Martıların Düğünü'nü okurken Dostoyevski'nin bir
sözünü anımsamadan edemedim : "Biz Rusların son on yılda manevi gelişme
bakımından başından geçenler tutarlı bir biçimde anlatılmak istenirse, o
zaman...bu bir hayalperestliktir diye kim bağırmaz ki?"
Büyük yazarın saptamasını, bir farkla
kendi ülkemize de uyarlayabiliriz. Bir düşünün, 1999 Marmara depreminden
başlayarak son on yılda neler yaşanmadı ki? 2001 ekonomik krizini izleyen büyük
durgunluk, komşu ülke Irak'ın işgali ve bunun yarattığı siyasi gerilim, 20
Kasım 2003'de İstanbul'da patlayan ve onlarca insanın ölümüne ya da yaralanmasına
yol açan bomba yüklü kamyonlar... Fakat biz, Ruslardan farklı olarak, şimdilik tüm
bunların maddi dış cephesini algılıyabiliyoruz. Olaylar öylesine sıcak ki manevi
kırılmaların ve çöküntünün boyutlarını tayin edebildiğimizi sanmıyorum henüz.
Merih Günay'ın kaleme aldığı Martıların Düğünü, tüm bu felaketlerden zarar gören bir İstanbullu'nun bireysel hikâyesini
anlatıyor. Hikâye bir yanıyla çok sıradışı; çünkü artarda gelen olaylar "bu
kadarı da olmaz" dedirtecek cinsten. Çoluk çocuk sahibi, turistik bir
dükkân işleten ve aynı zamanda bir yazar olan tuzu kuru kahramanımız, deprem,
peşisıra gelen ekonomik kriz ve terör saldırıları sonucunda işini, eşini ve
evini kaybederek sokaklarda yatıp kalkacak hale gelir. Yani tam anlamıyla bir
dibe vurma hikâyesi.
Günay, sinemada Godard'ın "sıçramalı
kesme"lerini hatırlatan bir teknikle bağlamış olayları birbirine. Serseri Aşıklar'ı izleyenler
hatırlayacaklardır: Belmondo'yu takside gördüğümüz bir kareyi, onu kaldırımda
yürürken gördüğümüz bir başka kare izler. İzleyici hareketin başını, hemen
peşinden de sonunu görür ve böylece devamlılık algısı kırılmış olur. Günay'ın
bir durumdan ötekine geçerken fazla açıklayıcı olmaması bir yenilik olarak
değerlendirilebileceği gibi, akıcılığı da sağlıyor.
Öte yandan, Descartes'ın,
"düşünüyorum, öyleyse varım" dediği günden beri, modern anlatı sanatları (roman/öykü/sinema)
insanı çevreleyen dış dünyayla iç dünya arasındaki gerilimden kaynaklanmakta. Martıların Düğünü'nde
benöyküsel
anlatımın yeğlendiğini görüyoruz, ancak söz konusu
gerilimi aktarmaya yetmiyor
bu kadarı. Başına gelen onca felaketten sonra, hayata kayıtsızlıkla,
boş
gözlerle bakan bir anlatıcı var karşımızda. Belki de yazarın
amacı, felaketlerin
yol açtığı "afazi"yi, yani söz yitimini veya hissizleşmeyi
aktarmak. Eğer
hedeflenen buysa, öykünün sonuna kadar
götürülmeliydi bu tutum. Çünkü
hikâyenin
-sonuna doğru- bir yerinde kahramanımız deri değiştirir gibi sıyrılıyor
bu ruh
halinden. Aşkın yardımıyla bile olsa, geçmişin izlerini
çarçabuk silen bu acil
iyileşme gerçekçi gözükmüyor ve
anlatılanların bir "fantezi"den
ibaret olduğu yanılsamasını yaratıyor.
Kitapta, bu genel tablonun dışında
kalan ve birebir yaşanmışçasına inandırıcılık taşıyan bir dilim var ki Merih
Günay'ın çok daha iyi şeyler yazabileceğini düşündürmekte. Bu kısa epizotta yaşlı
bir babanın ölümü ve sonrasındaki cenaze töreni anlatılıyor. Ölüm, "semtin
yoksullarının ölmek için seçtikleri" bir sigorta hastanesinde gerçekleşiyor;
ölen şahıs da öyküsünü bize nakleden genç adamın babası. Burada zaman
ağırlaşıyor; duygusallık kasıtlı olarak ağır basmıyor belki, fakat kimi
ayrıntılar sayesinde öykü insani bir derinlik kazanıyor:
"...
işaret ederek beni içeri çağırdılar.
-
Nesi oluyorsun?
-
Oğlu.
-
Ölmüş bu. Hastabakıcıyı bul, çıkış işlemlerinde sana yardımcı olsun.
Bir
yumrukta yere serilir, ikinci yumrukta kendini doktor cennetinde bulurdu.
Söylediklerini duymamış gibi davranıp babamın yüzüne baktım. Gözleri fal taşı
gibi açık, dudakları aralıktı. Susuzluktan ölmüş gibiydi. Acele etmedim. Yayları
gevşemiş, çarşafı eskimiş de olsa, toprağın altına girmeden önce bir yatağın
üzerinde geçirilecek her saniye, ölüye övgüdür diye düşündüm. Yetmiş sefil
yılını, güneş yüzü görmeyen torna atölyelerinde, sıva tutmaz kira evlerinde
geçirdiği dünyada, toprağın üzerinde birkaç dakika fazladan kalmasının bir
sakıncasını görmedim." (s.21)
Eklemeden geçemeyeceğim: Öz Yapım ve Havuz Yayınları'nca yayımlanan anlatı, kitap özlemi çeken genç yazarlara
"darısı başıma" dedirtecek cinsten. Kapağı, dizgisi ve desenleriyle
her bakımdan çok özenli bir baskı olmuş. Kutlamak gerek.
|