Lütfü Özgünaydın bildiriyor:
“ (…)
Köy halkından Orhan Gazez ve Mevlüt Yavuz ile köy muhtarı
A. Şerafettin Sonat öncülük etmişler, köy içindeki bir binayı restore ederek
Enver Gökçe’nin eşyalarını bir araya getirmişler. Binanın girişine
“Köylülerime” adlı şiiri çerçevelenip asılmış. İçerde köyde kullandığı
daktilosu, masası, bastonu, paltosu ve çeşmeden su taşıdığı testisi
sergileniyor. Ayrı bir bölümde de yatağı ve kullandığı diğer gereçler yer alıyor.
Köy muhtarı, elinde Enver Gökçe’yle ilgili belge ve fotoğraf olanların Kültür
Evi’ne göndermelerini istiyor.
Çit Köyü Enver Gökçe Müzesi, Kemaliye Kaymakamlığı’nın da
katkılarıyla 26 Haziran’da açılacak. Kemaliye Kaymakamı Yasin Özcan, “Enver
Gökçe Kültür Evi’ni Doğa ve Kültür Şenlikleri kapsamında açacağız” diyor.
(…)”
Müze açılmış!..
Haberin devamında özetle şunlar
var: Gökçe’nin doğduğu iki katlı evin
hala ayakta durduğunu ve köylüleri, bu evin restore edilerek kültür evine
dönüştürülmesini beklediklerini yazıyor…
Bugün, geç kalınmış olsa da, bu
tarihsel görevin yerine getirilmiş olması çok önemli. Bu konuda, iğneden ipliğe
emeği geçen herkesi kutlamak gerek. Çit köyü, “Aşutka halkından” Enver Gökçe’nin sevgili halkı,
şairlerine gösterdikleri bu duyarlık ve onu yaşatma düşüncelerindeki içten
yakınlık, öyle sanıyorum ki, yaşasaydı Gökçe’yi
de çok mutlu ederdi. Bekli de yukarılarda bir yerlerde, bizlere
bakıp, uğrun
uğrun gülümsüyordur. Çünkü
düşündüğü gibi yaşayıp, yaşadığı gibi
düşünen Enver Gökçe, hiçbir zaman halkından
kopmadan yaşamış, ülkesinden uzaklaşmadan, inandığı değerler uğruna savaşım
verip bedeller ödemiş bir halk ozanıdır.
Dokuz yıl önce gitmiştim Çit köyüne. O döneme ilişkin
izlenimlerimi yazmıştım. Dokuz yıldan bu yana çok şeyin değişmediğini ve
değişen şeylerin ise yetersizliğini bilmek üzücü. Çit köyü halkından Orhan
Gazez ve Mevlüt Yavuz’a, köy
muhtarı A. Şerafettin Sonat’a, Kemaliye
Kaymakamı Yasin Özcan’a ve “Enver
Gökçe Müze ve Kültürevi”nin açılışında emeği geçen herkesi kutlamak gerek.
Bir Enver Gökçe araştırmacısı ve
hemşerisi olarak bu çabayı selamlıyorum. Yeri geldiği için söyleyeyim. Daha
önce birkaç telefon görüşmesi yaptığım köy muhtarı Sayın A. Şerafettin Sonat’a verdiğim sözü unutmadım. Gökçe’nin bende olan ayakkabılarını, mayıs ayı içinde, Çit köyünde yapayı düşündüğümüz, Enver Gökçe’ye Saygı Günü”nde müzeye
elden teslim edeceğim.

Yukarıdaki sevindirici haberin ardından,
“Enver Gökçe ve şiiri” üstüne
söyleyeceklerime gelirsek, şunlar geçti düşüncelerimden, paylaşmak istediğim:
Önümde, farklı dönemlerde, değişik
yayınevlerince çıkarılmış Enver Gökçe
yapıtları:
“Dost Dost İlle Kavga ve
Rubailer , Panzerler Üstümüze Kalkar, Eğin Türküleri, Yaşamı ve Bütün Şiirleri
(Belge Yayınlar, 7. Baskı), Bütün Şiirleri, Yayımlanmamış Şiirleriyle (Dost
Dost İlle Kavga, Panzerler Üstümüze Kalkar ve Dergilerde Kalanlar, Toplumsal
Dönüşüm Yayınları 1. Bası Ekim 1997), Dergi ve gazetelerde, kendisiyle ilgili
çıkan yazılar, Enver Gökçe Bütün Şiirleriyle (Evrensel Basım Yayın, 2001)...
Yıllardır bu yapıtları okuyup dururum.
Her okuyuşumda eskimeyen bir özle “Büyük
şiirin” tadı ve coşkunluğuyla karşılaşırım. Bütün şiirlerinde dünya
görüşünün estetik anlayışını, Anadolu Halk Ekini’yle birleştirip yeni bir öz,
biçem ve bireşimle önümüze koymuştur. Hepimiz bu şiirlerle büyüdük. En azından
benim kuşağımın değişmez ozanıydı Enver Gökçe.
Kültürden ve kültürün insanından yalıtılmış
bir çağı yaşıyoruz. Kültürden uzaklaştıkça insan, salt kendisine yabancılaşmıyor
şüphesiz, her şeye yabancılaştırılıyor. Ulusal ve bireysel kimliğini belirleyen
“dil, tarih ve yurt” bilincinden de kopartılıyor onu. “Dil, tarih, kültür, birey, yurttaş, halk, ulus, çağdaşlık, layiklik
(laiklik), uygarlık” gibi kavramları biz, Cumhuriyetle kazandık. Enver Gökçe ve kuşağı, Cumhuriyetin
getirmiş olduğu yenilikleri temelden kavramışlardır. Devrimin, köktenci özünün,
hiç de Halk Ekininden kopuk, ayrı ve aykırı olmadığını görmüş ve göstermiştir
bizlere. Yaşamı ve yaptıklarıyla, halktan kopmadan devrimci şiirin ve sanatın
gerekliliğini, bireysel iç boğuşmalara düşmeden yapmışlardır.
