Ziya Gökalp'i Doğru Tanımak

                  

“Araştırmanın kazıbilimcisinden” ortak aklın yüceliğine bir gönderme:

 “Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak”

 

           “Fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir…”  Mustafa Kemal Atatürk.

          
 

Bir düşünür, “İnsan doğulmaz, insan olunur” demiş. Bütün çabamız insan olmak. 

Tarihimizin, savaşımla geçen üç bin yıllık süreci, hala, insanlaşamamanın acılarıyla dopdolu.

Çağının tanığıdır insan. Yazar da insanlığın tanığı. Görevi, çağı anlamak ve açıklamak olan yazar, toplumunu da aydınlatmak zorundadır. Toplumsal sorumluluğun aşkın yanı yazar, insanlığın da yazınsal ve düşünsel belleğidir.

Masamda, dört ay önce henüz yazım aşamasındayken, dosya halinde okuduğum “Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak” adlı kitap. Çağın tanığı olmuş gerçek bir “aydından”, Atatürk’e “fikir babalığı” etmiş ve çağa ışık tutmuş bir düşünürü, “doğru tanımamızı” sağlayan ve bütün ezberleri bozacak bir başyapıt. Karaveli’nin, başından sonuna gelişmelerinden haberli olduğum bu yapıtını, herkesten önce okuma şansını yakalamış biri olarak, çok mutlu olduğumu ve büyük bir kıvanç duyduğumu söylemeliyim. Bu elbette ki, her zaman yaşanabilecek sıradan bir durum değil. Karşılıklı bir güvenin sonucu kendiliğinden oluşan/gelişen bir olay. Ne ki, benim, kendisinde bu güveni yaratmış olmamdan çok, onun, insanda güven yaratan kişiliğinin bunda daha çok etkili olduğunu söylemeliyim.

Orhan Karaveli’nin, “Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak” adlı eseri, içindeki bilgi, belge ve fotoğrafları ve dahası, “Minareler süngü, kubbeler miğfer” yalanını ortaya çıkarmasıyla da çok tartışma yaratacak bir kitap. Doğan Kitap’tan. Kitabın özeti de diyebileceğimiz “Sunuş” yazısında, dünyanın yeni baştan şekillenmeye başladığı ve bir çağın (imparatorluk/ imparatorluklar dönemi) kapanıp yeni bir çağı başlatan Kurtuluş Savaşları dönemi ve cumhuriyet’i kuran, Mustafa Kemal Atatürk ve onu etkileyen üç büyük şair ve düşünür; Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp ilişkisinden söz ediyor. Ayrıca, Ziya Gökalp’in köken sorunu, Malta Mektupları ve Malta’da verdiği felsefe derslerinin de kısa bir değerlendirmesiyle başlıyoruz kitaba. Kitabı okuyup bitirdiğinizde, çok önemli bir gerçeği de derinden derine duyumsuyorsunuz. Demek ki, diyorsunuz, Atatürk’ün, “Fikirlerimin babası Ziya Gökalptir…” dediği düşünürün, gerçek kimliğini öğrenebilmemiz için, Orhan Karaveli’yi beklememiz gerekecekmiş, meğerse. Ama bu bekleyiş her şeye değdi doğrusu.

Türklüğün, bunca gecikerek de olsa yeni ve çağdaş bir “ulus devlet” ve kimliğinin bilincine varmış köklü bir “millet” olarak tarih sahnesinde yerini almasındaki öncü ve önder Mustafa Kemal Atatürk’ten; gelmiş geçmiş bütün Türklerin en yücesi olan bu, benzeri görülmemiş insandan başkası değildir. Güneş gibi parlak bu gerçeği göremeyenler ya da görmezden gelerek unutturmaya çalışan art niyetli nankörlerin sayısı ülkemizde az değildir ve ne yazık ki sürekli artmaktadır. Bilerek karanlığa itilmiş cahil kesimlerin küçük hesapları ve aymazlığı yüzünden bunlar hiç de yakışmadıkları yerlere çıkmışlardır ve ülkeyi, hızla bir uçuruma sürüklemektedirler…” diyor Karaveli.

