"Göğ Ekini Biçmiş Gibi"
             Erken Ölümlü Şairler Antolojisi

  

                                                         *ERKEN ÖLMEK

 
                                                          "Erken giden mintanıyla gömülsün."

 

Sina Akyol, Arkadaş Z. Özger'in ardından söylemiş bu dizeyi. Mintanıyla gömülmek, savaşta ölenlerle ilgili... Akyol'un bağdaştırmasını, bakılırsa, erken giden sairlerin de şiir cephesinde vurularak düştükleri anlaşılıyor. Yani Özger örneğinin şiirin savunulmasında önemli yeri var.

"Şair olmak zarar ömre." demiş Ahmet Erhan. Belli ki şairlikten yana yaralı. Tek dizelik yakınmanın derinliğine inersek soylu bir yalnızlıkla karşı karşıya kalırız. Aynı zamanda yaşamın ilkel yanlarıyla yüz yüze gelen soylu bir aldanmışlıktır bu. Şair, aidiyetsizliğiyle her gün için ömründen yemektedir. Hem yabancılaştırmaya karşı savaşım, hem de yabancılaştırmanın etkilerine karşı -başta dil olmak üzere- dayanma gücü şairi çift yönlü yıpratır. 

Şairler hep önde giderler zaten, erken giderler. Çokları aynı yola koyul­muşken onlar dönmüş olabilirler. Erkencilikleri değişim/dönüşüm özelliklerinden kaynaklanır. Duyarlıktan en uçlara taşımak, estetiğin çıtasını üst düzeylere çıkar­mak gibi ertelenmez görevleri vardır. "Durup ince şeyler" bağışlarlar bize; zihin­sel yolculuklarından. Harcadıkları beyin enerjisinin haddi hesabı yoktur. Zihinsel yoğunlaşma sürecinde ağrılar sızılar içinde kaldıkları bilinir. Siz yeni bir şiiri kavramaya çalışırken onlar başka bir şiire doğru yol alırlar. 

Bir yerde okumuş olmalıyım: Ortalama ölüm yaşı öteki kalem erbabına göre şairlerde daha düşükmüş! Altmış iki buçuk yıl filan! Zihinsel yoğunlaşmanın gereği midir, nedendir? Orasını bilemem. Bildiğim bir şey varsa o da şu: Onlar, anlamakta biraz geciktiğimiz; sür boyutunda düşünmeyi, kavramayı savsak­ladığımız, sonra da "Ne körmüşüm?" (Ali Rıza Ertan) diyerek, günah çıkarır­casına şiir tanrısının huzurunda başımızı taşlara vurduğumuz! Hele o erken ölümler! Nasıl da tarumar eyler bizi. Yunus boşa söylememiş "Göğ ekini biçmiş gibi" diye. Daha söz başaklan olgunlaşmadan biçilip yaşam sahnesinden silini-vermek katlanılır acı mıdır?

Sahi, erken ölmenin yaşı kaçtır acaba bir şair için? Ergin Günce'nin tanımıyla 'Gencölmek 'in? Yirmi mi, yirmi beş mi, otuz mu, kırk mı, yoksa daha yukarısı mı? Ender Sanyatı'nın şiirlerini gün ışığına kavuştururken hep bunları düşündüm. Sonrasında Cemal Süreya'nın "Her ölüm erken ölümdür." diyen sesi çınladı kulağımda, "Üstü kalsın!" aymazlığına eklenerek. Aslında "üstü kalsın" kabullenmesinde "Al, verdiğin ömrünü başına çal!" ironisi gizliydi. Şairin daha yapacak işi varsa -aksine bir iki ömür eklenmesi gerekirken- ölümün hiç de yakışık almadığını belirtiliyordu. Dahası, Cahit Sıtkı Tarancı gibi birileri yaşamın orta noktasını "Yaş otuz beş yolun yarısı eder" diyerek işaret etmiş, ellilere ulaşa­madan terk-i hayat eylemişti dünyadan. Hem de Salâh Birsel'in deyimiyle "Şiirin şekerini çıkarırken" ölmenin sırası mıdır? Üstelik şiir yaşının en olgun döne­minde... Karacaoğlan'nın sitemine ortak olmaz mıyız o zaman "Var git ölüm bir zamandayım gel" diye? 