Bunları aklımdan geçirirken, neler
yazabilirim diye düşündüm. Kendisini hiç tanımamış olmamın üzüntüsü, birden
bire gelip oturdu, içimin kapı eşiğine. Yeniden ve daha derinden yaşarım hep bu
anı ve dokuz yıl öncesine alıp götürür beni. Erzincanlı Şair ve Yazarlar üstüne araştırma yapmak üzere
Erzincan’a gittiğimde, evinin içler acısı tablosunu gördüğümde yaşamıştım (Sözünü
ettiğim bu çalışmayı, daha önce, Sivas
Yakımı’nda kaybettiğimiz Asım Bezirci’nin daha önceden başlattığını
ise şair Müslim Çelik’ten öğrenmiştim). Fotoğraflarını çektim,
belgeledim. Utancımızın bir belgesi olarak da saklıyorum. O güne dair izlenimlerimi
burada yinelemek istemiyorum. İlgilenenler, 19.
Ölüm Yıldönümü için yazdığım ve 21
Kasım 1999 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazımdan
öğrenebilirler.
Bilgilerimizin çoğunu (yüzde
sekseni) gördüklerimiz oluşturur bizim. Bilimsel araştırmalardan öğreniyoruz
bunu. Yine bir insanın kişiliğinin tamamına yakını (yüzde sekseni), “0-6”yaş
döneminde tamamlanırmış. İnsan, ömrünün geri
kalanında da kişiliğinin diğer
bölümünü tamamlarmış. Bu bilimsel veriler şunu da
düşündürüyor bizlere: Bugünün
konuşulan ozanı Enver Gökçe’nin, kişilik
temelleri, köyünde geçirdiği bu dokuz yıllık döneminde atılmıştır diyebiliriz. İnandığı
Marksist düşünce, insancı bir öz oluşturmasında
büyük rol oynar. Düşüncesinin ayakları hep yerdedir. Biri, kendi yerelinden
ulusala, diğeri evrensel olana koşar. Yerelini dışlamadan ve yurdundan kopmadan,
insanlığın ortak ülküsüne, evrensel bir dünyaya, evrensel bir görüşle koşaradım
yürür. Gökçe, güzel günleri
göremeyeceğinin bilincinde ve hüznünü derinden yaşamış, şiirlerinde de bunu yansıtmıştır.
Şiirlerinin art alanındakileri
okuyanlar, bu dünya görüşünün, diyalektik
bütünlükte, devrimci bir duyarlıktan kaynaklanan
bu dünya görüşünün kendisine sunduğu genişlik
içinde geliştirerek, kendine özgü
bir estetik anlayışta şiirler yazdığının da farkında olacaklardır.
“Peki, nedir
bu devrimci duyarlık ve evrensel öz bunun neresinde?” diye
sorulabilecek böyle bir
soruya hemen yanıtımız, aşağıya bir bölümünü
aldığım şiiri olacaktır derim:
“Ben, bizden olan bütün
insanların dostu; / Adı, haritalarda bile bulunmayan / Bir köyündenim
Anadolu’nun. / Güzel şeylere hasrettir memleketim, / Güzel şeylere hasret bu
dünya…”
Gökçe’nin devrimci duyarlığı, şiirin tüm örüntülerinde
saklıdır. Destansı bir havası var. Türkü söyler gibi bir sesleniş egemendir bütüne.
Yaşadığı yöreyle birlikte Anadolu ezgilerinin titreşimleri duyulur, her bir
sözcüğünde ve dizesinde. Sözcük seçimi ekonomik, bunları art arda
eşleştirmesinde ise, kendisinin en
acımasız eleştirmeni gibidir. Bu titizliği bir yana, bir dil bilimci
kadar dile
egemen ve bir toplum bilimci kadar da yetkindir, yaşadığı coğrafyanın
insanlarını tanıma konusunda. Türkçenin dil yapısına,
söz varlığına,
türküleşen, ezgileşen seslenişine, derinden derine bir
bağlılığın hüzünlü, ama
umut dolu seslenişiyle karşılaşırız, şiirin şu kısacık
bölümün de bile. Ayrıca,
“bütün güzelliği” açısından da tam ve
“büyük şiirdir”. Bu saydığımız değerlerden
beslendiğinin de, göstergesidir bu şiir. Duru ve berrak akıcılığı,
Anadolu türküleriyle
yakın bir akrabalık ilişkisi içinde olduğunu da duyurmaktadır
bize. Yaşar Kemal, “Ben Enver’i yakından tanıdım, büyük bir şiirin oluştuğuna tanık
oldum.” der, Gökçe’nin şiiri için. Bu şiir, Gökçe’nin, köyünden, yurdundan söz ederken, aynı zamanda dünyadan,
bütün insanlıktan ve yaşadıklarından söz etmektedir. Burada, Gökçe’nin düşünce
dünyasına ve dönemine ilişkin birkaç söz söylemek isterim:
İnsanlığın çektiği acıların adresi
hep aynıdır ve yaşatanlar da: Küresel
kapitalizmi yaratan emperyalizm ve bundan nemalananlar!.. Ondandır
yerellikle ulusallık, ulusallıkla evrenselliğin bir bileşkesidir Enver Gökçe şiiri. Yaşadığı ve
söyledikleriyle örtüşen bir yaşamı vardır Gökçe’nin.
Şöyle sesleniyordu bizlere: “Nasıl yaşıyorsan/Öyle düşünüyorsun demek”.