Tarihe doğru bakmak, onu doğru okumayı gerektirir. Yalanlara bulayıp bozmadan genç kuşaklara anlatmak, mutlu ve aydınlık bir geleceğin kurulmasında atılacak ilk ve en temel adımlardan biridir. Sayın Karaveli, cumhuriyetimizin “Kuruluş” dönemlerindeki coşkusunu, Atatürk’ün yaşadığı ve çocukluğunda yüzünü avuçlarına alıp saçlarını okşayacak kadar yakınında olduğu dönemlerde yaşamıştır. Saçlarının aklığı da Ata’nın ellerinden akan çocuk sevgisinin ürünüdür sanki. Atatürk’e bu derece yakınlığı, babasının askerlikte aldığı özel görev(i) nedeniyledir. (*)

Karaveli ve kuşağı, “1923 Aydınlanma Devrimi”nin kazanımlarını, kafa ve yürekleriyle kavramış, yazın ve düşün dünyamızın tek kuşağıdır bana göre. Her biri, birer örgüt gibi bütün bilgi ve becerilerini sonuna kadar kullanarak, devrimin toplumsallaşıp yerleşmesi için, var güçleriyle çalışarak bu sürece katılmışlar ve hala da bu uğurda çalışmaktadırlar. “Bir Ankara Ailesi’nin Öyküsü” (Pergamon Yayınları) adlı “belgesel, anı/roman” kitabı, sözünü ettiğimiz tarihi anlatan, gecikerek de olsa kitaplığımızdaki yerini alan çok önemli eseridir. Sıradan bir Ankara ailesinin yaşamındaki yeniliklerde, devrimin ve Genç Cumhuriyetin derin etkilerini hissederek yaşıyorsunuz.

Orhan Karaveli, Atatürk’ün düşünce hayatına yön verdiğini bildiğimiz iki önemli kişiliklerinden, “Ben inkılâp ruhumu ondan aldım…” dediği, “insanlık şairi” Tevfik Fikret’i anlattığı “Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği (Doğan Kitap) adlı kitabı ile “Fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir  dediği, “Türkçülüğün ve ulus devlet fikrinin”  babası Ziya Gökalp’i yeni yazdığı “Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak” (Doğan Kitap) adlı eseri, yalnız tarih ezberciliğini değil, insana kanıksattırılan ezberleri de bozacak ve hemen herkesçe tartışılacak bilgileriyle sıra dışı bir kitap. Sayın Karaveli’nin, bu son yapıtı (eseri) üstüne düşüncelerimi ve kitabın bendeki çağrışımlarını, yer yer kitaptan yapacağım alıntılar ışığında sizlerle paylaşmak istiyorum:

Yirminci yüzyıl Kurtuluş Savaşları yüzyılıdır. Bu yüzyıla damgasını vurmuş olayların yakın tanıkları, yaşadıkları coğrafyadaki gelişmelere de yön vermiş, şu ya da bu biçimde, gelişen olaylar üzerinde önemli roller oynamışlardır. Batı’daki bu gelişmelerin etkileri çok geçmeden coğrafyamızda da kendini gösterecek, Anadolu’da “ulus devlet” fikrinin doğuşuna kaynaklık edecektir. Bu yeni gelişmeler ışığında, olayları çok yakından izleyen ve kurulacak “yenidünyada”, yeni bir devlet fikrini ortaya atanların öncülüğünü Ziya Gökalp yapacaktır. İttihat ve Terakki’nin düşün öncülüğünü de yapan Gökalp, Osmanlı’nın çökmesini kesinleştiren “…Rauf (Orbay) Bey’in tam bir aymazlık, beklide önemli bir iş başardığı inanç ve işgüzarlığıyla imzaladığı Mondros Ateşkes’inden sonra partilerini kapatan İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri yurdu terk ederken Talat Paşa’nın çok sevip saydığını herkesin bildiği Gökalp’e , “Ziya Bey” demişti, “ülke dışına çıkma kararı verdik. Düşman İstanbul’a mutlak girecektir. Bunlar yahut bize karşı olanlar sana da kötülük yapacaklardır. O nedenle sen de Avrupa’ya kaç. Karışıklık geçtikten sonra hepimiz döneriz.”

“Israrla söylüyordu bir zamanların güçlü “sadrazamı”.

Hiç düşünmeden cevap verdi “fırka”nın “merkez-i umumi” üyesi ve fikir önderi:

“İşlenmiş herhangi bir suçum yoktur. Bu nedenle ve kesinlikle kaçmayacağım. Ölürsem de bu topraklarda ölürüm…” (**) diyerek, Talat Paşa’nın bu önerisini şiddetle reddeder.