Şiirin şekerini çıkarmak. Burada biraz durmalıyız. Söz başaklarının olgunlaşmasıyla ilgidir çünkü bu. Gencecik dizelerle ortalığı titretirken, amansız bir fırtınanın yaşam hakkına el koyması elbette sitemlere yol açacaktır. 

Her şeye karşın şiirin gençliğini kıstas aldım. Cahit Sıtkı Tarancı (46),  Zİya Osman Saba (47) ve Ömer Bedrettin Uşaklı (42) gibi kimi sairlerin de erken öldüğü ileri sürülebilir. Dedik ya her ölüm erkencedir. Ama kabul etmeliyiz ki şi­irin belli başlı duraklarından geçmiş, şair kimliğini perçinlemiş şairleri de aynı kapsam içinde değerlendirmek konuyu biraz saptırmak olurdu. Kaldı ki "ununu elemiş eleğini asmış" koşutluğunda elli yaşın ötesinde ikbal aramak da ilgi alanımızı belirsiz kılar.

Cumhuriyet dönemi erken ölümlerinin nedeni biraz da halkımızın makûs talihine benzer. Dört cephede yokluk yoksulluk içinde cebelleşme ortamında, sıradan hastalıklar yakasına yapışmış ve alt etmiştir dayanaksız insanımızı. Dolayısıyla şairimizi de... İlk erken ölümlerin seyrine bakılırsa; Mazlum Kenan Köstekçi, Rüştü Onur, Muzaffer Tayip Uslu gibilerinin yenemedikleri verem illeti daha nicelerini alıp götürmüştür bilinmez. Zamanla bu ulusal hastalığın yerini kanser alır. Gürhan Sümer, Mustafa Perçin, Cenk Koyuncu. Fatih Mehmet Öztan, kanserle noktalarlar genç yaşamlarını. Elde olmayan ölümlerdir bunlar. Güner Sümer'in deyimiyle "ölmez gibi görünürken ölmek". Aynı şekilde Fatih Mehmet Öztan da uçurumun kıyısında gezindiğini "korkarım /kendimden" kuşkusuyla umarsızca olumlar sağlığında.

Yaşam hakkını sonlandıran nedenlerin arasında hatırı sayılır darbelerin de yeri olsa gerektir. Bir deri bir kemik görünümlü Arkadaş Z. Özger'in yurt baskınında yediği amansız dayak gibi. Kimiierinse, şuara meclisinden ansızın ek­silmelerinin kesin bir tanısı yoktur; ölü bulunmuşlardır sadece. Şiirleri kanamaya devam etse de... "Yetmiyor suyumuz karanfillere/ kanımızı mı kullanıyoruz yoksa" diye feryat eden Bedrettin Cömert gibiler de 70'lerin kanlı ortamında ki­ralık katillerin eline testim edilmiştir bile bile. Deniz Feneri'yle göz kamaştıran Behçet Aysan'nın, Ortaçağ vahşetine taş çıkartırcasına Madımak can kırımında yakılması kanıksanacak bir ölüm müdür yüzyılımız için? 

Beni asıl üzen asıl neden şu: Güçlü bir solukla şiire başlayanların yaşasalardı nerelerde olacakları konusu, düşündükçe yangın yerine çevirir yüreğimi. Yani Orhan Veli Kanık, Ergin Günce, Ali Rıza Ertan, Arkadaş Z. Özger, Ender Sanyatı, İlhami Çiçek, Nilgün Marmara, Kaan İnce, Cenk Koyuncu gibi şiirle içlidışlı yetenekli kişiliklerin yaşam eğrisi biraz daha uzasaydı nasıl bir şiiri konuşurduk şimdilerde, hiç düşündünüz mü? Onlar, Türkiye Kadar Bir Çiçektiler kuşkusuz. Zamansız savruldular kökleriyle... 

