Buradan
bakınca şu dağlar ağır ağır yaklaşıyor. Bir vaktin dönmesi gibi. Yavaş yavaş
büyüyor bakınca bu pencereden. Bu batıya bakan penceresi evin. Evin ikinci
katında, batıya bakan iki odadan biri. Burada geçiyor ömrümün yarısı. Buradan,
batıya bakan bu küçük, ahşap pencerenin pervazını açıp o gıcırtıyı duyduktan
sonra, karşıya bakınca, tek tük evler görünüyor. İlkin onlar görünüyor. Sonra
göz, bu evlerde yaşayanları arıyor. Arıyor ama onlar da kendilerini çok aratıyorlar.
Gizleniyorlar. Ev, bir gizlenme yeri olarak onları saklıyor. Onlar evlerinde
kendilerini güvende mi hissediyorlar? Bu evlerin kimisi taş kaplama, kimisi
plastik boya, kimisi ahşap. Göz en çok ahşap olanlarına bakmak istiyor. Taş
olanları da seyre değer. Ama göz en çok ahşapla kaplanmış ve rengi boyalı
vernikle abartılmış olanlarında kalmak istiyor. Sonra göz onlardan da usanıyor.
Beriye, bakılan yerin hemen altına, evin bahçesini çevreleyen demirli duvarın
dibindeki boncukmavisi çiçeklere bakıyor. Bakınca onları daha önce hiç görmemiş
olduğunu anlıyor. Bakıldıkça çoğalıyor bu boncukmavisi çiçekler. Beş taç
yaprağı var. Sağa sola uzayan, böyle kesik ve geometrik mantığı hemen
anlaşılamayacak biçimde budaklanmış, tuhaf bir şey bu. Dala dal ekleniyor, ona
da ona da derken bir ağ gibi ve yere paralel, yukarı doğru, sağa sola, tüm
yönlere bir yürüyüş ve bir dala en az beş çiçek konmuş gibi. Bu çiçeklerin bir
yanı duvar. Bir yanında büyük, insan büyüklüğünde, ondan da büyük, kamyon
büyüklüğünde kayalar var. Bazen büyük araçlar gelerek onları kırmaya çalışıyor.
Yanlarında kırsaçlı bir adam, böyle saçı biriyantinliymiş gibi, parlak veya
ıslak, geriye taralı, fötrlü, genellikle güneşgözlüklü, çoğunlukla göbekli,
uzun boylu birkaç kişi, yanlarında, hayli uzun boylu, kızılsaçlı, plastik
çerçeveli kalın gözlüklü bir adam da oluyor. Böyle olunca, yeni bir inşaatın
başlayacağı anlaşılıyor. Başlayınca ilkin devasa kırıcılar geliyor. O büyük
yekpare kayaları parçalıyorlar. Onlara kırıcının çivisi basınçla
vurdukça sanki bağırıyorlar.
Bağırtısı en çok o uzun boylu kızıl saçlı, kalın
gözlüklü adamın hoşuna
gidiyor. Bu seslere alışkın olmalı. Taşeron diyorlar ona. Neyi taşır
yoksa taşa
bitişen neronu mu düşmüş bilinmiyor. O sadece kırıcıları
getiriyor ve üzeri
yosun bağlamış, yanından yöresinden kekiklerin, türlü
dikenlerin, o mavi
gözalıcı çiçeklerin bittiği kayaları kırıyor. Onlar
kırıldıkça, yanında
yöresinde yuvalanmış karıncalar bir kıyamet yaşıyorlar. Belki
akrepler,
örümcekler, belki derinlere sinmiş zehirsiz boz yılanlar
kaçıyorlar. Belki
kırıcının ucu taşı kırıp toprağın yüreğine daldıkça onların
yuvaları yıkılıyor,
kimisi eziliyor, kimisi henüz yumurtalarını bırakmış bir halde, ne
yapacağını
şaşırıyor. Bu kırıcının kayaya vurunca çıkardığı sesin
içinde, yırtılan, dağılan,
boğulan, ezilen, parçalanan birşeylerin çığlığı var gibi.