Uzun süre köken tartışmalarıyla, gerçek kişiliği göz ardı edilen sosyolog, toplumbilimci, eğitimci (pedegog), şair ve edebiyatçı Ziya Gökalp, çağın olayları ve gelişmeleri karşısında, “ulus devlet” fikrini, “Türkçülük”, “milliyet” ve “millet” gibi kavramları ortaya atan ve bu topraklarda kökleşip gelişmesini sağlayan büyük Türk filozofudur. Ne yazık ki,  Gökalp, bu yönleriyle değil de, adeta yaşadığı dönem göz ardı edilerek; “… ‘Turan’ manzumesi Selanik’te ünlü ‘Beyazkule’nin dibindeki çay bahçesinde yazılmış ve kentteki, temiz Türkçe’yi savunan Genç Kalemler dergisinde 7 Mart 1911 günü yayımlanarak ülkenin tamamında yankılanan…” o dönem yazılmış olması dikkate alınmadan, bu manzumesiyle yargıladılar onu hep. İşte, yukarıda da vurguladığım gibi, bu bakış “tarihi doğru okuyamamakla” ilintilidir.

Yirminci yüzyılın, “milliyetler” yüzyılı olduğunu daha “…gencecik bir öğrenciyken” fark eden ve “… ‘Cuma tatili’ törenlerinde herkes gibi ‘Padişahım çok yaşa!..’ diye bağırmayı reddedip sesinin çıktığı kadar ‘Milletim çok yaşa!..’ diye haykırdığı için daha o zamanlar ‘Yıldız’a jurnal edilen” bir “Ziya Gökalp’le…”  beraberiz bütün kitap boyunca. Bu kavramları ortaya atan bir düşünür olarak, şöyle diyor, Diyarbakır’da tek başına yazıp yayımladığı dergisi Küçük Mecmua’nın 25 Aralık 1922 tarihli 28’inci sayısında yer alan, Millet nedir?” başlıklı önemli yazısında (özetleyerek alıyorum):

“Milletin ne olduğunu anlamak için", diyor, “önce ne olmadığını incelemek gerekir:

1.      Millet, önce coğrafi bir topluluk değildir.

2.      Millet, ırk ve kavim demek değildir.

3.      Millet, bir imparatorluk içinde birlikte yaşayanların toplamı da değildir.

4.    Millet, birilerinin keyfine ve çıkarına göre kendisini mensup saydığı herhangi bir

toplum da olamaz. Üstelik kişilerin böyle bir özgürlüğü de yoktur. İnsan ruhu duygularla düşüncelerden oluştuğu için milliyetimizi araştırarak keşfedebiliriz. Bir partiye üye olur gibi sırf irademizle şu yahut bu millete dâhil olamayız.

O halde millet nedir? Sosyoloji ilmi gösteriyor ki, “mensupluk” terbiyede (eğitimde), kültürde yani duygularda katılımla (saptanır)… En çok sevdiğimiz dil anadilimizdir. Ruhumuzu heyecana gark eden (sürükleyen/sevk eden a.e.a) bütün dinsel, ahlaki ve estetik duyguları bu dille almışız.  Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak o cemiyet içinde yaşamak isteriz. Başka bir cemiyet içinde yaşamak bize büyük çıkarlar sağlasa da orada olmak istemeyiz… Maddi niteliklerimiz ırkımızdan geliyorsa, manevi niteliklerimiz de terbiyesini (eğitimini/a.e.a) aldığımız toplumdan gelir. Çünkü insan kişiliğimiz bedenimizde değil ruhumuzdadır… Büyük İskender’e göre gerçek babası Filip değil Aristo idi. “Çünkü” diyordu, “birincisi maddiyatımın ikincisi maneviyatımın doğumuna sebep olmuştur…”

“İnsan için maneviyat maddiyattan önce gelir. Bu nedenle milliyette kök ve soy kütüğü aranmaz, terbiye aranır. İnsan hangi cemiyetin terbiyesini almışsa, onun ideali için çalışır. Terbiyesi ile büyüdüğü cemiyetin idealleri uğruna (bile) kolayca feda edilebilir…”

Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir…”

Bu tarih, bir kişinin kimliğinde koca bir çağ ve o çağın içinde yok olup gitmekte olan bir imparatorluğun külleri arasından yeniden doğacak bir ulusun müjdesini veriyordu sanki. Tarih sahnesinde uygar, çağdaş, layik (laik) ve bilimden yana oluşuyla “uygar uluslar ailesindeki” yerini alacak bir tarih olacaktı bu hiç kuşkusuz...

