müfrit havuzlu bahçelerde
ve koskocaman evlerde
umursamayıcılar...
TAMER UYSAL
Hayat yürüdüğümüz bir yol. Farklı kollardan geçim denilen zor zanaatla yaşamsal
sorunlarımızı aşmaya çalışıyoruz. Tüm kapıları açan parayı kazanmak için her
şeyi yapanlarımız var. Peki para açabilir mi her kapıyı, aslında satın
alabilir mi ki kişiyi?
Para veriyorsun “mal” alabiliyorsun ihtiyacını görmek için onunla işini
görüyorsun. Oysa, Orhan Veli Kanık “Hava bedava bulut bedava.” demişti ne
güzel. Ne söylerdi eski bir şarkıysa; “para para para varlığı bir dert yokluğu
yara”. İki deyiş arasında ne büyük çelişki…
Kimimiz için cebimizde hiç durmadan gidecek bir yeri olan “gider” iken onca
sıkılmanın gayesi nedir, ya insanların ona ulaşmak için attıkları sayısız
taklanın anlamı ne olabilir.
O halde para denilen şey kimi için elimizin kiri, kimi içinse bir amaç. Öyle ya
bazılarının bu yolda her türlü çiğlik yapışına kaçımız şahit olmuşuzdur. Onlara
sorarsanız bu bir haktır ve bazen her yol mubah sayılmaktadır. Türlü dayanaklar
bulurlar yoksa da uydururlar.
Çalışma ile para kazanma asla birbirine karıştırılmamalıdır. Elbette bir hak
olan çalışmak yaşamın şartıdır. Fakat bu hak kullanımının şekli vardır,
eskilerin deyimiyle adab-ı muaşeret denilen çoğumuzun uymak zorunda hissettiği
görgü kuralı denilince toplumca genel kabul gösterilen kurallar çerçevesinde
yapılan çalışma kastedilmektedir. Çalışan hepimizin dostudur.
Öte yandan konunun ahlak boyutunun dışında ünlü birkaç sözü dile getirmenin
faydası var. W.Shakespeare para için “Evrensel bir orospu.” der. Goethe ise
“Ulusların pezevengi.” ifadesini kullanır. Halk arasında da türlü argoya kaçan
hatta argo ifadelerle anılan ancak bunca sıkıntıya katlanıp kantarın topuzunu
kaçırtan bu “el kiri”nin eskiden tefeci denen faizcileri vardı. Hatta faizcilik
ile nam salan kişilere yaptıkları işle ilişkili lakaplar da takılırmış.
Bugün de var, esnafım yine tefeci elinde, hiçbir şey değişmedi ülkemde. Yıllar
geçse de her geçen gün kötüye giderken vatandaşımın pazar filesi her geçen gün
ufalmaktayken bazılarınınki şişiyor bir yanda. Alım gücü resmi rakamlara
göre yüzde 40 oranında düşerken eski tok gözlü alışkanlığıyla “olsun buna da
şükür” deyip geçiyor güzel insanlar. Asgari ücret 403 YTL olmuş nasıl geçinilir
bu rakamla? Yoksulluk sınırı 1000 YTL’ye dayanmış, 4 kişilik ailenin mutfak
masrafı 600 YTL üstelik demiyor halkım. Çoğu kişinin ek işle yaşamak zorunda
kaldığı ülkemde uluslar arası kabul görmüş günlük çalışma saati 8 saat iken
yaşadığı zorlu koşullarla bile bunu önemsemiyor halkım çünkü onun için geçim
derdi ağır basıyor. Rızkını yeterli bulup bağrına taş basıyor.
Kendini öyle avutuyor halkım. Bir yanda milyonlarla oynayanlar bir tarafta
onlar. Yoksulun yoksullaştığı zenginin varsıllaştığı bir acayip döngü sürüp giderken
“yiyin efendiler tıksırıncaya kadar yiyin” diyen Tevfik Fikret’in, Aşık Mahsuni
Şerif’in türküyle dile getirdiği “Yoksulun sırtından doyan doyana...” sözleri
çoktan unutulup gitmiş, anlamını yitirmiş.
Arada uçurumlar, sıkkın yüzler, karamsarlıklar var oysa… Sonu yok şimdi
yemenin. Katlar, yatlar, villaların sonu yok. İçinde insanın değerinin olmadığı
bir oyunda duygu ile düşünce yokluğu sadece kuru bir yapı ortaya çıkarmış
gitmiş.
