uzakta ışıldayan bu kalkınma
fenerine sabitlenmiştir: bu amaca ulaşmak için harcanan bütün çabalar ve verilen
her kurban meşru kabul edilmiş olduğu halde, bu göz alıcı ışık artık yavaş
yavaş karanlığın içinde gerilemeye başlamıştır.
Kalkınmanın deniz feneri İkinci
Dünya Savaşı’ndan hemen sonra inşa edildi. Avrupalı sömürgeci devletlerin
çökmesinden sonra ABD, kurucu babalarının vasiyet ettiği ‘yol gösteren fener’
olmak görevine dünya çapında bir boyut kazandırma fırsatı buldu. Kalkınma
fikrini ABD ortaya attıktan sonra bütün ülkelere kendisini izleme çağrısında
bulundu. Bundan sonra Kuzey ile Güney arasındaki ilişkiler bu kalıba uygun
olarak sürdürülecek; ‘kalkınma’ cömertlik, rüşvetçilik ve Güney’e ilişkin
politikaların özelliği olan baskının karışımı bir genel çerçeve içinde
gerçekleşecekti. Yaklaşık yarım yüzyıl boyunca gezegen üzerinde iyi komşuluk,
‘kalkınma’ kavramı ile birlikte düşünüldü.
Ancak günümüzde deniz fenerinde
artık derin çatlaklar oluşmuştur ve bu fener yıkılmak üzeredir. Kalkınma fikri
entelektüel ortamda yıkıntı haline gelmiş bulunmaktadır. Hayaller ve düş
kırıklıkları, başarısızlıklar ve işlenen suçlar kalkınmanın sürekli yol
arkadaşları olmuşlardır. Bunların hepsinden aynı masalı duyarız: kalkınma
gerçekleşmiyor. Öte yandan, kalkınma fikrini bir mancınık gibi yükseklere
çıkarmış olan tarihsel koşullar da ortadan kalkmıştır ve artık kalkınmanın modası
geçmiştir. Ancak hepsinden önemlisi, bu fikri bayrak gibi dalgalandıran umut ve
arzuların artık tükenmiş olmasıdır: kalkınma artık eskimiş bir fikirdir.
Orada öylece durmakta olan yıkıntı
bir sınır taşı gibi manzaraya hâkim konumdadır. Bir yığın kuşkuya ve
huzursuzluğa karşın kalkınma konusundaki lafazanlığa, sadece resmi
açıklamalarda değil; halk hareketlerinin beyanlarında da rastladığımız için
artık bu zihniyetten kurtulmanın zamanı gelmiştir. Bu kitabın yazarları,
beyinlerimizi yeni buluşlar için temizlemek amacıyla artık nefes alıp vermeyen
bu fikre isteyerek ve kesin olarak elveda diyorlar. Yıllar boyunca biriken teknik raporlar,
kalkınmanın gerçekleşmediğini göstermektedir; yürütülen çok sayıdaki siyasi
araştırma, kalkınmanın adaletsizliklere yol açtığını kanıtlamıştır. Bu kitabın
yazarları kalkınmayı teknik bir uygulama ya da bir sınıf çatışması olarak değil
insan aklının bir tasarısı olarak incelemektedirler. Çünkü kalkınmanın
toplumsal-ekonomik bir çabadan çok daha fazla bir şey olduğu artık anlaşılmış
bulunmaktadır. Kalkınma, bir gerçeği biçimlendirme anlayışı, toplumları
rahatlatan bir masal, tutkuyu dizginlerinden boşaltan bir hayalden başka bir
şey değildir; ama algılar, masallar ve hayaller, deneye dayanan sonuçlardan ve akıl
yürütmenin vardığı sonuçlardan bağımsız olarak yükselir ve alçalırlar. Algılar,
masallar ve hayaller yanlışlıkları ya da doğrulukları kanıtlanmış olduğu için
değil;
umuda gebe oldukları için ortaya çıkar ve yok olurlar ya da bunların
çözümlenmesi gereken konu ile ilgili olmadıkları anlaşılır.