Yaşamın diyalektiği içinde düşüncenin de geliştiğine inanır. Dahası, ayrılmaz
bir parçası olduğu bu düşünceye eklemlendiğini ve bu bütünlükte bakıldığında
ancak “varlığın” bir “anlam”a oturtulabileceğini duyuran dizelerdir bunlar. Hem
yerel hem de ulusal anlamı kavratmakla kalmayıp bu bilinci, karşısındakinde de
yaratan ve yaşatan bir öz barındırır içinde. Yaşayıp biriktirdiklerini, büyük
bir ustalıkla yeni bir senteze dönüştürerek yazmış ve yapmıştır. Evrensele akan
“büyük şiirin” yaratıcısıdır o. Sağlam bir ideolojiye sahip olduğunun güzel ve etkili
örneği. Öte yandan da, “Güzel şeylere hasrettir memleketim”
diyerek, yerelliğin sığlığına saplanıp
kalmaz. Ulusalı yakalar. O da yetmez, evrenselin peşine düşer, “Güzel
şeylere hasret bu dünya” diyerek. Bu sesleniş aslında, evrensel bir
varlık olan insanın acılarının, sevinç ve umutlarının ortak olduğunu dile
getirilmektedir. İnsanlığın bu evrensel değerlerini, çok önceden türkülerde,
masallarda, ağıtlarda, ezgilerde, manilerde bulmuştur. Türk Halk şiirinin
türküye yatkın dil örgüsünü kendi şiir diline aktarırken, şiirinin gelişmesine
yol açan Halk Şiirini yinelemez. Yeni bir ses, yepyeni bir öz ve yormayan,
sürekli akışın içinde, sonsuz yeninin peşinde, lirik bir söyleyiş güzelliği yaratan,
“büyük şiiri” yaratmıştır Gökçe.
Enver Gökçe’nin şiiri, doğal yasanın öngördüğü değişimin iz süren ve
bu yolda kendi sesini ve akarını bulmuş bir şiirdir diyebiliriz çok rahatlıkla,
bugün bile. Ezgileriyle, Fırat gibi akıp geçer Türk şiirinin içinden. Kendi
sesi ve örgesinin güzelliği sinmiştir, Toplumsalcı
Gerçekçi Türk şiirine. Elbette ki, ona baldıran zehri içirtip öldürmediler.
Ya da bir ipin ucunda Pir Sultan geleneğini
darağacında sürdürmedi. Bir kütüğün üstünde Börklüce
Mustafa “on bin mülhit yoldaşının”
başsız kalan sekiz bin gövdesinden biri de olmadı. Derisini yüzüp tuza da basmadılar,
ateşlere de yakmadılar. Beklide en kötüsüydü ona yapılan, Vecihi Timuroğlu’nun
dediği gibi: “Onu şiirden yoksun kılarak
yaşamın dışına attılar. Gökçe gibi soylu şairi, şiirden uzaklaştırmak denli
büyük zulüm olamaz. O şiirlerinde halk duyarlığını örgülüyordu. Bunu kültür
toplumbiliminin tüm gerekleriyle yapıyordu. Yaptıklarının tümünde üstün bir
bilinç düzeyinin olduğunu da görüyoruz. Örneğin, belli kültürlere, tarihsel
bilinci taşırken halkımızın kültür düzeyini ırak tutmayarak masal ögesini
kullanır:
Zaman akar, zaman geçer,/Zaman
zından içinde/Biz mapusta gürül gürül yatardık/ Yılan çıyan içinde.
dizeleri, “evvel zaman içinde, kalbur saman içinde”
diye başlayan masal başlangıcıdır. Ama arkasından acı gerçek gelir, “Getirdiler ite kaka bir yiğit.”
Kırmızı parıltılı ve narin/Bir
kiraz dalı/Irgalandı/Has bahçenin içinde.
dizelerindeki
“has bahçe”, masal motifidir.
Böylesi motifler salt bir deyiş ögesi olarak kullanılmamışlardır. Bir bilinç
ürünüdür. “Has bahçe”, padişahların mülkiyetindedir.
İçine karınca sızamaz, üstünden kuş uçmaz. Has bahçenin kirazı çiçeğini
dökerken, Eğinli Bekir kükrer:
Bu ne bok kader/Toprağım
yok, tarlam yok./Ne kadar/Toprak var dünyada oysa/ Ömrübillah herkese yeter.
Has bahçeden topraksız köylüye uzanan bu dizeler,
Gökçe’nin maddi izlenimlerini nereden aldığını gösterir. Cumhuriyet şiiri,
Atatürk Devrimi’nden esinlenmiş ve ulusal sanatın bir bölümü olarak
gelişmiştir. 1940 Kuşağı diye adlandırdığımız şairler, şiirlerini halkçı
ilkelere oturtmuşlardır. Ulusal çizgiyi halkçı ilkelerle güçlendirmişlerdir.
Enver Gökçe, Nazım Hikmet’in açtığı yolda, kendi özgün şiirini büyük bir
ustalıkla yaratmıştır. Şiirlerini kitlelere yaklaştırırken kütleleri de şiirine
yaklaştırmayı başarmıştır. Bu başarısında Türk lehçelerini incelemesi, Anadolu
Türk şiirini çok iyi özümsemesi büyük etken olmuştur. Halk duyarlıklarının halk
dilinden geçeceğini çok iyi sezmiştir. “Demiri eriten kömür/Yiğidi eriten
kahır” dizeleri, hem sözcük ekonomisi bakımından hem söz dizimi bakımından,
tümüyle halk dilinin kendisidir. “Yiğidi dert değil, kahır öldürür” sözünün
Enver Gökçe şiirinde aldığı biçimdir bu. Kimi zaman, şiirsel deyişi, tam halk
ağzıyla söyler: “Bu belalı başınan/Kime
gidem yavri”. Yerel deyişlerle birlikte sözcüklere takılan ekler de halk
diline uygundur. Giderek, bu halk dili,
Türkçe’nin büyük olanaklarıyla parlar:
Aklı karalı seçilirken su,/Aklı
karalı seçilirken ova,/Aklı karalı seçilirken dağ.