Orhan Karaveli, “Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak” adlı yapıtıyla, “Ziya Gökalp Kürt müydü Türk müydü?” tartışmalarının perde arkasındaki gerçekleri, tanıklar ve belgelerle gözler önüne seriyor. Sayın Karaveli, öncelikli bir sorun olarak gördüğü ve sürekli tartışmalara neden olan Ziya Gökalp’in köken sorununu, ilk bölümde ele almış ve tartışma götürmeyecek açıklıkta çözüme kavuşturmuştur. Ardından, “Osmanlı ‘Divan-ı Harb’i çöküyor”, “Mektuplarla büyütülen kızlar”, Tek hocalı üniversite” ve son olarak da “Ziya Gökalp, seksen dört yıl sonra” başlıklı bölümlerde tüm ayrıntılarıyla çizilmiş bir Ziya Gökalp portresini alıp, belleğimizin resim sehpası üstüne koyuyoruz. Karşısına geçip birçok şeyi düşünüyoruz. Örneğin, “neden kitabını Orhan Asena’nın yazısıyla bitirdiğini?” Özellikle yazının bitiş paragrafındaki düşünce, herkesin düşünüp, ama bir türlü dile getiremediği hepimizin gönlünden, yüreğinden ve kafasından geçen düşüncelerdi bunlar. Elbette ki, böyle bir kitaba da, böyle bir final yakışırdı. Uzun ve yorucu geçen çalışmalar sonucu, gazeteciliğinin de ona kazandırdığı deneyimle, birçok gerçeği de bulup ortaya çıkarmıştır Karaveli.

“Her mihnet kabulüm/Yeter ki gün eksilmesin penceremden” diyen Cahit Sıtkı’nın, yaşama dokunuşundaki umudu, sanırım herkes adına dile getirilmiş bir umut. “Otuz Beş Yaş” şiirinin ünlü şairi de, Ziya Gökalp’in akrabasıymış. Çoğumuz bilmiyorduk. Orhan Karaveli’ye, sorduğum bir soru vardı, kitabın son bölümünü yazdığı sırada. Ağustos ayıydı sanırım. Evindeydik. “Neden kitabını Orhan Asena’nın yazısıyla bitirdiğini?” ilişkindi sorum. Yanıtı da çok önemliydi. Değerbilirlik örneği, incelik dolu ve Karaveliceydi. Yazımın sonuna aldım yanıtını. Bu kitabın söz konusu final yazısının yazarına gelince: Türk Tiyatrosu’nun ve edebiyatının önemli adlarından biridir Orhan Asena. Onun da Ziya Gökalp’in akrabası olduğunu biliyor muydunuz? Bir başka önemli konu da bu yazıya ilişkin sorduğum soruma verdiği yanıt ile final yazısı, ortak aklın yüceliğine, evrensel bakıştır.  Öyle sanıyorum ki, Orhan Karaveli, bu kitapla ilgili yapılabilecek her şeyi fazlasıyla yaptı. Elinin altında yeni bir Ziya Gökalp kitabı yazacak kadar da belge ve bilgi var.

Bazen sözün bittiği durumlar ve yerler vardır. Orhan Asena’yı hepimiz biliyoruz. Cumhuriyetin yetiştirdiği ve kökeni Anadolu olan, ama bütün ülkeyi kucaklayan bir kişiliğiyle, Atatürk düşüncesini bütün yaşamı boyunca, sanat ve düşün dünyasının ışıldağı olarak kabul etmiş ve onu izleyerek, ışığının gücünü arttıran çalışmalara imza atmıştır. Orhan Asena’nın 1981 yılında Diyarbakır’da, bir yükseköğretim kurumunda yaptığı konuşmasından özetleyerek aldığı yazıyla kitabını bitirmiş olması çok anlamlıdır. Hele, insanın insanı unuttuğu, insancı değerlerden uzaklaştırılıp, kendine yabancılaştırdığı bir dönemde, Orhan Karaveli’nin bu duyarlığı, sık karşılaşılan bir durum değil. Eskilerin demesiyle bu, büyük bir “kadirşinaslık” örneğidir. Karaveli’nin böyle bir sonla kitabını bitirmiş olmasını, şu nedenlere bağlıyorum ben: 

1. Ortak aklın yüceliğine inandığı için. Cumhuriyeti kuranlar; başta Atatürk olmak üzere, kendisinde “vatan ve hürriyet” kavramlarını geliştiren ve “Heyecan ve hislerimin babası” dediği “Namık Kemal”, “Ben inkılap ruhunu ondan aldım” dediği, yurtseverlik ve uygarlık yolunda “insanlık şairi” Tevfik Fikret ile “Fikirlerimin babası” dediği Ziya Gökalp’ten ateş alarak, ulusal kurtuluşumuzun ateşini, ulusun bağrında yakarak bu ülkeyi “emperyalizme karşın, emperyalizmi” yenerek kurmayı başaranlar, birbirlerinden öğrendikleri bu ortak aklın yüceliğinde yapmışlardır bunu.