‘Senin kuruntun’
diyor, az şekerli kahvemi getiren eşim, ‘getirdin bizi bu dağ
başına, bir insan
yüzüne hasret bıraktın, şimdi de taşın çığlığıymış,
yok toprağın sesiymiş, sen
iyice yedin kafayı burada.’ Ben yeniden batıya bakan pencereye
gidiyorum.
Oradan bakınca, bugün bu mavi çiçeklerin yanısıra,
kadifemsi ama biraz sert ve
ısırıcı kadifemsi bir yeni çiçek daha açmış. Mor.
Maviye yakın. Ama bir göz
mesafesinden bakılınca mor olduğu anlaşılıyor. Şimdi az önce
çalışmak üzere
geçen o dev makinalar susmuş. Bir yemek molası verilmiş olmalı.
Ama ne
araçların gölgesinde kimse var, ne çevresinde.
Araçların gölgesi bir ot
bitirmeyen, zehirli bir tepe, bir volkanik tepe gibi orada. Şu karşıda,
birkaç
ay önce yükselen bina, güneşin batışını bu pencereden
görmeyi imkansızlaştırdı.
Çatısı yükselince ve çatının içine bir kat
gizlenince artık güneş yarım saat
erken bakıyor. Çatının üzerinden. Çatıya bir de
digitürkün anteni kondu. Güneş
batarken bu antenin üzerinden batıyor. Anten güneşin sol
ucunu kapatıyor.
Antenin üzerindeyken güneş henüz çıplak
gözle bakılamayacak kadar sert. Bu
sözcüğü kullanınca eşim tekrar geliyor. Porselen bir
servis tabağı içinde yaş
pasta getiriyor. ‘Nedir bu?’ diyorum. ‘Zıkkımın
kökü’ der gibi, ‘görmüyor musun
pasta’ diyor. Eşim ikinci çocuğu da doğuramadan
düşürünce bu hale geldi. Şimdi
onu Gazi Üniversitesindeki bir psikiyatriste
götürüyorum. Birlikte gidiyoruz.
Doktor nerede, nasıl yaşadığımızı öğrenmek için sorular
soruyor. Eşim, ‘dağın
başında’ diyor, ‘ölsek, ölümüz orda
kalacak. Ne bir komşu var, ne akşamları
gidip oturacak bir çay bahçesi, bir cafe, ne alışveriş,
ne...’ Doktor not
alıyor. Uzun uzun, dikkatle dinliyor. Yirmi gün hastanede
yatırıyorlar eşimi.
İlaçlardan her ziyarete gidişimde uyuklarken görüyorum
onu. Uyukluyor,
gözkapaklarını aralıyor, ‘geldin mi?’ diyor.
‘geldim’ diyorum. Elini tutuyorum.
Teni kurumaya başlamış. Eskiden daha duyarlıydı tenim. ‘Gazete
getirdin mi’
diyor. ‘Getirdim’ diyorum. Üç gazeteyi ve
eklerini bırakıyorum başucundaki
komidine. ‘Kolonyağı’ diyor, ‘bitmişti, onu da al da,
Ulustan, Eyüp Sabriden
doldur’ ‘Peki’ diyorum. ‘Dayınlar geldi
dün akşam’ diyorum. Gözkapakları birden
aralanıyor, doğruluyor yatakta, ‘öyle mi? Ne dedi? yengem de
var mıydı?...’
Peşpeşe, sorular sıralıyor. Hangisini cevaplayacağımı şaşırıyorum.
Dayısı
yarbay eşimin. Gata’da çalışıyor. Hekim ve yarbay.
‘Kızdı’ diyorum. ‘Niye’ diye
soruyor. ‘Neden Gataya getirmediniz dedi’ diyorum.
‘Sen ne dedin’ diyor.
‘Kendisine soralım dedim’ diyorum. Susuyor. ‘Sen
bilirsin ama’ diyorum,
‘dilersen bir de orayı deneyebilim’ ‘Peki’
diyor. Haftasonu taburcu ediliyor.
Cumartesi pazarı evde geçiriyor. Pazartesi Gataya gidiyoruz.