Halk dilinin sözlüğünden seçtiği sözcüklerle kurduğu
dizeler, halkın acısını da yansıtır. “Rüsvay,
malamat, üryan” gibi, yalın gerçekliği yansıtan dizeler kurar. Böylesi
dizeler, kompozisyonun tümelliği içinde halk acısının özdeksel kaynaklarını
yansıtırlar. Bu büyük şiirin kuruluşu, salt halk diliyle söyleşmekten gelmiyor.
Tüm Türk kültürünün harmanlanmasından doğuyor. Zaten salt halk ağzıyla, bilinç
düzeyi yüksek bir şiiri yazmak da olanaksızdır. Enver Gökçe’nin şiiri Dede
Korkut’a değin iner:
Adı görklü Marx yâdıma
düşende,/Uyan derim Alim/Uykudan uyan!”
Toplumsal uyanışın yönünü, bilincini, işte böyle
geleneksel deyişlerle, halk duyarlığıyla birleştirir.” (2)
Enver Gökçe, kültürün insanı olduğu kadar, bir halk bilimci
kimliğiyle de halkın devrimci bir ozanı ve toplum bilimcisidir. İlk şiirlerini
1945-50 yıllarında “Ant, Gün, Söz, Meydan” gibi dergilerde yayımladı. Ne yazık ki
siyasal baskıların git gide ağırlaştığı bu dönemde, adı geçen dergilerin hepsinin
ardı ardına kapatılması, büyük bir talihsizliktir onun için. O dönemde
üniversite öğrencisi olan yazar Asım
Bezirci, çok sonraları, döneme ve Gökçe’nin
şiirine ilişkin şunları yazıyor:
“…1945-50 döneminde üniversite öğrencisiydim. Ancak birkaç
şiirini okuyabilmiştim. Çünkü yazdığı dergiler ardı ardına kapatılmıştı.
Şiirlerini bulup okumak başlı başına bir sorundu. Onları yıllarca sonra
okuduğum zaman enikonu çarpıldım, büyülendim. (…) Gerçi, Gökçe’nin şiirleri
yayımlanalı yıllar olmuştu. Ama yeniden okuyunca sanki bugün yazılmışlar gibi
geldi bana. Gerek kendi bireysel yaşantımın, gerekse çevremde gördüklerimin
Gökçe’nin şiirlerinde yankısını buluyordum. Demek ki şiirler eskimemişti. Hala
canlı, dipdiriydi…”

Gökçe’nin şiirindeki “sürekli yeninin” kalıcı özüyle bugüne
taşınmasını, şu nedene/nedenlere bağlıyorum ben: 1923 Aydınlanma Devrimi’nin, Orhan
Burian’ın demesiyle “Türk Rönesansı”nın,
yarattığı çağdaş, layik (laik) ve demokratik toplumu oluşturma düşüncesi,
bilimsel görüşe yaslanan anlayışı, Türkiye’de, tam anlamıyla temele indirilememiştir.
Temelini bulamayan yenilikler, açık denizlerde dalgaların yıkıcı zirvelerinde sürüklenen
bir sandal gibi olduklarından, kalıcılıktan uzaklaştırılmıştır. Halklaşamadığı
için, halkı bu yeniliğe taşıyacak kadroların örgütlü bir yapıya
dönüştürülemediği içindir ki, ne Atatürk
anlaşılmıştır ne de Cumhuriyet Devrimleri.
Kısası, hep bir güce dayandırılarak korunmaya ve yaşatılmaya çalışılması
ise, tamamıyla Tanzimatçı kafaların darlığından ve sığlığından ileri
gelmektedir. İşte bu anlayış, devrimin doğasına karşıt bir durum olduğu kadar,
devrimi yapan Mustafa Kemal Atatürk’ün de amaçlayıp “birey-halk-ulus”,
gelişme ve değişme çizgisinde hedeflediği “çağdaş uluslar düzeyine yükseltme
ülküsünden” bütünüyle koparmıştır devrimi.
Atatürk, bir İslam
toplumundan, Marksist bir toplum
yaratılamayacağını bilecek kadar gerçekçi bir liderdi. Çünkü o, Türkiye halkını
bütün sınavlarında yalnız bırakmamış, bütün cephelerde onlarla birlikte savaşmış
ve nerede ne zaman nasıl davranacağını çok yakından görmüştür. Çanakkale
Destanı’nın yazıldığı Anafartalar’ı anımsayın. Trablusgarp’ı, Suriye cephesini,
Balkanları da. Ve burada konuşma özgürlüğümüzü yakaladığımız bu toprakları
kazandırdığı o büyük savaşı da yeniden anımsamalı. Halka doğru yolu
gösterdiğinde neler yapacağını çok yakından yaşayarak öğrenmiştir. Demokrasiyi yerleştirmek,
öncelikle halkta ve teker teker bireylerde bu bilinci yaratmaktan geçiyordu
ilkin. O bunu biliyordu ve buna inanmıştı. Çevresinde ki genç kuşak
yöneticileri de buna inandırmıştır. 1937 yılında hasta yatağında yaverine şunları
der: “Eğer
ölmez de beş yıl daha yaşarsam, ülkeye demokrasiyi yerleştirebilirim. Yoksa
bunun için üç kuşak gerekecektir.” (Atatürk
Yolunda, Yaşar Nabi Nayır. Varlık Yayınları). Toplumsal değişimi
gerçekleştirecek ilerlemelerin önü kesilmiştir ne yazık. Gelişmenin salt biçimciliğe
indirgenerek, toplumdaki yaşanan her tür değişim ve gelişme, daha
kaynağındayken kurutulmuştur, karşı devrim sevdalılarınca. Devrimlerin temele indirilememesi,
özelikle indirilmek istenmemesi (halka benimsetilmemesi), yıllardır sözü edilen
gerçeklerde bugüne değin çok önemli değişmeler yaratmamıştır. Bu nedenledir ki,
Enver Gökçe’nin şiirleri hala güncelliğini
korumaktadır. Bozuk düzenin, bozuk çarkı insan öğütmeye devam ettiği sürece,
Gökçe’nin şiiri hep güncelliğini koruyacaktır. Her yeni okumalarda yaşayan bir
şiirin soluğunu ve nabzını duyuyoruz onun şiirlerinde…
“Ne ah edin dostlar, ne de ağlayın!/Dünü bugüne,/Bugünü
yarına bağlayın!”