2. Aynı hedefe yöneltilen ortak amaçların, bir ülküde buluşması ve herkesin herkes olduğu bir bütünün oluşturulmasında, hiçbir ayrıma gitmeden, bütün farklılıkların bu coğrafyada aynı değerde olduklarını duyarak hareket edenlerden aldığı eğitim ve edindiği bilinç gereği.

3. Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kuşakların ve onların çocuklarından oluşan ikinci, üçüncü kuşakların, babalarına devredilen kalıtı, aynı bilinç ve kararlıkla devralarak sürdürmeleri ve hep aynı hedef doğrultusuna “çağdaş, laik, bilimden yana, özgür, bağımsız ve demokratik bir toplum” yaratmak istemelerini bu bağlılığının bir ifadesi olarak görüyorum.

Atatürk ve Ziya Gökalp’in evrensel kimliklerini ve ortak aklın yüceliğini ortaya koyan ve deyim yerindeyse, “sözün bitiği yer” dedirtecek özgünlükteki böyle bir tümcenin, derin anlamında yatan evrensel özü dışlaştırdığı içindir ki, Karaveli, kitabını bu yazıyla bitirmiş. Bu çok önemli. Karaveli’nin, alçakgönüllülükle bilgeliği, hoşgörüyle ustalığı birleştiren kişiliğinin de bir yansıması olmuş bence. Kitabın son iki sayfasına Ziya Gökalp’in soyağacını koyması da yeni bir olgu. Kitabın sonuna, yararlanılan kaynaklara ilişkin bir dizin eklenmesi de önemli. Genç kuşak araştırmacılar için çok önemli bir başvuru yapıtı ve izlemeleri gereken yöntem konusunda da iyi bir örnek. Daha önce yazılan ve kitaplaşmış yaşamöykülerinin hiçbirinde soyağacının yer aldığını anımsamıyorum. Öyle sanıyorum ki bu, Orhan Karaveli ile başladı. İlkini, “Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği”nde yaptı. Bu yapıtında da var. Karaveli’nin, böyle bir gerekliliği zorunlu görmesi ve bunu yapıtlarına koymuş olması, onun durumu iyi okuduğunun göstergesidir. Sanat, bilim ve felsefenin ünlü ustaları hakkında, yıllardır yaşamöykülerini anlatan kitaplar hazırlanıp durur. Hiçbirinde bu ustaların tarihsel köklerine yönelik, bu türde ve derece, geniş kapsamlı, hiçbir ayrıntının atlanmadığı, ince elenip sık dokunmuş, kumaşı güzel Türkçemizden örülmüş bir kitap hazırlandığına tanık olmadım. Çok yakından biliyorum: Bütün sahaflar gezildi, bulunabilecek ne kadar kaynak varsa hepsine ulaşılıp bulundu. Ziya Gökalp üstüne yazılmış ya da Gökalp’le ilgili yazıların olduğu 125 kitap, bir o kadar dergi ve belgelerden yararlanıldı. Özel görüşmemizde nedenini sorduğumda bana, “…Çünkü böyle yapılması gerekiyor. Benden önce yazılmış tüm yapıtları teker teker okudum. Elbette ki, hepsi de yoğun bir emeğin ürünü ve hepsi de ayrı bir değerde. Hiç birini küçümsemedim ve hepsinden de ayrı ayrı çok yararlandığımı söylemeliyim. Ama yazılanları yinelemek yerine, hiç kimsenin söylemediğini söylemek, dahası, kendimi de yinelemek istemiyordum. Senin de çok yakından tanık olduğun bu kitabım için iki yılımı verdim. Sık sık şehir dışına çıkmak zorunda kaldım. Başka yerlerde, otel odalarında çalıştım. Benim için çok yorucu bir dönemdi. Hiçbir kitabımda bu derece yorulmamıştım. Sonuçta “içime sindirebiliyorum”, dediğim bir çalışma olduğuna inandığım an bitirdim, diyebilirim…” demişti. Her bir ayrıntısı inciden inceye gözden geçirilerek, titizlikle çalışılmış sıra dışı bu yapıtın, ezber bozacağı kesin.