Bu kitap ile kalkınmaya ilişkin
inançların, bu inançların tarihsel gelişimlerinin ve kaçınılmaz sonuçlarının
eleştirel bir dökümü sunulmakta ve böylece bu inançlarla ilgili algısal ön
yargıların, bu inançların tarihsel bakımdan cahilce olduğunun ve hayal gücü
kısırlığının gün ışığının aydınlatıcılığıyla açıklığa kavuşturulması
amaçlanmıştır. Bu kitapta yeni bin yıla
girmekte olan insanlığın önünde duran ciddi sorunlara cesurca yanıtlar
verebilmek için kalkınma inancından kopma çağrısında bulunularak insanın hayal
gücünün özgürleşmesi sağlanmaya çalışılmıştır.
Harry S. Truman’ın 20 Ocak 1949’da
başkan seçildikten sonra yaptığı konuşmada Güney yarımküresini ilk kez
‘kalkınmamış bölgeler’ olarak tanımlamasıyla başlayan bu özel tarihsel döneme,
biz, kalkınma çağı adı verilmesini öneriyoruz. Bu ‘geri kalmışlık’ yaftası
tuttuktan sonra hem Kuzey’in ateşli müdahalecileri için hem de kendine acıyan
Güney’liler için bir bilgisel dayanak sağladı. Ancak bu yafta nasıl bir anda
doğduysa daha sonra gene aynı şekilde bir anda yok olabilir; kalkınma çağı,
çöküş dönemine girmiştir. Çünkü kalkınmanın dört temel dayanak noktasının
aslında üzerine bindirilen yükü kaldıramayacak kadar zayıf olduğunu tarih
kanıtlamıştır.
İlk olarak, Truman’a göre ABD’nin,
öteki sanayileşmiş ülkelerin yanında toplumsal evrim tablosunun en tepesinde
yer alıyor olması doğaldı. Günümüzde ise bu üstünlük önermesi kötüleşmiş
ekolojik koşullardan dolayı kesinlikle paramparça olmuştur. ABD’nin hâlâ
kendisini öteki ülkelerden daha ileri hissediyor olmasına karşın, yarışın bir
cehennemle sonuçlanacağı çok açık. Teknoloji, yüz yılı aşkın bir süredir
insanı, terden, zahmetli işlerden ve gözyaşından kurtaracağı vaadinde
bulunmaktadır. Günümüzde, özellikle zengin ülkelerde, bu umudun basit bir
hayalden başka bir şey olmadığı herkesin titizlikle sakladığı bir sırdır.
Unutulmamalıdır ki, sanayiyi temel
alan toplumsal sistemin ürünleri hemen hemen hiç paylaştırılmamaktadır ve
günümüzde, dünyanın bir milyon yılda biriktirebildiğini bir yılda tüketilmektedir.
Öte yandan bu şahane üretkenliği, üretilen devasa boyutlardaki fosil enerjinin
beslediği bilinmektedir. Yeryüzü, kazılarak sürekli olarak yaralanmaktayken,
üzerine sürekli olarak bir zararlı maddeler yağmuru düşmekte ya da atmosfere zararlı
maddeler yükselmektedir. Bütün ülkeler sanayileşme örneğini ‘başarıyla’ izlemiş
olsalardı bugün çöp ya da atık deposu olarak kullanmak üzere beş ya da altı
gezegene ihtiyacımız olurdu. Bundan dolayı ‘gelişmiş’ ülkeleri model almak hiç
doğru değildir; bu ülkeler, insanlık tarihinin belirli bir anında, büyük
olasılıkla, doğru yoldan sapmış ülkeler olarak görüleceklerdir. İlerlemenin
yönünü gösteren ok kırılmıştır ve önümüzde parlak bir gelecek görünmemektedir:
gelecek, içinde vaatlerden çok tehditler taşımaktadır. Bir hedefe yönelme
duygusu sönüp giden insandan, kalkınma gibi bir fikre inanmasını bekleyebilir
miyiz?