Yarbayın servisine
sevk yaptırıyoruz. Sevk yapılırken eşim oturma servisindeki bankta
beklerken
kızını getirmiş ortayaşın üzerindeki kadınla konuşuyor. Kadının
yüzünde
yorgunluk okunuyor. Sevk için evrakı bırakıp, beklemek
üzere yanlarına
geliyorum. ‘Nasılsınız evladım?’ diye soruyor kadın.
‘Çokşükür’ diyorum. ‘Ben
de’ diyor, ‘kızımı getirmiştim’ ‘Geçmiş
olsun’ diyorum. ‘Evladım ne iş
yapıyorsunuz, sorması ayıp’ diye soruyor kadın. ‘Efendim
diyorum, Devlet
Mezarlığında şube müdürüyüm.’ Kadın anlamış
gibi başını sallıyor. ‘Demek
devlette müdürsünüz’ diyor.
‘Evet’ diyorum, ‘devlet mezarlığında
müdürüm.’
‘Mezarlık mı?’ diyor. ‘Evet’ diyorum.
‘Nasıl yani?’ diyor. ‘Basbayağı mezarlık
işte’ diyorum. ‘Yani’ diyor, ‘orada
ölüler mi yatıyor?’ ‘Evet’ diyorum,
‘diriler yatacak değil, mezarlıkta kimler yatar?’ ‘Ne
bileyim evladım’ diyor,
‘devletin yattığı bir mezarlık gibi anladım da’
‘Doğru anlamışsınız’ diyorum,
‘devlet orada yatıyor’ ‘Nerede bu mezarlık?’
diyor. ‘Orada’ diyorum sanki
gösterecekmiş gibi. O da görecekmiş gibi bakıyor işaret
parmağımın
doğrultusunca. Bakınca güneydoğu yönüne doğru, orada dev
bir kapı görüyor
mezarlığın girişinde. Andazit taşıyla kaplanmış bir taç kapı.
Sarı kurşundan
kocaman bir ‘T.C.Devlet Mezarlığı’ yazısı okunuyor. Kadın
bakıyor ve
heceleyerek okuyor : Te-ce dev-let me-zar-lı-ğı, aman evladım
gerçekten devlet
mezarlığı burası, peki neresi burası tam olarak? Burası, Emek
Çiftlik
kavşağından yukarı kıvrılan yolu izleyin, zaten orada kavşakta bir
‘devlet
mezarlığı’ oku göreceksiniz, o yolu izleyin yaklaşık bir
kilometre sonra sağda,
genişçe bir alanda, at kestanelerinin yükseldiği bir
yerde.’ ‘Peki burada
kimler yatıyor?’ diye soruyor. ‘Devlet büyükleri
dedim ya’ diyorum. ‘Yani’
diyor, hangileri? Mesela Türkeş diyorum. Öyle mi diyor o
burada mı? Evet
diyorum. Ne yapıyor? Yatıyor. Nerede? Toprakta diyorum. Peki Menderes
burada
mı? Hayır diyorum, o sanırım İstanbul’da. Peki başka kimler var?
Kimler yok ki
diyorum, bir zamanlar devlette çalışan pek çok devlet
büyüğü var. Peki büyük mü
mezarları onların diyor. Boyuna göre diyorum, herkesin boyuna
göre mezarı var.
Bu kapıdakiler kim evladım diyor. Nöbetçi onlar diyorum.
İki asker, girişteki
taç kapının biri bir sütununun yanında diğeri
ötekisinin altında. Tüfekleri
elde. Bazen çapraz tutuyorlar. Bazen yerlerini değiştiriyorlar.