diyor Nazım
Hikmet. Bu şiiriyle Nazım, sanki Enver Gökçe’nin “dünü bugüne, bugünü yarına bağlayacak olan devrimci bir perspektivde,
devrimci görüşte kaleme aldığı (A. B.)” şiirlerinden söz eder gibi. Nazım Hikmet ile Enver Gökçe’nin karşılaşıp karşılaşmadıklarını oldukça merak ediyorum.
Şu ya da bu biçimde de olsa Nazım Hikmet,
Enver Gökçe’den haberlidir mutlak, diye
düşünüyorum. Bu konuda Nazım Hikmet, Toplumsalcı Gerçekçi şiiri ve yazınımızın,
belli yazar ve şair adlarından söz ettiğini bilmiyorum. Ama henüz okuduklarımın
ve bildiklerinin hiç birinde Enver Gökçe
ve şiirine ilişkin bir şeyler söylediği konusunda bir bilgiyle karşılaşmadım
henüz. Bu önemlidir diye düşünüyorum. 1940
Kuşağı’ndan söz ederken, Enver Gökçe’yi
atlamış olmasını pek akla yatkın bulmadığımı söylemek istiyorum.
Ne dersiniz?
Gökçe’nin Ant dergisinde 1945 yılında yayımlanan “İlk
Adım” başlıklı şiirinin bir bölümünü paylaşmak istiyorum sizinle:
Şimdi, göz aydın etme
zamanıdır./ Yeni bir dünya doğuyor./ Şorul şorul giden kan pahası./ Müjdeler,
müjdeler olsun/ Yeni bir dünya doğuyor/ Zincir seslerinden/ Verem basillerinden
uzak…/ Büyük ölülerin bağrına basıp/Yaralı insanlarımız/Kahramanlarımız
konuşuyor:/ Benim olsun, senin olsun, bizim olsun,/Hani kardeşlerimiz vardır ya/Bu
dünyada/ -Kız kardeşlerimiz, annelerimiz, şairlerimiz-/ Dumdum kurşunuyla
vursalar da / Her zaman böyle dövüşeceğiz:/ Gırtlak gırtlağa, diş dişe, tank
tanka/ Demokrasi için,/ Eşitlik ve hürriyet uğruna/ Bir mermi de benden aslanım/
Bir mermi de benden/ Bir mermi de benden/ Zafer topları, mübarek namlular!
Bir destanı okur gibiyiz sanki (şiire
başladığımızda). Yüreği insan sevgisiyle dolup taşan, ama yaşama tutkuyla bağlı
bir ozanın kaleminde anlam bulacak bu dizeler, onun devrimci dünya görüşünün ve
devrimci estetiğin incelikleriyle örüntülüdür.
Dahası, gelecekten umutla söz ederken “demokrasi, eşitlik ve özgürlüğün” büyük kavgasının verilmeden
“güzel ve rahat günlere” ulaşılamayacağını söyletmektedir/düşündürmektedir
bizlere/bizleri. Enver Gökçe yurdunda
emperyalizme ve faşizme karşı, özgürlükten, bağımsızlıktan, barıştan, kardeşlikten
ve emekten yana kalemini kullanmış, bu uğurda savaşım verip çokça da bedeller
ödeyerek bugünün ve elbette ki yarının dünyasında yaşayacak eserler bırakmıştır,
az sayıda da olsa. Bütün bu söylediklerimizi düşünecek olursak, Enver Gökçe, Komünizmin bir öcü ve korku
ambarı gibi gösterildiği ve faşizmin gemi azıya aldığı bir dönemde, Komünist
kalabilmeyi insanlığının ve tabi ki insanlığın bir onuru saymıştır. Aynı
duyarlıkla ulusalcı kimliğini koruduğu gibi “yazıda yabanda, tütünde” halkıyla da
bir arada yaşamayı da ihmal etmemiş, devrimci duruşunu, insancı bir özle
buluşturarak, Anadolu Halk ekininin önemli bir parçası olan “imecenin” büyük
dayanışmasını sergilemiş bir ozandır o. “Memleketimin Şarkıları”, sözünü
ettiğimiz bütün güzelliğinin ve buraya kadar sözünü ettiğimiz özelliklerinin
ipuçlarını barındıran, en iyi şiirlerindendir:
“Ben, bizden olan bütün
insanların dostu;/Adı, haritalarda bile bulunmayan/Bir köyündenim Anadolu’nun./Güzel
şeyler hasrettir memleketim,/Güzel şeylere hasret bu dünya./Yıllardır kanda ve
ateşte mısralarım/Yanan şehirlerin./Ağır tankların tekerlekleri arasında./Biliyorum,/Yaylım
ateşlere girilmiştir gönlümüzce/Pasifik kıyılarından Volga’ya kadar./Benim
arzumanım kaldı/Hürriyet boylarında tank oynatanlarda./Bütün kıtalarda/ Tulu
arzda, İslam içinde, küffar içinde/ Mülhit, mümin ve vatanseverim.”