İkinci olarak, Truman, ABD’nin
kesinlikle birinci sırada yer alacağı huzurlu bir dünya düzeni tasarımını
sunabilmek için kalkınma fikrini ortaya atmıştır. Kapitalist olmayıp da
sanayileşmiş ilk ülke olan Sovyetler Birliği’nin etkisinin yükselmesi; Truman’ı
komünizmle mücadelesini sürdürebilmesi için sömürgelikten kurtulmuş ülkelerin
bağlılığını sağlayabilecek bir gelecek tasarımı ortaya atmak zorunda
bırakmıştır. Kalkınma, kırk yıl boyunca siyasi sistemler arasındaki rekabetin
silahı olmuştur. Artık Doğu-Batı çelişkisi duraklamıştır ve Truman’ın küresel
kalkınma projesi kaçınılmaz sonucuna ulaşarak ideolojik gücünü yitirmiştir ve
siyasi bir enerjiden de yoksun kalmıştır. Tarihin hurdalığı, dünya çok
merkezlileştikçe, içine atılacak ‘Üçüncü Dünya’ kategorisini beklemektedir.
Bilindiği gibi bu kategori, 1950’lerde Fransa tarafından iki süper devletin
uğrunda savaşa hazır olduğu bölgeler anlamında kullanılmıştır.
Son zamanlarda yeni kalkınma
çağrıları geç de olsa gündeme girmiştir. Öte yandan Doğu-Batı ayrımı,
zengin-yoksul ayrımı içinde erimektedir. Ne var ki, böyle bir ortamda kalkınma
projesinin karakteri tamamen değişir: önleme, kalkınmanın amacı olarak
ilerlemenin yerini alır; artık uluslararası gündemin en önemli konusu
zenginliğin yeniden paylaşımı olmaktan çok risklerin yeniden paylaşımıdır.
Kalkınma konusunun uzmanları, uzun zamandan beri vaat edilen sanayi cenneti
konusunda omuz silktiler, fakat göçmen selini engellemek, bölgesel savaşları
durdurmak, yasa dışı ticareti ortadan kaldırmak ve çevresel felaketlerin önünü
almak için de ellerinden geleni yapmaya çalıştılar. Bu uzmanlar, günümüzde de
bütçe açıklarını belirleyip açıkları kapatmakla uğraşmaktadırlar ama Truman’ın
kalkınma vaadi artık tepetaklak olmuştur.
Üçüncü olarak, kalkınma dünyanın
çehresini değiştirdi ama bu değişiklik istenen tarzda olmadı. Truman’ın
projesinin gezegen boyutunda bir hata olduğu artık ortaya çıkmıştır. Nitekim
Kuzey ülkeleri 1960 yılında Güney ülkelerinden 20 kat daha zengindiler, bu
rakam 1980 yılında 46 kata çıkmıştır. Montezuma’nın Cortez’i kucağını açarak
karşılamak gibi bir hatası nasıl ölümcül bir sonuç doğurduysa, rakiplere dünya
ölçeğinde ‘yetişmeye’ çalışmak da ölümcül bir yanılgıdır dersek abartma yapmış
olur muyuz acaba! Birçok Güney ülkesinin gaza basmış olduğu elbette doğrudur
ama Kuzey’in bu ülkeleri çok geride bırakmış olduğu da bir hakikattir. Bunun
nedeni açık: bu tür bir yarışmada zengin ülkeler diğerlerinden her zaman daha
hızlı ilerleyeceklerdir. Zira zengin ülkelerin savunusunu yaptıkları en
gelişmiş teknolojiler zamanla değerini yitirir. Zengin ülkeler eskitme
yarışmasının dünya şampiyonudurlar.