Neyi bekliyor
bunlar diyor. Büyüklerimizin ölüsünü
diyorum. Aman evladım diyor ölü de
beklenirmiymiş. Bekleniyor işte diyorum. Bunlar diyor askerlikleri
boyunca,
burada ölü mü bekliyorlar diyor. Sanmam diyorum,
nöbet sırasına göre bazen
bekliyorlardır. Peki bunların ailesi biliyor mu bunların ölü
beklediğini? Belki
diyorum, sormak lazım. Gidip soruyoruz. Biri, az sarışın olanı, Van
köylülerininkine benzer bir kürtçe aksanla,
‘benim ailem yok’ diyor, ‘bir ağbim
kaldı. Köyümüzü yaktılar. Babam annem, kardeşlerim
öldüler. Onlar benim ölü
beklediğimi bilmiyor’ Diğer nöbetçiye gidip
soruyoruz. ‘Elbette’ diyor, ‘bilmez
olurlar mı? Buraya ilk nöbetim çıktığında telefon edip
söyledim’ Sen nerelisin
evladım diye soruyor kadın. Kastamonuluyum teyze diyor. Burada kimler
yatıyor
biliyor musun diye soruyor. Asker, biliyorum, diyor, devlet
büyüklerimiz.
Kimler mesela diye soruyor kadın. Asker, başbakanlar, bakanlar diyor.
Peki
onları niçin bekliyorsunuz evladım diye soruyor. Asker soruyu
yanlış buluyor.
Teyzecim diyor senin aklın ermez, hadi bizi meşgul etme, hadi işine,
şimdi
komutan gelirse kötü olur. Niçin kötü olsun
evladım diyor kadın, şurada
konuşuyoruz. Tamam da teyze diyor asker konuşmak yasak. Yasak mı?
Yasak. Ama
siz konuştunuz diyor kadın. İnsanlık ettik yanlış mı yaptık?
Estağfirullah
evladım diyor kadın, insanlık yapmak niçin yanlış olsun?
İnsanlık nasıl yapılır
diye soruyorum. Kadın, sen sus diyor,
önce buranın sırrını öğrenelim. Gördün mü diyor asker şimdi bir heykel gibi
dimdik ve hareketsiz durarak, sır diyorsun, bu da devlet sırrı, başımızı belaya
sokacaksın teyze. Peki evladım diyor kadın, buraya girmek için nereden izin
almak gerekiyor? Burası, yeni bir ölü getirilene kadar gezilemez diyor asker.
Peki buradaki ölülerin yakınları da mı içeri alınmıyor? Alınmıyor diyor asker.
Ama bir yolu olmalı diye ısrar ediyor kadın. Asker, ısrarından kurtulmak için,
genelkurmaydan diyor izin alacaksınız. Ne izni diye soruyor kadın. Ölü görme
izni diyor asker. Hangi ölüyü diye soruyor kadın. Görmek istediğinizi diyor
asker. Nasıl bileceğim kimlerin yattığını diye soruyor kadın. Söylüyoruz ya
teyze diyor asker. Neyi diyor kadın. Ölüyü diyor asker. Bir cenaze konvoyunun
sesleri duyuluyor sonra. Askerler irkiliyor, hadi teyze işine, yallah diyorlar,
bak bizi yakacaksın sonra. Tamam evladım diyor kadın, yanmayın siz. Geri
çekiliyor. Yanıma, kaldırımın ucuna gelip oflayıp puflayarak oturuyor. Cenaze
konvoyunun ilk üyeleri beliriyor köşeden. Bacaklarını kırmaksızın sert, yavaş
ve düzenli adımlarla yürüyen iki sıra belki on asker. Ardında küçük bir top
arabasına konmuş ve üzeri bayrakla örtülmüş tabut. Hemen arkasında ölü
yakınları. Ellerinde ölünün çerçevelenmiş fotoğrafı. Siyah giyimli siviller.
Üzgün, kederli subaylar. Tören kıtası ardında. Bir ezgi çalıyorlar ama ne kadın
ne ben anlamıyoruz ne olduğunu. Yürüdükçe ölünün annesi olduğu anlaşılan
ortayaşlı kadın ağlıyor, hıçkırıklara boğuluyor. Arada bağırtılar oluyor.