Gökçe’yi başarılı kılan etmenlerden biri de onun, halk ekininden
(kültüründen) yararlanmasıdır. Halk edebiyatından etkiler taşıyan ürünlerini 1943’lü
yıllarda vermeye başlarmıştır. Bu dönemde Gökçe,
Aşık Veysel, Aşık Ali izzet, Habip
Karaaslan ve Talip Coşkun “… gibi
temiz şairlerin hepsiyle teker teker tanıştım, ilgilendim. Onların gerçekten
temiz bir halk yüzleri vardı. Ve bu taraflarıyla az çok ilgilendim ve temaslar
kurdum” der.
Aşağıya bir bölümünü aldığım şiir
onun bu yanından söz eder bizlere:
“Bende türküler ağlamaklı,/Bende türküler oldu
dizim, dizim,/Doldurdum sineme, ciğerlerime,/Doldurdum derdi mihneti/Pamuk
tozunu, kömür tozunu;/Memleketimin şarkıları kadar acı çektim.” (Memleketimin Şarkıları)
Asım Bezirci, bu yönü için şunları yazar: “…Gökçe folklörün, halk şiirinin, halk dilinin, deyimlerin, zengin
verilerini devrimci bir görüşle, onlardaki değeri, diri yanları kendi şiirine
aşılamıştır. Bundan ötürü, onun şiirindeki işçi gibi köydeki ırgatta okuyup
anlar, sever, üniversiteler bitirmiş aydın da okuyup anlar, sever. Demek ki
onun şiirleri insanlar arasında sınır tanımıyor. Bu, halk kültürünü bilinçle,
halkçı bir görüşle değerlendirmenin sonucudur…” (A. Bezirci, Temele Gül
Dikenler. Çınar Yayınları).
Enver Gökçe’nin, saydığımız bu özellikleri ve nitelikli yanları, başka
şairleri de etkilemiş, aynı hava içinde, hemen hemen aynı sözcüklerin
kullanıldığı şiirler yazmalarına öncülük etmiştir. İşte bir örnek: “Sallan da gel boylarına bakayım”, “Ak
gerdanına beşibirlik takayım”, “O yarin göğsüne bir ak gül takayım” gibi türkü
sözlerinden etkiler taşıyan Gökçe’nin
aşağıdaki dizeleri;
Saçlarına /Kızıl güller
takayım, / Salında gel. Bir o yana, / Bir bu yana…
Ahmet Arif’te şöyle yankı buluyor:
Saçlarına kan gülleri
takayım, / Bir o yana / Bir bu yana…
Asım Bezirci devamında da şunlardan söz eder: “Gökçe’nin şiirini başarılı kılan
özelliklerden birisi de, onun estetikçe yetkin bir düzeyde oluşudur. İlerici
bir dünya görüşüne yaslanması, toplumcu/gerçekçi bir açıdan çevresine bakması
ve bu bakışı estetik yetkinlikle birleştirmesi onun şiirini sağlam temellere
oturtmuştur.
“Kirtim Kirt” her iki özelliği de kucaklayan başarılı
örneklerden biridir…” (a.g.y)
Aslında, bir durumu, olayı,
kişiyi, yapıtı değerlendirirken yaşadığı dönemin koşullarına bakmadan, sağlıklı
ve nesnel bir değerlendirme yapamaz insan. Çünkü insan, yaşadığı dönemden sorumlu
olduğu gibi soyutlanamaz da döneminden. Dönemin koşullarından bağımsız
(koşulların göz ardı edilerek) olarak yapılacak her değerlendirme, erken doğum yapmış bir annenin, gelişmesini
tamamlamak üzere küveze konulan yavrusu gibidir. Sürekli bakıma muhtaç olacak,
gelişmesi bir başkasının bakımına bağlanacak. Enver Gökçe’nin yaşadığı dönem, faşizmin dünyayı kasıp kavurduğu bir
savaş dönemidir. Savaşın kaçınılmaz sonuçları, yalnızca ortaya çıktığı
coğrafyayla sınırlı da değildir. Bütün bunların farkında olan Gökçe, ta o yıllarda çizgisini ve tavrını
belirlemiştir. Ondandır her türlü zorluğu göğüslemiş ve özelde şiirini, genelde
sanatını emekten, barıştan, demokrasiden yana güçlerle buluşturmuştur.
İnsanlara yaşadığı topraklarla
sınırlı olmayan bir evrensel dünya sunan anlayış içinde kalarak, şiirin ve
sanatın estetik doğruları içinde yapmıştır bütün bunları. Estetikçe yetkindir.
Yerellikle ulusallığın örtüşmesinden, evrensel bir çıkarıma yönelmiş ve komünist
bir dünya görüşüne yaslandırarak, “toplumsalcı gerçekçi” bir anlayışta
işlemesi, onun şiirinin sağlamlığının da en önemli göstergesi. Çok sağlam ve
derinlere inen bir halk ekini geleneği vardır şiirini besleyen. Enver Gökçe de
şiir boyutlanmaları, genişlik ve yükseklikle sınırlandırılan iki boyutluluk
hali bir şiir, yani yüzey şiiri değildir, hemen silinip gidecek. Üçüncü hatta
dördüncü boyutu kendinde barındıran bir şiirdir. Derinlik ve zaman-uzam
boyutlarıyla, sağlam bir gelenek zincirinin güçlü halkaları boyunca, su
verilmiş iyi çeliğiyle yeni bir gelenek yaratarak
geleceğe uzanır gider. Örneğin, “Memleketimin Şarkıları” başlıklı
şiirine yeniden döndüğümüzde, şunlarla buluşturur bizleri:
Bu şiir, kendi yerelliğinden seslenir
dünyaya ve insana. Ne ki, bu sesleniş, parçası olduğumuz bütünün, Anadolu
toprağının, yurdunun renkleriyle sınırlamaz kendini. Dünyadan, insanlıktan,
yani evrensel olandan, güncel kalandan söz eder. Baştan beri vurguladığımız “yerellikten ulusallığa, ulusallıktan
evrenselliğe” bir değişme ve gelişme çizgisini izlediğini ve yan yana
yürüdüğünü görüyoruz. Şair bunun için var, şiir bunun için yazılır.