Bu ülkelerde toplumsal kutuplaşma
da vardır; gerçek gelirlerin düşmesi, sefalet ve umutsuzluk gibi olumsuzlar bu
ülkelere yabancı değildir. Geleneksel insanın modern insana dönüştürülmesi
seferberliği başarısızlığa uğramıştır. Eski tarzlar iflas etmiştir, yeni
tarzlar ise hayata geçirilebilir olmaktan uzaktır. İnsanlar kalkınma
kilitlenmesine yakalanmışlardır. Tohum almak zorundaki köylünün parası yoktur,
çocuklu bir kadının köyündeki başka bir kadından ya da bir hastaneden yardım
alma imkânı yoktur; kentte kâtiplik yapma becerisi olanlar maliyetleri kısma önlemlerinden
dolayı kapıya konmaktadır. Bu insanlar, sığınmak istediği ülkeden ret yanıtı
almış, gidecek yeri olmayan göçmen gibidirler. ‘İleri’ sektörün kabul etmediği
ve eski tarzlarla ilişkileri kopmuş olan bu insanlar kendi ülkelerinde göçmen
gibi yaşamak zorunda kalmakta, geleneksel olanla modern olan arasındaki
tehlikeli bölgeye girmek zorunda bırakılmaktadırlar.
Dördüncü olarak, daha başından
kalkınmanın yanlış yorumlanmış bir teşebbüs olduğu kuşkuları artmaktadır.
Aslında korkulması gereken kalkınmanın başarısızlıkla değil, başarıyla
sonuçlanmasıdır. Tamamen kalkınmış bir dünya acaba nasıl bir dünya olurdu?
Bilmiyoruz, ama sıkıcı ve tehlikelerle dolu bir dünya olacağı kesin. Kalkınma
yoluyla belirli bir gelişmişlik düzeyine gelmeye çalışacak devletler
birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içinde olacaklar ve dünya bunun yaratacağı
sıkıntıları ve tehditleri yaşamak zorunda kalacaktır. Tuaregler, Zapoteco-lar
ya da Rajasthaniler, farklı ve mukayese edilmesi gereksiz yaşama tarzları
içindeki topluluklar olarak değil; gelişmiş ülkelerde başarılmış olanlara sahip
olmayan topluluklar olarak görülmektedirler. Gelgelelim, bu toplulukların
tarihsel görevinin gelişme olduğu ilan edildi. Başlangıcından itibaren
kalkınmanın gizli bir gündemi vardı: dünyanın batılılaştırılması.
Sonuç, farklılıkların büyük ölçüde
kaybedilmesi oldu. Dünyanın her tarafında bayağılaştırılmış mimari, giysiler ve
günlük kullanım için üretilen nesnelerin görüntüsü sanki gözlerimize
saldırmaktadır. Dillerin, geleneklerin ve özel jestlerin yarattığı çok
renkliliğe artık
hemen hemen hiç tanık olmuyoruz; arzuların ve düşlerin tek tipleştirilmesi ise
toplumların bilinçaltında çok derinlere yerleştirilmiştir. Piyasa, devlet ve
bilim en değerli evrenselleştirici güçler haline geldi. Reklâmcılar, uzmanlar
ve eğitimciler hükümranlıklarını acımasızca genişlettiler. Montezuma’nın
çağında olduğu gibi, fatihlere sıcak karşılama törenleri düzenlendi, ancak
bütün bunlar, fatihler için kendi zaferlerini kutlamaktan başka bir anlam ifade
etmedi. İnsanın düş gördüğü ve eylemde bulunmasını sağlayan zihinsel alanın
büyük bir kısmını Batı’nın imgeleri işgal etmiş bulunmaktadır. Kültür alanında
geride bırakılmış olan tek kültürlülüğün geniş saban izleri, bütün tek biçimli
kültürlerde olduğu gibi, hem çırılçıplak kalmıştır hem de tehlikelidir. İnsan
olmanın sayılamayacak kadar çok çeşitliliği yok edildi ve dünya maceradan ve
sürprizden yoksun bir yer haline getirildi. “Öteki”, kalkınma ile birlikte
ortadan kalkmıştır. Öte yandan, yaygınlaşan tek biçimli kültür, endüstriyel ve
büyümeye yönelmiş toplumlar için yaşama şansı olan seçenekleri aşındırdı ve
insan soyunun, yaratıcı yanıtlarla farklılıkların var olacağı bir gelecekle
kucaklaşma yeteneğini felç etti. Kültürel evrim potansiyeli son kırk yıl içinde
çok düşmüştür. Yok olmamış kültürel evrim potansiyelinin, varlığını kalkınmaya
rağmen korumuş olduğunu iddia edersek sanırım abartmış sayılmayız.
