ay çıplak, göğ çopur, toprakta gevrek
bir kabuk
karşıdan gülgûn seslerle ışır Şırnak, Telafer, Felluce
ve
Bağdat. adını ezberleyen bir sokak kendini kanlı
aynadan seyreder. yani hem
gece, hem gündüz
hem nehir, hem çöl; hem dün, hem bugündür
zahid şerhine muhtaç m’ola?
yani katiline ağlayan bir ölü
sesiyle
yani birden kendimle kardeş olduğum
yani tutup bir ölüye
gömüldüğüm
yani Arap, yani Türkmen, yani Kürt
yani bir Peştun’un çıplak
ayaklarına döküldüğüm
yani Mela’nın, Attar’ın, Mahmûd’un
yani olmayan
umudun sesi bilindiğim yerde
yani kızıl bir imanla ışıyıp seslenerek:
yani
herkesin bir Bağdat’ı vardır
yani bu Bağdat aynı Bağdat’tır diyerek
yani
tutunarak sözcüklerin kanatlarına
yani varmak Şark’ın payitahtına
yani ki
onunla ölmek arzusuna erdiğimi söyler
ya Selahaddîn? o tek kişilik ümmet? kının pasında
ipek
hamayıl gibi sağalır bir yaranın ürkek kabuğundan
şimdi Musul’da surlarda
çırpınan güneş, şimdi Ramadî’de
Bedreddin yoldaşı gölge, şimdi “hayalî
Şark”ın tekmil evleri
düşmana ve kardeşe hazırlanan bir rüyada, parlak
gümüşüyle
uyanır bir Kürt hançeri! benim o! sessizliği yontarım, yemyeşil
susar bağçe. vardığım eşiklerde eski bir dün. sana dönerim
hırkam ve
demir ayakkaplarımla, ey zulmün Şark’ı, ey sevgili
fatihlerin kuru
kemiklerinde iman; ya peygamber, ya da cani
Nesimî’nin teninde yalım yalım, Mansur’un yüzünde
çöle
dönüşen göz. etin imana direndiği solgun aşk
Musa’dır, Tûr’da güzellikle
kavrulan. Kays’tır aslan
yoldaşı geyiklerle ölür. velhasıl hayalî Şark’ta ol
kervan Herat’tan Beled-i Ekrâd’a, Bağdat’a yükü zulüm,
beyit ve erdem.
yükü bir şarkının sessiz harfleri
kendini ağır ağır bir zındana çeker
ey kılıcını aşka, aşkı göğsüne saplayan kıt’a! atın,
kumun
ve rızanın yurdu. yüzünde ısrarlı bir güneşle
her mevsim. besmeleyle
başlayan bahname, tövbeyle biten
küfr! herkese kardeş, kardeşe düşman;
diril, bağla ve çöz beni!
ey kartalın soluğuyla ıslanan yüz. ey kendini
ihvete sayan
ihvan. sağrısından terleyen tay
ey yâr’ları Şarîzor’da katleden. ey sağır
burç
ey yaşlı şairlere yaslanan terkib. tuhaf tarihlerden
geçen netameli
şerh. ey karınca ordusuna yol veren
kumandan. ey incelik ve melamet ehli,
ağlayan miskin
Mahî ve Harun kardeşliği ve ey ustam Xanî. zarif,
duygulu,
ezginsin ve yağmur, belki Demavend, ki
bütün haritalarda yüksek, yahut
sapsarı çizilirsin
Bedehşân Vadisi’nde Logerî’nin yankısı ve seyrek
sakallarıyla Özbek atlıları; uçarlar uçmagla tamu arasında
bir şaman
hacerül esved önünde kaz suretinde karışır fırtınaya
ve kitap bir yara gibi
açılır, kıvrılmıştır kendi sayfalarından
ve zehrin yılandan bilinmediği
çağlar ve bir gülün bir
taşa sayıldığı ol maşerde, Sarduri’nin saklandığı
kuleden
bakar Mehmed Zıllioğlu Evliya
şimdi vaktidir Horasan’dan uçmanın şimdi Anadolu’ya
biriken
kedere. şimdi Salar’ın, Köroğlu’nun, Yusuf’un
şimdi asıl Ebu Ammar’ın
dirilişi çöle. şimdi Judaik efsaneler
vaktidir. şimdi okyanus, şimdi deniz,
şimdi Bünyamin
şimdi terkibe girmenin, birikmenin, şimdi dağdaki kızları
sevmenin. şimdi Yemen illerinde ölmenin nice. şimdi
ol Şatt’a dökülmenin
gürül gürül. şimdi Goran’a, Nâzım’a,
Firdovsî’ye. şimdi Mahir’e, Deniz’e,
Mazlum’a gitmenin
şimdi Habil ve Kabil’le barışmanın. şimdi unutmanın
vaktidir
derin kuyulardan tutkuyla çekildim ve tenbelce
çevrildim ol
şiveye: Hikâye-yi Mağdurîn!zeban, lisan,
dil, ziman; Tupac
Amaru’yum ve bölünebilirim dörde
yani hem Kürt, hem Arap, hem Türk, hem Fars.