Derken Devlet Mezarlığının kapısından aşağı inerken sağa sapan tali yoldan bir
grup çıkıyor, bağırarak konvoya eşlik ediyor. Bize yaklaştıklarında kalkıyoruz,
doğruluyor ve öylece, donuk bakışlarla onlara bakıyoruz. Ben ölünün tabutuna
bakıyorum. Bu cesetler nereden geliyor? Bu demir arabalarla ne çok ceset
taşınıyor? Kim kahrolsun, kim kimi kahrediyor? Bu delikanlıyı niçin
öldürmüşler? Neden bayrağa sarılı cesedi. Bu bayrak daha ne kadar cesede
sarılacak? Konvoy ağır ağır geçip gidiyor. Geride bağırtıların izleri kalıyor.
Kadın ayrılıyor oradan yolun karşısında, kaldırıma çöküyor benim gibi. Kapıya
bakıyor, kapıdaki yazıya. Devlet Mezarlığı. Gataya dönüyoruz. Eşimi yatırıp yarbay dayısına emanet ettikten
sonra eve dönüyorum. Evi bıraktığım yerde, tam olarak bıraktığım yerde
bulamıyorum. Batıya bakan penceresi tümüyle kapanmış gibi evin. Orada dün
yükselen binaların yanına önüne arkasına yeni binalar konmuş. Bunlar ne zaman
yapıldı, nasıl oldu anlayamıyorum. Batı penceresini tümüyle kapatmışlar evin.
Bereket öteki yönlere bakan pencereleri var. Birinci kattaki o geniş pencereye
koşuyorum. Burası güneye bakıyor. Eşimin Ulustan bir perdeciye yaptırttığı
sütlükahve kadife perdeyi aralıyorum. Kornişin ucunu tutan vida sökülüp düşüyor
yere. Eğilip alıyorum. Yağmurluğuna bırakıyorum pencerenin. Tül perdeyi
aralıyorum. Cam hayli kirlenmiş. Camı siliyorum. Elim kirleniyor. Gidip bez
getiriyorum ıslak. Siliyorum. Bez kirleniyor. Bez beyaz. Şimdi bir kısmı siyaha
çalar. Gidip bezi yıkıyorum. Gelip tekrar siliyorum. Camda lekeler kalıyor.
Gidip bir kaba su dolduruyorum. İçine biraz sıvı bulaşık deterjanı atıyorum.
Bezi yıkıyorum içinde. İyice sıkıyorum. Tekrar siliyorum camı. Cam silindikçe
kalmıyor gibi. Kuru bezle iyice temizledikten sonra bakıyorum. Bakılınca
buradan sadece bir kayısı ağacı görünüyor. Kayısının dalları, artık sertleşmiş,
sararıp kurumaya eğilimli olan yaprakları. Bakınca kayısının dalları ve
yaprakları dışında bir şey görünmüyor. Gidip kuzeye bakan mutfak penceresinden
bakıyorum. Buradan bakınca, karşıda gölgesi evimizin üzerine düşmüş, üç katlı
bir binanın ikinci katı görünüyor. Pencerenin birinin demir parmaklığına bir
kırlangıç ailesi yerleşmiş. Çöpten bir ev. Yuvada kimse yok. Çocuksuz bir aile.
Yeni belki de. Ama buradan daha önce ne zaman baktım ve bakınca neler gördüm
bilmiyorum. Bu evde yaşlı bir kadınla ortayaşlı kızı oturuyor olmalı. Bazen
onları bahçede çay içip gazete okurken görüyordum. En üst kata çıkıyorum bu
kez. Çıkınca birden terasa geçiyorum odadan. Terastan bakınca evin önünde üç
tane batı ladini görüyorum. Onların dallarının ucunda, yeşil, yeni filizler
yükseliyor. Yukarıdan bakınca yükseliyor gibi görünmüyorlar. Önlerinde güller
önlerinde bir tali yol. Önünde yeniden toprak başlıyor. Toprağı asfalt bölüyor.
Asfalttan sonra tekrar kayalıklar ve toprak başlıyor. Oradan az gidince yani
bakınca binalar görülüyor. Binalardan başka bir şey görünmüyor. Çatıları.
Çatılardaki antenler, elektrik direkleri. İlerde yine bir site. Ona bitişik
yeni uydukentin dört dev bloku. Onlar onsekiz kat. Her katında dört daire var.