Kalkınma fikrine hayat vermiş olan
tarihsel koşulların çoğu Truman’ın azgelişmişlik kavramını icat etmesinden kırk
yıl sonra ortadan kalktı. Kalkınma, günümüzde amip gibi şekilsiz ve kökünden
sökülüp atılamayacak
bir kavram haline gelmiştir. Kalkınma kavramının sınırları o kadar belirsizdir
ki hiçbir şey ifade etmemektedir. Ancak kalkınma fikri insanda iyi niyetlilik
çağrışımı yaptığı için her yere yayılmaktadır. Bu fikri IMF ve Vatikan, silahlı
devrimciler, saha çalışması yapmakla görevli Samsonite ayakkabılı uzmanlar
ayakta alkışlamaktadırlar. Kalkınma kavramı içerikten yoksundur ama elbette bir
işlevi vardır: kalkınma her türlü müdahalenin yüksek bir amaç adına
kutsallaştırılmasına yarar. Bundan dolayı birbirine düşman olanlar bile aynı
bayrak altında birleşirler. Bu kavram öyle bir ortak zemin yaratır ki, sağ ve
sol, seçkinler ve halk örgütleri kendi savaşlarını yürütürler.
Bu kitabın yazarları gibi bizim de
niyetimiz kendi kendini yenilgiye uğratan bu kalkınma konusunu iyice açıklığa
kavuşturup insanlığın gündeminden çıkarmaktır. Öte yandan, hayatlarını kalkınma
konusunda çalışarak kazanan görevlilerin yaptığı işlerin kavramsal temellerinin
yanlışlığını ortaya koyarak bu profesyonelleri iktidarlarından etmeyi umut
ediyoruz. Öte yandan, halk girişimleri içinde yer alanların karşısına çıkıp
kötürüm hale gelmiş olduğu halde kalkınma fikrinden yana davranan bu insanları
bu konuda ikna etmekten memnuniyet duyacağız. Kalkınmanın en önemli konularına
ilişkin makalelerimizi yayınlamaktaki amacımız çağımızın düşüncesine sınırlar
koyan bir takım bilinçsiz yapıların gerçek yüzlerini açığa çıkarmaktır.
Kalkınmacılık sonrası dönemi anlamayı amaç edinmiş bir yaratıcı çabanın bu
sınırlılıkların üstesinden gelmesi gerektiğine inanıyoruz.
Kalkınma konusuna ilişkin tartışmaların
temelinde bazı önemli kavramlar yer almaktadır. Yoksulluk, üretim, devlet ya da
eşitlik gibi kavramlara göndermeler yapılmaksızın kalkınma konusunda
konuşabilmek imkânsızdır. Bu kavramlar, ilk olarak çağımızda, Batı’da ön plana
çıkmışlar ve bundan sonra dünyanın geri kalan kısmı için tasarlanmışlardır. Bu
kavramların her biri Batı’ya özgü dünya görüşünü güçlendiren bir zımni
varsayımlar kümesinin cisimleşmiş halidir. Kalkınma kavramı bu varsayımları o
kadar geniş bir alana yaydı ki herkes hakikati Batı’lı gibi algılama tarzına
sarıldı. Gelgelelim, bilgi, iktidarını, insanların dikkatini belirli noktalara
yönlendirerek uygular; bazı hakikatlerin şeklini değiştirerek onları ön plana
çıkarır, çevremizdeki dünya ile ilgili diğer tarzları unutturur. Kalkınmanın
toplumsal-ekonomik bir çaba olarak kesinlikle başarısızlığa uğradığı bir anda
beyinlerimiz üzerindeki egemenliğinden kendimizi kurtarmak son derece önemli
bir iş haline gelmiştir. Bu kitap, bize, hakikatin kalkındırılması modeli
üzerinde bir kez daha uzun uzun düşünme ve var olan kalkınma anlayışını
benimsemişsek gözlüklerimizin sadece renkli değil kirlenmiş de olduğunu kabul
etmemiz çağrısında bulunmaktadır.