Haksızlıklar art arda sıralanabilir: 

Evet, "Akşam kavallaşıyor" diyen Şinasi Gündoğdu'yu, Anadolu bozkır­larında değil de ortalama bir ömürle kent merkezinde görüntülesek neler değişirdi dizelerinde acaba? Yine "Kanımda süzgün gözlü şeytanlar" dizesiyle anım­sadığım ilk sürrealist şairimiz Halit Asım'a aynı şansı tanısak, İkinci Yeni'nin başlangıç tarihini biraz daha gerilere almaz mıydık? Garip akımının baş aktörü Orhan Veli Kanık, şiir ortakları Melih Cevdet Anday ya da Oktay Rifat kadar yaşasaydı, hangi noktada nasıl bir şiir anlayışıyla çıkardı karşımıza? Keza aynı şeyleri "yeni a" dergisinin şairi olarak akıllarda kalan Ergin Günce için söyleye­biliriz. Toplumcu-gerçekçiliğin benzerliğinde bireyselleşme uğruna çaba har­cayan Arkadaş Z. Özger'le Ender Sarıyatı'nın şiir geleceğini kimler hesaplayabilirdi önceden? Hele her kitabında değişik yönelimler peşinde koştu­ran, denemekten usanmayan Ali Rıza Ertan'ı! İlhamı Çiçek'i de çok yeni hamleler içinde görecektik belki. Nice şair kimliklerini mat etmiş olacaklardı böylece. Mustafa Irgat'la, Nilgün Marmara'yı ters gardlı boksörler gibi algılayıp ironik dizeleriyle belleğimize yerleştirecektik. Ece Ayhan örneği... Cemal Süreya'nın "Bir görüntü uzmanı" dediği, Haşim Çatış'ı trafik belası yüzünden yitirdiysek, en çok şiir adına yanmamız gerekir. Aynı belayla ansızın aramızdan ayrılan Abdulkadir Bulut'un ölümüne "Yakımlar" dayanmaz. Sözgelimi Cenk Koyuncu bu denli kolay yok olmamalıydı ortadan. Aidiyetsiziliğin kanamasıyla sarsan ve sarsılan Adnan Satıcı'yı bir iç kanamaya kurban vermemeliydik erkenden... Aykut O. Antmen, "sevgi" sözcüğünün altını çize çize metafizik tatlarla oyalamalıydı bizi şiir yelpazesi içinde. Hayır hayır, büyük bir haksızlıktır bu; zekası ve yeteneğiyle göz ka­maştırırken olması gerektiği yerde olamamak! Hele hele kimileri tümüyle değer­bilmezliğin gadrine uğramışlarsa, ince eleyip sık dokuyan haliyle taşları yerli yerine koyan birileri çıkıp gelmemişse pek yamandır halleri! "Ne söylerler ne bir haber verirler" gayrı. Öyle değil mİ? İntihaller (aşırmalar) cabası! Hem unut­turmak, hem de çalıp çırpmak! Erdemsizliğin daniskası! Bunun çok özel bir araştırma konusu olduğunu belirtmeliyim. 