“Yusuf İle Balaban
Destanı”nın
yalnızca giriş bölümündeki “Kirtim Kirt” adlı şiir, sözünü
ettiğimiz özdekçi düşüncenin işlendiği görkemli bir şiirdir. Yalnızca bu
bölümün elde kalması, elbette ki, büyük bir şanssızlık ve değerbilmezlikse, aynı
bölüm başlı başına Gökçe’nin
şiirinin, değişme ve gelişmeden yana ucu açık bir şiir olduğunu da
göstermektedir bize. Bu şiirinde Enver Gökçe,
“evren
ile insanın oluşumunu, toplumun gelişimi ve sınırlara ayrılışını”,
diyalektik bir bütünlükte ele alıp işlemiştir. Bu diyalektik bütünlüğün
yansıtılışını da özdekçi bir görüş verir. Herkesin duyup anlayacağı bir
yalınlıkta dile getirir şiirlerinde bunu. Şiirden bir bölüm:
“Can yok ki sevdalara
düşe,/Kurt yok ki kızıl kana üşe/Yoktum ki yol geçe/Yoktun ki haber ulaşa/Gül
yoktu ki, dal yoktu ki../Ve döne döne ateş/Döne döne madde/Gökler yarıla dürüle/Dağlar
savrula devrile,/Kırıla döküle yıldız/Sular evrile çevrile/Değişe döğüşe madde/Değişe
tokuşa madde/ (…)”
Enver Gökçe şiirinin bu özellikleri dışında, bugün hala konuşuluyor
olmasının başlıca nedenlerine, onun kişiliğinde gizli kalanları da eklememiz
gerekir. İnanmış bir düşünce ve dava adamıdır Gökçe. Türkiye gibi çok çabuk düşünsel zemin değiştirip
dalgalanmaların ve büyük zulümlerin yaşatıldığı bir ülkede, Can Yücel’in demesiyle “Türkiye’de komünistim
diyebilmesi için kişiye tüzük değil, sağlam bir büzük gerekir.” Hele, cadı
kazanlarının kaynatıldığı o kırkların karanlığında, insanın komünist
kalabilmesi ne derece zor ise, aynı zorluk derecesinde bunu başaranların sayısının
da o derece az olması, “eşyanın tabiatı” gereğidir diyebiliriz. İşte bunlardan
biri Enver Gökçe’dir. Bir diğeri de Vedat Günyol’dur bana göre. Benim için
her zaman, “Promete”nin çağdaşı olan Vecihi
Timuroğlu da saydığım bu değerlerin başında gelenlerinden biri. Metin Dermirtaş da öyle. Muzaffer İlhan Erdost’ta. Örnekler
çoğaltılabilir. Gökçe, inandığı Marksist düşüncenin gereğini fazlasıyla
yerine getirmiştir.
Kendisine yetişemediğim “Büyük
şiirin” yaratıcısının, şiirlerinde yaptığım kazılar sonucunda el ettiğim
buluntulardan yola çıkarak, oluşturmaya çalıştığım bendeki portlerinden birini
sizlere sunmaya çalıştım. Ne derece duyuşsal ve bilişsel bir portre, doyurucu
bir görüntü sergiledi, onu da sizlere bırakarak sözlerimi tamamlamak istiyorum.
“Ya olduğun gibi görün, ya
da göründüğün gibi ol”der Mevlana.
Bu söz, bütün yaşamını halkına
adamış ve bu uğurda çileler çekmiş, yalnızlığının yaratıcılığında, az sayıda da
olsa ürünler vermiş Enver Gökçe için
söylenmiş olduğunu duyumsatır her nedense, birinden duyduğumda ya da bir
yerlerde okuduğumda bana. Demek ki, diyorum, Enver Gökçe gibilerin yaşadığı bir
dünyada insan, eğer isterse mülkiyet hırsını da yenebilirmiş. Bu onu
gösteriyor. Ben bunu öğrendim bu yaşamdan. Ondandır, insandaki mülkiyet hırsını
yenmesi, onu insancı bir düşüncede temellendirmesi ve bu düşünce doğrultusunda
yaşamış olması, yukarıda saydığımız özelliklerinin çarpıcı ve yalın örneklerini
oluşturmaktadır Gökçe’nin. Nasıl düşündüyse öyle yaşadı. “Nasıl yaşıyorsan/Öyle
düşünüyorsun demek”tir, diye, dememiş miydi kendisi?