Bu entelektüel gözden geçirmeyi
kolaylaştırabilmek için her bölümde incelenen konuya ilişkin önemli kavramların
arkeolojisine değinilmekte ve bu kavramların etnosantrik, hatta şiddeti de
içeriyor olmasına dikkat çekilmektedir. Kitapta yer alan makalelerde son kırk
yıl içinde kalkınma konusunda yürütülen tartışmalarda her bir kavramın işlevlerindeki
değişiklikler de ele alınmıştır. Bu bölümlerde her bir kavramın algılamayı
nasıl süzgeçten geçirdiği, hakikatin bazı yönleri ön plana çıkarılırken bazı
yönlerine nasıl hiç yer verilmediği, Avrupa tarihinin akışı içinde koşullara
uyarlanmış olan uygarlıkla ilgili bazı özel tutumların temelinde, bu, kalkınma
fikri önyargısının yer aldığı ortaya konulmaktadır. Son olarak, her makalede,
başka bir makaleye bir pencere açılmaya çalışılmış, dünyaya başka bir tarzda
bakılmasını sağlamak hedeflenmiş, Batılı olmayan kültürlerde kalkınmaya rağmen
varlığını sürdüren zenginliklere ve nimetlere bir göz atma olanağı verilmeye
çalışılmıştır. Makalelerin hepsi okunmaya değer. Çünkü uzmanlar da yurttaşlar
da bu kitabı okuduktan sonra bu eskimiş kelimeyi (kalkınmayı-ç.n.) kullanmaya
cüret ederlerse teklemek, duraksamak ya da kahkahalarla gülmek zorunda
kalacaklar.
Bu kitabın arkadaşlık
ilişkilerinin ürünü olduğu söylenebilir. Bu kitap, bizim, herkesten önce
birbirimize verdiğimiz bir armağandır. Alanları ve ilişkileri farklı olan bu
kitabın yazarları, yani bizler, bir yıl boyunca düzenli olarak buluşup
birbirimizle sohbet ettik, günlerce ya da haftalarca aramızda tartıştık,
değişik yemekler hazırladık, çevrede gezdik, çalıştık ve kutlamalar düzenledik.
Belirsizliklerimizi paylaştık, inançlarımızı savunduk; zaman zaman şaşırdık,
zaman zaman aklımıza gelen belirli fikirlerden etkilendik; kişiye özel
davranışlarımızı tartıştık ve birbirimizden esin aldık. Yavaş yavaş ve bazen de
rastlantısal olarak konumuza ilişkin ilginç kaynaklara rastladık ve bunlar
bireysel çalışmamızda yararlı oldu. Bizim de başımıza geldiği gibi
meslek-dışılaştırılmış aydınlar, hayatı dostluklarla ve ortak taahhütlerle
çoğaltırlar. Aksi halde akademik olmayan böyle bir çalışma sürdürülebilir
kılınamazdı. Özellikle belirtmem gerekir ki, çoğumuzu bir araya getiren ve
yıllar boyunca düşüncelerimizi harekete geçirmiş olan Ivan Illich’in
entelektüel çekim gücü olmasa bu kitap gerçekleşemezdi. Bu kitabın planlarını
1988 yılının sonbaharında Barbara Duden’in Pennsylvania’da State College’daki
ahşap evinin verandasında otururken hazırladık. Bundan önceki bir hafta boyunca
hararetli tartışmalar yapmıştık. Bu tartışmalarımıza zaman zaman soğan kesmek
ve şişe kapakları açmak için de ara verdik.
Christoph Baker ve Don Reneau’ya
çevirilerdeki yardımlarından dolayı teşekkür ederim. Birçok danışma
toplantımızı gerçekleştirdiğimiz Pennsylvania State University’deki Science,
Technology and Society Programme’ın verdiği kurumsal destek ve editoryal
çalışmalarımı sürdürdüğüm Almanya’da Essen’deki Institute for Cultural
Studies’in verdiği destek bizim için çok önemli ve yararlı olmuştur. Bu
kurumlara da minnet borcum var.