Ya müntehir sairlere ne buyrulur? Onlar hiçbir olasılık hesabına sığmaz­lar; akıl sır ermez yitikliklerine. Duyarlıkları bıçak ağzı ışıldar. Tinsel gelgitlerin ortasında kimi zaman dışlanmışlığın, kimi zaman  içekapanıklığın aykırı boşluğunda salınan varlıkları, yaşama meydan okurcasına çeker pimini intihar bombasının. Nilgün Marmara örneği "yasamın arka bahçelerini görmek " yeter­lidir bu ivecenlikte. Özetle yaşanılıp geçilmiştir her şey. Onların hiç de umurları değildir bu sıkı sıkıya uyduğumuz kurallar, alışkanlıklar, günübirlik dünyalık telaşlar. Çoğunlukla birbirlerinin izleyicisi olurlar. Yani S. Plath'in seyir def­terinde yazılanlar, Nilgün Marmara'dan sonra "Yasamın neresine saklanmalı ozan /ya da nasıl saklamalı yaşamı" ikilemine düşerek "Şubatta Saklambaç "ı tasar­layan Zafer Ekin Karabay için de geçerlidir. Saklanmak ya da ele geçmeyip ani bir refleksle yok olmak, hatta infilak etmek! Can Tanyeli'ne sorarsanız, "ölümü bekliyorum" durağındadır her zaman. Kemal Taştekin daha da ileri giderek, "ülkem yok, kahır benim" gibi tümüyle baskıcı bir atmosfer çizer. Soysal Ekin-ci'nin politik ve içsel yalnızlığını da göz önüne alırsanız, körpecik yaşamların intihar eğilimini derinliğine duyumsayabilirsiniz. Ölümü böylesine olağanlaştıranlar ne yapsalar uyum gösteremezler dış dünyaya. Kirlilik, eğretilik, bayağılık pençesini geçirmek isteğinde ise "iki arada bir derede" çırpınıp kalırlar, Özge Dirik örneğinde görüldüğü gibi. Kesinlikle böylesi bir dünyaya ait olmamak gerektiğinde birleşirler içsel hesaplaşmalar sonucunda. Burada kırılma noktasını bilmek değil, o noktayı duyumsamak önemlidir. Ölümle lades tutuşarak alışılmışa meydan okumak, duyarsız-sığ kalabalıklar karşısında önemsiz görüneni önemli kılmak! Orada yatan sevgi açlığını, paylaşımsızlığı, içtensizliği, "Tanrı ölümdür" (Gülsün İlgün) serzenişindeki çıkmazlığı, aşk bağlamında sahipsizliği, bir de taşkın zekâyla yalnızlığa gömülen anlaşılmazlığın boyutunu kendine yenikliğin denklemiyle eşitlemek gerekir. Ayrıca "intihar" olgusunun son yıllarda çoğalışına dikkati çekmek istiyorum. Sistemle insan arasındaki köprüler tümüyle atıldı mı acaba? Her geçen gün dünyayı yaşanmaz kılan sosyal etkenlerin arasında ya­bancılaşmanın payı hangi boyutlardadır, hiç düşündünüz mü? Cenk Koyuncu'nun "şairler bütün cinayetlere tanıktır" dizesini irdelersek katlanılmaz bir kişilik

çatışmasına doğru gideriz. Memen her gün cinayet islenmektedir insanın doğallığı yüz geri edilerek. Özgürleşme ve uyum sorunu birbiriyle çatışır. Rabia Bayraktar, "en güzeli aşk ve şiir'' diyerek doğal olanı işaret etse de idealleri uğruna kurban gittiği açıktır. Levent Atalay'ın ölümü bilgimiz dâhilinde değil. Ancak sağlığında "yıldızlan çalınmış gök gibi içim" demişse, yalnızlığının boyutları hakkında uzun uzun düşünmemiz gerekir. Şair, daha fazla dayanamaz "yaşam" diye sunulan abuk sabukluğa! Tasarladığı, İnceden inceye biçimlediği dünya ile çakışamadığı anda kıyameti koparır. Sistem adına sürdürülen rezilliklerinin onu daha fazla kuşat­masına ve yok etmesine izin veremez. Yepyeni bir dille karşı durur, meydan okur, en azından sistemin bir parçası olmamak için kendi sonunu hazırlar. İnatla ve kararlılıkla yapar bunu. 