hem
Simurg, hem hacı kuşu ve çarşılarda saklanan azınlık. yahut
kavuşan
nehirlerin hasreti ama ah, en doğrusu, gözyaşıyım ben,
senin sürmen için ey
Şark! ey Şark’ın payitahtı!
sözcüklerin ağzıyla konuş
benimle!
ama senin söylevcilerinin ağzında kekre bir düşmanlık tadı
ve
tablet ve parşömen ve gazetede çığırtkan bir salâ,
bir teneşir sevgisi.
bilinir nice zalim olduğun. bilinir kanı
sudan saydığın. bilinir erdemin,
çilen, hikmetin ama
benimsin, yalnızca benimsin “şehiden, şehiden,
şehid”le!
bak, yağmurla örtünen ağaç işte, herkesle aynı güne başladı
yine
bir ölümle kapandı yüzüne ve bir düşmanın bile kalmadı
bak yalnızca
gözlerinden oluşan Arap kızları, o asfuralar
yüzümde kızışan şu renklere
çarparak ölüm sözcüğüne
bakmaktalar
şimdi o sokaklarda çılgın Ali yok. avlulardan taşan
asmalar
budanmış. ve ölüm Barzan, Filistin, Herat
ve Hewreman’dan sana taşınır
kemikli eller üstünde
kavruk erkekleri güzel kızlardan, gülmeyi kıvırcık
çocuklardan
kopararak, sızıyor senin kıvrımlarına ağır bir uyku gibi
yalın ve çıplak!
iyi bir sütanne gibi emzirsem bebekleri, açlığı ezberletsem
yeniden yeniden. yüzümde bir yılan gezdirsem kangal kangal
sana bir
kötülük düşünsem. orta boylu Araplarla bir güneşe
baksam uzun kirpiklerimle.
kendi çöpünde eşinen bir halk gibi
imandan, ölümden, sayddan konuşsam. bazı
sözcükleri fetiş
bilip çiğnesem. gülsem yeri değilken; ahmak ya da
bilge
sayılsam. bir bıçakla oyularak sesinden, bir sesle küfre
çağrılsam
ve yapay bir imlâ gibi dağlara bakarak ve bir nasır gibi topraktan
türeyerek ve hatırasını zulmün paylaşarak seninle, a ha bu dağ,
bu çöl,
bu Ömer Muhtar’dır desem. senin zulmünle yiten imanı
sana zulümle yenilesem,
yeter mi kalbimin imtihanına? yeter mi
kalemimdeki mürekkepten deniz? yeter
mi ey Şark, çöker misin
açtığın yaralar ve kendi yaralarının üstüne?
ey Şark! bu zalim kavim yine uçurumda unutacak kendini,
keçilerle çiftleşirken. ne bir deniz, ne buzdan kılıçlar, ne
mumdan bir
gemiyle dönebilecek evine. kendi suçlarıyla
kızaran yüzün bir haile gibi
gerildi sıska, yorgun, dilsiz
ama ben seni affettim Bağdat! sen de acıya bir
isim bul; “geçmiş”
de mesela, “bugün” ya da “yarın”. bil ki acılardır
Dicle’yle Fırat’ı
kavuşturan. sırtımda zeybek yeleği, ağzımda stran ve uzak
dağların
soluyan ağzı, evlerde biriken telaş, karınca kümbetleri, kelam ve
iftira
birkaç serseri mazmun: Bağ-dat Bağ-dat Bağ-dat
kardeşim benim!