Eser Adı: Kalkınma
Sözlüğü
Editör:
Wolfgang Sachs
Kitabın genel anlamda türü: Sözlük
Yayına
Hazırlayan: İsmet Erdogan
Kapak
Tasarım: Ali İmren
Cilt
Bilgisi: Dikişli Sıvama Cilt
Kağıt
Bilgisi: Avrupa Enzo (Kitap Kağıdı )
Basım Tarihi:
Ocak 2008
Sayfa
Sayısı: 500
Kitap
Boyutları: 13.5/21
İletişim
Adres:
Menekşe 2 Sokak No: 16/8 Kızılay Ankara
Tel: 0312 418 32 41 Fax: 0312 418 32
87
Yazarlar:
Gustava Esteva, Wolfgans Sachs, C. Douglas Lummis,
Maranne Gronemeyer, Gérald Berdthound, Ivan Illich, Majid Rahnema, Arturo
Escobar, Barbara Duden, José Maria Sbert, Jean Robert, Vandana Shiva, Claude Alvares,
Harry Cleaver, Serge Latouche, Ashis Nandy, Otto Ulrich
Tanıtım metni:
"Yetenekli ve aykırı fikirli bilim insanları, KALKINMA,
YARDIM, İLERLEME ve Yirminci Yüzyıl’ın diğer hayati tehlikeleri gibi konularda
onlarca yıldır yürütülen beyin yıkama faaliyetine karşı çok etkili bir panzehir
sunmaktadırlar"
SUSAN GEORGE
A Fate Worse Than Debt’in
yazarıGeride bıraktığımız son kırk yıla ‘kalkınma çağı denilebilir. Güney, bu
süre içinde kalkınma adına Kuzey’e yetişmeye çalıştı, uzmanlar yakın ve uzak
köylere üşüştüler, milyonlarca insan ise ücretliler ve tüketiciler haline
geldi.
Gelgelelim, ‘kalkınma’nın toplumsal-ekonomik bir çabadan çok daha fazla bir şey
olduğu artık anlaşılmış bulunmaktadır. Kalkınma, bir gerçeği biçimlendirme
anlayışı, toplumları rahatlatan bir efsane, tutkuyu dizginlerinden boşaltan bir
görüntüden ibarettir. ‘Kalkınma’, bu kitapta dünyaya özel bir bakış tarzı
olarak incelenmektedir.
Bu öncü derlemede kalkınmanın dünyanın en güzide eleştiricilerinden
bazılarının, savaş sonrası dönemde kalkınma konusunda yürütülen tartışmalarda
kullanılmış önemli kavramlar hakkındaki fikirleri yer almaktadır. Her bir
denemede bir kavram, tarihsel ve antropolojik açıdan ele alınmakta ve bu
kavrama ilişkin bireysel önyargılar açıklığa kavuşturulmaktadır. Bu kavramların
tarihsel bakımdan eskimişliğini, entelektüel açıdan da kısırlığını ortaya koyan
yazarlar, Avrupa merkezli kalkınma fikrine kesin olarak elveda deme çağrısında
bulunmaktadırlar. Yazarlar, günümüzde insanlığın önündeki çevresel ve etik
sorunlara cesaretle yanıt verebilmek için hem Kuzey’deki hem Güney’deki
insanların akıllarını kurtarabilmek için bunun acilen gerçekleştirilmesi
gerektiğini belirtmektedirler. Bu makaleler, kalkınma konusunda çalışan
uzmanların, halk hareketlerinin ve bu konunun öğrencilerinin konuya, öncekinden
farklı bir açıdan bakmalarını sağlayacaktır. Kalkınma fikrinin kültürel
tarihi konusunda buradakinden daha fazla bilgi edinmek isteyenler için her
makalenin sonuna açıklamalı bibliyografyalar eklenmiştir.
|