Kimi ölümlerse en güzel aşk öykülerini bile kıskandırır. Tıpkı Rodos'la Cenk Koyuncu'nun ar arda yitiklikleri gibi! Şiirle nikahlanan iki genç ömrün birlikteliği en parlak yıldızların ışıltısını bile geride bırakır. İzninizle burada küçük İskender'in dramatik vedasını paylaşmak istiyorum: "Belki yalnızca siz ikiniz şi­irdniz, biz geride kalanlar hikâye." 

Ölüm olsun, intihar olsun; genelinde gözden kaçmayan bir çağrı var genç ölenlerin ölümle özdeş tutumlarında. Ölümü bekleyen, arzulayan dizeler bırakmışlar geride bile bile. Ölümse o aralıktan içeriye sızmıştır sanki. Örneğin, Ergin Günce, "Ölüm alışsın artık bize" (Gencölmek) derken, Behçet Aysan durup dururken, "sen bu şiiri okurken / ben belki başka bir şehirde ölürüm" öngörüsüyle sanki Sivas'lardaki sonunu yakınsar önceden. Sarıyatı'ya sorarsanız, "pazarların taşıyamadığı bir ölü"dür. Engelli yaşamı ölümle noktalanacağını bilen Kemal Kale ise, "Sevincimi kimler yağmaladıysa / Gövdelerine çakılsın genç tabutum" ilenciyle kargışlar kısa yaşamını. Rodos, "yüzme bilmeyen bir deniz kızı"dır zaten. "Mavi Çocuk" adıyla bütünleşen Güner Güneş ise, hem şi­irinde hem de günlüğünde olası bir erken ölümden söz eder. 

Oysa iyimserlik ustasıdır çoğu. Çünkü şiirin birincil işlevi iyimserliktir. Gerek Rüştü Onur'un "Memnuniyet"i halinde, gerekse Orhan Veli Kanık'ın"Dalgacı Mahmut"luğunda, her türlü iniş çıkışlarına karşın dünyayı yaşanılır kılma çabası vardır. Böyle olmasaydı 60'ların kanlı eylemleri içersinde "pencereyi kapama /gök dalabilir içeri" diyemezdi Arkadaş Z. Özger. Keza, Ali Rıza Ertan da onca kırımın ortasında "Gülle Büyüyecek Adı" yüceltmesinde bulunamazdı giderayak. Dahası Abdülkadir Bulut, kardeşliği ve paylaşımı öne çıkaran terli haliyle "Bana bir gömlek dikebilir misin sen/Üstünde zeylin ekme k yenmiş / bir topraktan" diye soramazdı can dostuna. 

Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Kimi şairler hâlâ kuşakdaşlarının ilgisiyle kitaplaşmayı bekliyorlar. Şiirleri dergi yaprakları arasında varlığını ko­rusa bile özgeçmişlerinden haber yok. Örneğin Refik Durbaş'la Özkan Mert'ir arkadaşı Levent Atalay'in doğum ve ölüm tarihlerini yakın dostu A. İhsan Yakut'un yardımıyla ancak mezar taşından öğrenebildim. Evet, o şimdi İzmir'in Karabağlar Mezarlığı'nda yatıyor. Şükür ki mezar taşıyla olsun belirlenen bir adresi var artık. Ender Sarıyatı'nın mezarı ise yok ortalıkta. Ölümünden 24 yıl sonra basılan kitabı o görevi de üstleniyor. Özge Dirik'in de dosyası kitaplaşmalı artık. Müntehir şairlerden Güngör Rona'nın şiirlerine erişemedim ne yazık ki! Bir başka üzüntüm de şair Adnan Azar'ın, F. Mehmet Öztan'ı tanımasına karşın, onun için hazırladığı özel dosyayı bulamaması oldu. Böylece Öztan'ı, sanki yüzyıllarca önce ölmüş bir şair gibi yüreğim burkularak çalışmamın sonuna almak zorunda kaldım. 