Hayatı
koşturarak yaşayan şairimiz, komünizme inanmış olmasının ötesinde, yaşadığı
gibi düşünen, düşündüğü gibi yaşayan ve söyleyen bir halk ozanıydı. Belki az
ürün verdi. Doğrudur. Daha da çok ürünler verebilirdi. Bu da doğru kabul
edilebilir. Ancak Enver Gökçe ve kuşağı, inandığı değerlerin peşinde
koşturmayı daha çok yakıştırmıştır kendilerine. Şu önemli: Kendi hayatlarını,
doğru bir düşünce uğrunda halk dalkavukluğuna kalkışmadan, halk adına ortaya
koyanların, hem düşüncelerini hem de hayatlarını koşturarak yaşamalarından daha
doğal ne olabilir ki? Bundan ötürü düşüncelerini koşturup, düşüncelerinin
peşinden koşarken; gözaltılar, hapisler, işkenceler, sürgünler, prangalar görüp
yaşadılar. O illetlik romatizma, hücrelerde bilmem kaç geceyi sabahlattığı
zamanların bir kalıtıdır kendisinde. Aramızdan ayrılana kadar taşımıştır…
Onun
olgunluk dönemi şiirleri olan ve zor hapishane koşullarında saklamayı başardığı
“Yusuf İle Balaban”nın,
dışarı çıkarıldıktan sonra kaybedilmiş olmasına mutlak üzülmüştür. Bildiğim
kadarıyla da kaybolan şiirlerinin ardına düşmemiştir. Dönem içerisinde bir dolu
tartışmalar yaşanmış olmasına karşın, Anadolu insanının bilge tavrını hep
korumuştur O. Doğru ya da gerçek, şiirlerinin kaybedilişine ve o dönemde
yaşananlara tanık olanlar, şu ya da bu şekilde yaşananları dile getirdiler,
getirmesine, ama bütün açıklamalar şiirlerinin nasıl
kaybolduğunun/kaybedilişinin üstündeki sis perdesini hiçbir zaman kaldırmaya
yetmedi ne yazık. Ben bunu şuna bağlıyorum:
1. Enver Gökçe’nin, iyi bir komünist, bir
dava ve düşünce insanı olarak, Marksizme bağlanması ve bu düşüncenin
gereği, mülkiyet ilişkilerini çoktan aşmış olması, bu düşüncemizi doğrulayan geçerli
ve çok önemli bir neden. Bundan ötürüdür ki, Enver Gökçe, her türlü
zorluğa karşın, hatta yaşamı pahasına da olsa, yarattığı şiirlerinin yitip
gitmesinin üstünde fazla durmadığı gibi, sanırım yaşadığı dönemde de bu
tartışmaların odağında bulunmamıştır. Bilinenlerin dışında… Çünkü O, kendisini
bu duruma getiren halkın bir çocuğu olduğunu unutmamıştır kesinlikle. Halk,
yarattığı türkülerde, yaktığı ağıtlarda, söylediği ninnilerde, anlattığı masallarda,
dillendirdiği manilerde, ezgilerde mülkiyet aramamıştır. Ortak yaşamın ve
yaşantının bir ürünü olduğuna, çocuklarından ödünç aldıkları bu dünyayı,
babalarından, dedelerinden, annelerinden, ninelerinden gördüklerini,
duyduklarını, öğrendiklerini… Kısası, emanet aldıkları her şeyi, yeni kuşaklara
aktarırken de aynı inanç ve düşüncede olmuşlardır da ondan. Bunu çok iyi
sezinleyen ve yaşayarak öğrenen Enver Gökçe, inandığı düşüncenin de bu
yaşantıyla örtüştüğünü görüp bildiğinden, şiirlerinin peşine düşmemiştir. Eminim, “Önemli değil şiirlerimin kimin
adıyla çıkmış olmasının. Önemli olan halkımla buluşmuş olması ve halka mal
olmasıdır...” diye de düşünmüştür. İşte bunun içindir ki susmuş ve
şiirlerinin herkesçe dilden dile dolaştırılmasını, telden tele çalınıp
söylenmesini, “Görüş Günü”
olarak kabul etmiştir kanımca...
2. O dönemde olup bitenlere
tanıklık edenler, Enver Gökçe’den ses çıkmadığını gördükleri içindir ki,
bu konunun tartışılmasında daha fazla taraf olmamışlardır. Bilgisi olanlar da
bu emeğin sömürülmesine ses çıkarmamışlardır. Ya da üstü kabalı, tıpkı
kaybedilişindeki sis perdelerini andıran değinmelerde bulunmuşlardır. Damar
dergisinde çıkan bir yazıda, İranlı bir kadının, Huzurevinde yattığı dönemlerde
Enver Gökçe’nin, olduğu bilinen bir defteri alıp gittiği yazılmıştı, yanlış
anımsamıyorsam. En azından, yakın bir dost ve ağabeyden de bunu duymuştum. Bildiğim
kadarıyla da bunun peşine düşen de olmadı hiç.
Kimdir
bu kadın ve nasıl alıp götürmüştür bu defteri?
Bu
hırsızlıktan haberi olanlar var mıydı?
Olduysa
neden üstüne gidip gerçeği ortaya çıkarmak yerine, sessizliğe büründüler?
Bu ve
benzeri sorular, öyle sanıyorum ki, ileriki yıllarda da yanıtsız kalacaklar. Ne
büyük talihsizlik…
Yaşamını,
halktan kopuk seçkinci aydınlar kervanına katmadan, yiğitçe, dürüstçe,
doğrulukla ve namusluca tamamlayan Enver Gökçe’nin aramızdan ayrılışının
bu 27’inci Yıldönümü’nde bir
kez daha onu sonsuz sevgiyle selamlıyor, anısı önünde saygıyla eğilirken, onca
sesleniyorum, herkese:
“....Bütün Arkadaşlara;
Dost Dost İlle Kavga...”
Bu
karanlık aydınlatılmalı…
(1, 2.) Vecihi TİMUROĞLU, Yazınımızdan Portreler,
Başak Yayınları- Ankara, 1991
 |
Bu metin "Deliler Teknesi Edebiyat-Sanat dergisi, Ocak-Şubat sayısı"nda yayımlanmıştır. |
Fotoğraflar: Ali Ekber Ataş'ın objektifinden Enver Gökçe'nin yaşadığı evden görüntülert. |