Her dairede bir aile oturuyor. Bu dört dev blokta onsekiz çarpı dört çarpı dört
aile oturuyor. Onları çarpınca birkaç yüz aile çıkıyor. Bu blokların yanında üç
katlı ama bu kez her katında dört değil sekiz dairenin olduğu askeri lojmanlar
yükseliyor. Etrafı yüksek duvarla çevrili. Üzerine yani duvarın en üstüne
beton, üzerine cam kırıkları yerleştirilmiş. Buradan duvarı aşmaya çalışanları
kessin diye.
Olur
a lojmanlara duvardan atlayarak gitmek isteyen biri çıkabilir, onu engellesin
diye. Lojmanların girişinde bir nöbetçi kulübesi iki de nöbetçi var.
Mezarlıktaki gibi yine karşılıklı duruyor ve tüfeklerini bazen çapraz
tutuyorlar. Yorulunca ve bir komutan görülmeyince dinlenmek üzere yere
indiriyorlar. Arada bir cigara içmek için kulübenin arkasında yere tünüyor
biri. Öteki onu kolluyor. Bu nöbetçiler de iki üç saatte bir değişiyorlar
mezarlığı bekleyenler gibi. Lojmanlardan, sitelerden, kooperatif evlerinden
ayrılınca, daha ileride bir tepe yükseliyor. Ardında uzunca sıradağlar gibi bir
dağ yüceliyor. Oradan sabahları şafaksökümünden az önce bir koyun sürüsünün
sesleri duyuluyor. Bir çoban sürüyü oradan indiriyor, tepeyi aşırarak,
yapıların bittiği yerin öncesinde bir alana getiriyor. Orada koyunlar
yemleniyorlar. Sonra yani kuşluktan sonra güneş kavurucu bir sıcak indiriyor.
Koyunlar o ağaçsız, çıplak arazide birbirine bitişerek, birbirine gölge yapmaya
çalışıyorlar. Çoban pilli radyosundan ‘yarim senden ayrılalı/hayli zaman oldu
gel gel’ türküsünü dinliyor. Tütün sarıp içiyor. Koyunlar öğle sıcağında
kayaların dibine, az gölgelik bir yere sokuluyorlar. Gözkapakları iniyor. Orada
birkaç saat uyuyorlar. Çoban onları ikindileyin artık topluyor ve akşama doğru
geldiği yere götürüyor. Çoban da geldiği yere dönüyor. Orada bir köy mü var,
yoksa bu koyunlar çadır kurup oraya yerleşmiş bir aşiretin mi bilmiyorum.
Buradan üstte bakılınca koyunlar toprakta karıncalar gibi görünüyor. Ağaçlar
üstten bakınca yere yayılmış gibi. Ertesi gün Gataya eşimi görmeye gidiyorum.
Giderken ona bahçedeki güllerden, evlerin olmadığı yerlerden sarı, mavi,
kırmızı çiçeklerden toplayıp götürüyorum. Giderken otobüste, Devlet Mezarlığı
levhasının olduğu kavşaktan geçerken elimdeki çiçek demetinde bir uğurböceği
görüyorum. Çiçeklerin taç yapraklarında geziniyor. Bir sağa bir sola gidiyor,
biraz korkmuş, şaşkın biraz. Parmağımı uzatınca geliyor. Alıp pencereden dışarı
atıyorum. Kanatlı olduğuna göre biryerlere uçabilir. Eşim çiçeklere bakıp
yüzünü ekşitiyor. Gazete getirdin mi diyor. Unuttum diyorum. Dietcola
istemiştim diyor. Aldım diyorum. Üç tane teneke dietcolayı poşetten çıkarıp
komidinin üzerine bırakıyorum. Soğuktan terlemiş üçü de. Birini alıp açıyor,
hafifçe doğruluyor yatakta, içiyor. Ohhh diyor, dünya varmış. Dayısı geliyor az
sonra. Kapıdan girince ayağa kalkıyorum. Oooo eniştebey hoş geldin diyor.