Bilgiler eskiyor zamanla. Hatta başkalaşıyor. Acı da olsa doğruyu öne çıkarmak olanak ölçüsünde kaynak kişilere yönelmek gerekli. Örneğin Rabia Bayraktar'ın intihar biçimini bizzat Şairler Yaprağı 'nın kurucusu Nedret Gür­can'a ulaşarak öğrendim. 

Cumhuriyet dönemiyle sınırlı tutulan bu kanamalı antolojiyi hazırlarken (Kanamalı diyorum, çünkü sairler kanamaya devam ediyorlar) "şairlik" payesinin neye göre verildiğini merak ediyor olmalısınız. Bunun tek ölçütü dergilerdir kanımca. Öncelikle şiirin dergilere düşen gölgesinden hareket ettim. Dergi mut­fağına uğramayan kitapları belirleyici kılmadım. Yazım eskiliğini ise aynen ko­rudum. Yine de şair kimiliğinin çok fazla abartıldığını sanıyorum. Ne de olsa belli-belirsiz izlerin toplamı bu kitap. Tıpkı zamansız bir faciada telef olmuş erken ölümlü bir aile gibi. Bulabildiğimce, ulaşabildiğimce... Onlar ilk kez bir araya gelmenin şansıyla gülümsüyorlar. Onlara bu bahtiyarlığı çok görmeyelim. Yine de erken ölümlerden çok erken şiirlerin yakıcılığını başat kılalım. Ah'lı vah'lı vicdani mızmızlıklarımızı bir kenara bırakalım. 

Bir ilk kitap heyecanı içinde oluşan kuusurlarımızı, eksikliklerimizi sonraki baskılarda giderebilmek amacıyla... 

Şiirle kalınız. 

* Kitabın önsözü




"Göğ Ekini Biçmiş Gibi"

Erken Ölümlü Şairler Antolojisi
Hayal Yayınları, Nisan 2007, Ankara
ISBN 978 9944516656





Kitapta yer verilmiş şairler:

Şinasi Gündoğdu (1906-1933)
Mazlum Kenan Köstekçi (1910-193 )
Hasan Basri Alp (1912-194 )
Orhan Veli Kanık (1914-1950)
Halit Asım Ersoy (1918-1941)
Rüştü Onur (1920- 1942)
Muzaffer Tayyip Uslu (1922- 1946)
Rabia Bayraktar (1929 - 1954)
Gürhan Sümer (1936 - 1977)
Ergin Günçe (1938-1983)
Ceyhun Can (1940-1979)
Bedrettin Cömert (1940-1978)
Can İren (1941-1967)
Yetik Ozan (Firkati, 1942-1978)
Levent Atalay (1942-1977)
Abdülkadir Bulut (1943-1985)
Ali Rıza Ertan (1944-1979)
Arkadaş Z. Özger (1948-1973)
Ender Sarıyatı (1948-1976)
Behçet Aysan (1949-1993)
Mustafa Perçin (1949-1995)
Mustafa lrgat (1950-1995)
İlhami Çiçek (1954-1983)
Halis Altındağ (1950-1976)
Gani Bozarslan (1952-1978)
Haşim Çatış (1952-1996)
Sosyal Ekinci (1954-1994)
Uğur Kaynar (1957-1993)
Nilgün Marmara (1958-1987)
Kemal Kale (1960-1989)
Adnan Satıcı (1962-2007)
Aslan Tuntaş (1962-1995)
Hüseyin Alaçatlı (1967-2002)
Güner Güneş (1967-2000)
Cenk Koyuncu (1967-2006)
Gülsün İlgün (1968-2004)
Aykut O. Antmen (1969-1993)
Kemal Taştekin (1969-1994)
Kaan İnce (1970-1992)
Rodos (Göksel Koyuncu, 1971-2005)
Zafer Ekin Karabay (1975-2002)
Özge Dirik (1978-2004)
Can Tanyeli (1978-2004)
Fatih Mehmet Öztan (?-?)



  
  Ahmet Günbaş