Çıksa ne olurdu, ne olurdu ki turşusunu bile kuramayacakları onca hırsın onca
kurdun yaşamlarında yaşarken katacakları sermaye büyüklüğünün yazdıkları. Ne
yazar, kaç yazar topu topu parayla kurdukları egemenliklerinin dışında yaşarken
kaybettirdiklerinin dışında…
Türkiye dışarıya eskisinden daha bağımlıdır. Onlara sorsanız bir gün ekonomi
düzelecek her şey bitecek. Bir ülkenin gelişmesi ekonomik bağımsızlıktan geçer
sözleriyle avunmuş yıllarca insanımız. Nazım Usta “Beyler bu vatana nasıl
kıydınız?” şiirleriyle hesap sorduğu gün yargılanmış vatan hainliğinden, oysa
vatanları dışında aziz bir şey olmadığını beraber mutlu ve müreffeh yaşamayı
hak ettiklerini kastettiği anlatılamamış onlara…
Ya başkaları, öbür sorunlar…
Ülkemde her geçen gün ağaçlar kesiliyor, ülkem yanıyor, yurduma can veren
akciğerler kanıyor. İlkokullarda öğretilen güzel bir şarkı var: “Yuvadır
kuşlara örtüdür toprağa can verir doğaya ormanlar yurdumda”…
Talan, vurgun devam ederken vatanın tabii güzellikleri korunmuyor. Oysa o
güzellikler kolayca ortaya konmadı yıllar boyu. Ucuz hamasi nutuklar onları
kurtarmaya yetmiyor. Bir fidan ne kadar sürede ağaç olur gölge yapar altında
serinletir bizi. Öyle ya insana değer vermeyene, bitkinin ne önemi var.
Bazı insanlarımız fazla kazanç uğruna doğal güzellikleri de hiçe sayıyor.
Yaşanılası çevrenin yok oluşunun ardından sonuçlar geliyor, kuraklık ve
pahalılık… Sonra arkasından deniyor ki suyu idareli kullan… Gösterme parklarla
yeşile sahip çıkılıyor. Yeşil alanlar bir bir parsellenirken yine
büyük bir çelişki sergilenmiş oluyor. Dertli Divani’nin sözlerindeki gibi şu
yaşanılası dünyanın ne tadı ne tuzu kaldı.
Güzelliklere sahip çıkmak bu güzellikleri bizden sonrakilere bırakmak gibi
önemli bir sorumluluğumuz varken. Doğadaki canlılar bizi bir gün terk edip
giderlerse insan oluşumuzun da önemi kalmayacak.
Karbondioksit oranı yükselip oksijen kalmazsa... Kuşlar ölür, çiçekler açmaz,
kar yağmaz ise…
Geçim derdinin yanında daha büyük bir gerilim başlayacak. Bu gerilim zengin
fakir diye ayırmayacak, temiz havaya hasret kalacağız hep birlikte…
Bu gidişatın sonu nedir?
Nazım Hikmet’in dediği gibi “Yüreklerin kulakları sağır.” Yoksa bir fırtına
öncesi sessizliği mi? Acaba insanlık için sosyal bir patlamanın koşulları mı
oluşuyor diye sormadan edilemez…
Ama tık yok, sesler kısılmış sanki!
Bir yanda can çekişen doğa, bir yanda çoğunluğu günde 1 YTL’yla geçinmeye
çalışan insanlar. Dinmeyen Müzik grubunun şarkısındaki gibi “Bir ülkem var
düşlerimde gördüğüm...” Düşlenen o ülke neden böyle? İnsanlar niye böyle?
Hiç bir zaman hesap soramayan halkımız… Ancak her şeye rağmen hayalleri
öldürmemek gerektiğini öğrenmeli. Çünkü insana umut veren onlardır. Yaşam acısı
ve tatlısıyla sürerken yaşananlardan ders çıkarıldığı sürece ileri adımlar
atılabilir çünkü. Daha doğrusu iyi yaşamanın kapıları zorlanmalıdır. Yoksa aynı
hatalar tekrarlandıkça yerinde saymak kaçınılmaz olacaktır.
G. Santayana’nın deyişiyle geçmişi hatırlamayanlar onu bir kez daha yaşamak
zorunda kalacaklardır.