Merhaba merhaba. Otur otur rahatsız olma diyor. Oturuyorum. Kendisi de yatağın
bir köşesine oturuyor. Sen ne yaptın böyle kızımıza diyor. Bilmem diyorum, siz
daha iyi bilirsiniz. Tabi ki diyor biz daha iyi biliriz. Bir suskunluk zamanı
oluyor. Sonra yarbay, kızımızın durumu içaçıcı değil ama, burada iyileşecek
inşallah diyor. İnşallah diyorum. Diyorum ya bununla ne istediğimi bilmiyorum.
İyileşecektir. Bir işteşlik eylemi. İyi ile yakın. Bunda bana eniştebey diyen
yarbayın payı var. İyileşme buyruğu verilmiş bir kez. Tanı konusunda çelişkili
ifadeler var. Kimi manik kimi panik diyor. Ben patik diyorum. Sonu nik değil. P
ile başlıyor. Atik eski demektir. Peski diye de okunabilir. Eşimin hastalığı
(bir hastalıksa bu) eski pe. Peltek pe gibi bir şey bu hastalık. Olur olmaz
yerde olur olmaz şeylere sinirleniyor. Beni sevmiyor. Sever gibi yaparak bunca
yıl birlikte olduğunu söylüyor. Çocuksuz anne gibi bir şey peski. Yarbay,
‘unutma enişte’ diye gürlüyor, ‘bir hastalığı altetmenin tek yolu vardır :
iyileşeceğine inanmak’. Boş boş bakıyorum yarbayın yüzüne. Bakarken yüzü
flulaşıyor. Yüze bakınca aslında tek bir yüz görmediğimi ayrımsıyorum. Tek bir
yüz değil gördüğüm. Ya ne? Nane gibi bir şey yüz diye baktığım. Nane arsızdır
diyor yarbay. Haklısınız paşam diyorum. Gülüyor gevrek gevrek, ‘seni Allah
söyletti’ diyor. Eh bir gün paşa da olacağız. Tabi albayım diyorum. Yine
gülüyor. İlahi enişte diyor ömürsün valla. Yüzüne bakınca yarbayın bir ağız bir
burun iki göz alt ve üst dudaklar, ağız ve içinde dişler görüyorum ama tüm
bunların toplamı olan bir çehresi yok yarbayın. Yarbay, çehresiz bir yüz gibi.
Simasız bir şey. Yüzden ziyade şey. Peki yarbayım diyorum, ona söz ettiniz mi
hastalığından? Hayır diyor, henüz tanı kesinleşmediğinden bekliyoruz. Tanı
kesinleşince ne diyeceksiniz? Sanırım panikatak diyor. O halde eşimin sol gözü
görmüyor diyorum. Olabilir diyor yarbay. Sol kulağı da duymuyor. Olabilir diyor
yarbay. Beyninin sol yarısı kalk gidelim diyor, öteki yarısı bok yeme yerinde
otur diyor, diyorum. Yoo diye tekrar gürlüyor yarbay, o kadar uzunboylu değil.
Değildi diyorum, benden uzun değildi eşimi hastaneye getirirken yanından
geçtiğimiz Devlet Mezarlığında onbeş onsekiz nöbeti tutan delikanlı. Muhtemelen
Patnos’luydu. Türkçe bilmiyordu. Çobandı sivilken. Dağlardan alıp getirdiler
şubeye. Oradan sevk pusulasını aldı, birliğine teslim oldu. Bu teslimiyet
yabancısı değildi. Daha önce de ya eşkıya veya jandarma gelip sık sık teslim
alıyordu onu. Kelle başına yüz milyon lira ödül verildiğinde, canını zor
kurtarmıştı. Terörist diye dağlarda çoban bırakmamışlardı. Vurup vurup kafasını
gövdesinden ayırıyor, işte bir terörist avladım diye getirip yüz milyon lira
alıp gidiyordu korucular. Yarbayın yüzüne bakınca kesik bir çobanbaşı
görüyordum. Bakışımı kaçırmaksızın, uzunca bir süre ve dikkatle bakınca birden
fazla kesik baş görüyordum. Öyle ki yüzlerce kanlı kesik baş yüzünde
oynaşıyordu yarbayın. Komutanım dedim, yüzünüzde yüzlerce kesikbaş var.
Anlamadım dedi yarbay. Yüzünüzde diyorum, yüzlerce kanlı, kesik baş görüyorum.
O senin hüsnükuruntun dedi yarbay. Sen daha aynı yatakta uyuduğun karının
hastalığının farkında değilsin, nasıl yüzümde kesik başlar görebilirsin?
Bilmiyorum dedim, ben de anlayamadım acaba gördüğüm kesikbaş mıdır yoksa
karabaş mı anlamış değilim. Bu başlar ezilmiştir dedi yarbay. Niçin yarbayım
diye sordum. Kimse kendisini devletten güçlü görmesin dedi yarbay. Evet dedim
haklısınız, kimse kendisini devlet kadar güçlü de görmesin. Doğru dedi yarbay, kendisini devletinin
gücüne teslim etmeyen toplumların geleceği karanlıktır. Ne demek dedim, aynen
böyledir. Kitabın dedi yarbay ortasından konuşuyorum, işte aç kulağını da dinle
beni, kimse devletine asi olmasın, sonu hüsranla biter. Biter dedim. Bitti bile
dedi hemşire başını kapıdan uzatarak, görüş saati doldu, hadi hastamızı yalnız
bırakalım, biraz dinlensin. Ben diye atıldı eşim dinleniyorum yeterince, sen
kendine bak. Bakacağım dedim. Dediğim gibi de yaptım. Eve gelir gelmez
banyodaki aynadan kendime baktım. Baktığım bu idi, kendim yani ben. Ama bakınca
ötekileşiyor gibiydi. Ötekileşince ben değilim bu, başkası o halde dedim.
Derken aynada bu kendi kendime konuşuyormuş gibi değil de bir başkası
konuşuyormuş gibi olmuştu.
Doğrusu
hemşire uyardıktan sonra hemen odadan ayrılmıştım ama hemen eve
dönmemiştim. Hastanede bir zaman
dolaşmıştım. Ortalık tenhaydı. İlaç saati gelenlere hemşire ilaçlarını
dağıtıyordu. Doktorlar gitmişti. Hastabakıcılar yemekhaneden dönmemişlerdi.
Birkaç güneydoğu mağduru genci seyrettim. Birinin sağ ayağı kesilmişti. Biri
mayına basmıştı iki ayağı kopmuştu, bir gözü kör olmuş, bir elinin parmakları
parçalanmıştı. Birisinin bacağı kalçaya yakın bir yerinden kesilmişti. Böyle
kesik bedenler gördüm. Bir göz mesafesinde olup bitti bunlar. Bir bacağı
kalçasına yakın yerden kesilen Nihat adındaki delikanlı özel timdenmiş.
Teröristlerin eline düşmüş. Dağa götürmüşler. Bir zaman orada, aralarında
kalmış. Onlara inanmış, haklı olduklarını düşünmeye başlamış. Sonra dağdan
zaman zaman kıra inerek, az nüfuslu köylerde çeşitli olaylara katılmış. Bir
örgüt elebaşısı olup çıkmış. Bir gün çatışmada yaralanmış. Üç ay hastanede
yatmış. İyileşip çıktıktan sonra pişmanlık yasasından yararlanmak üzere teslim
olmuş. Teslim almışlar. Pişman olduğunu söylemiş. Yaptıklarını bir bir
anlatmış. Örgüt hakkında bildiklerini iletmiş. Böylece suçu bağışlanmış.
Bağışlanmış ama artık time dönememiş. Orada kalamamış. Örgüt ölüm emri
çıkarınca devletten yardım istemiş. Ne
halin varsa gör demişler, bir şey yapamayız senin için. Gatanın plastik cerrahi
bölümüne başvurmuş. Yüzümü tanınmayacak biçimde ameliyat etmenizi istiyorum
demiş. İsteği gerçekleşmiş. Artık nişanlısı dahil kimse tanıyamıyormuş.