  “Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak” adlı yapıtında Karaveli’nin, tüm yönleriyle anlattığı ve çizdiği Ziya Gökalp portresi, usta bir ressamın fırçasından yeni çıkmış gibi capcanlı, yaşayan ve düşünce bahçemizi devindiren bir Gökalp koyuyor gözlerimizin önüne. Yaşamına ilişkin bilinmeyen, bilinse de, bilerek ya da bilmeyerek gözden kaçırılan ayrıntılara değgin inilmiş. Yalnızca Gökalp’in kişiliğiyle sınırlı da değil bu ayrıntılar. Demiştik ya, insan yaşadığı çağdan sorumludur diye. İşte Gökalp de, yaşadığı çağın insan sorunlarıyla çok yakından ilgilenmiş, yıkılmak üzere olan bir imparatorluğun külleri arasından doğacak “ulus devleti”  görmüş ve tıpkı Atatürk gibi o da çağını aydınlatmakla kalmamış, dahası, Atatürk’e, “Fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir…” dedirtmiş büyük Türk düşünürüdür (filozoftur).

“Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak” adlı yapıtın kapağına yönelik de birkaç söz söylemek gerek. Kapakta kullanan fotoğraf, sanırım, şimdiye kadar hiçbir yerde yayımlanmamış bir Ziya Gökalp fotoğrafı. Ressam Karaveli’nin tuvalinde, mavi zemin üzerinde turuncu bir güneş gibi parlayan gülümsemesiyle görüntülenmiş. Bilinen, Gökalp’in çok az fotoğraf çektirmiş olmasıdır. Koşullar ve olanaklar düşünülecek olursa, özel anlamda fotoğraf çektirecek zamanı hiç olmamış. Kırk sekiz yaşındayken, 1924 yılının 25 Ekim’inde yaşama veda etmiş. Bu kısacık ömrünün çoğunu, çağın sorunları, Osmanlı’nın düştüğü durum, dünya ve insan problemleri üstüne kafa yorarak geçirmiş. Böyle bir insandan beklenebilecek tavır da başka olamazdı zaten. Karaveli’nin uzun ve yorucu geçen araştırmaları sonucunda bulabildiği ve birkaç kişiyle bir arada olduğu, çok ender gülümsediği bir anında çekilmiş bu fotoğraf, ancak, bir ressamın ya da usta bir fotoğraf sanatçısının görüp seçebileceği bir ayrıntı. Siyaha yakın (siyah da diyebileceğimiz) koyu gri bir zemin üzerinde yer alan fotoğraf, ilk kez ortaya çıkan ve kullanılan bir fotoğraf. Ziya Gökalp’in çok az rastlanan gülümsediği anlar. Yüzünün her bir ayrıntısında mutluluk, derin bir ifadeye bürünüp yerini almış. Kapaktaki bu görüntüsüyle, antik zaman düşünürlerini andırıyor Gökalp.

Burada, Ziya Gökalp ve onun düşünsel dünyasına ilişkin birkaç söz etmek gerek. Yaşadığı çağı da düşünecek olursak, Ziya Gökalp gibi düşünürler, birer Prometedir. İnsanın/insanlığın karanlığını aydınlatmak için mitolojik dünyadan çıkıp gelmişler gibi. Üstün sezgi güçleri olgun bir başak gibi ve yaratıcı kişilikleriyle onlar, yalnızca kendi efsanelerini yaratmakla kalmazlar. Sıra dışı kişilikleriyle yaşadıkları çağdan, toplumdan, insanlardan ileride ve insanlığın önünde giderek, insanların düşüncelerinin yönünü yukarıdaki boşlukta değil, ayağını bastığı toprakta aramasını öğretirler. Bilindiği gibi  Promete, Tanrılara karşı silah olarak kullansınlar diye armağan etmişti ateşi insanlara. İnsanlar ise, bu tanrısal gücü Promete’nin öcünü almak, yani insanı köle durumuna düşüren bağlarından kurtarmak, aklın ışığıyla inancı, bilimin ışığında dinsel karanlığı yenmek, yeniyi, sonsuz yeniyi arayıp bulmak için kullandılar. Doğa yasalarının öngördüğü değişme ve gelişme çizgisini izleyerek, maddi hayatı düzenleyecek yasaları, tinsel dünya yasalarına göre değil, insan hayatını belirleyen ve insanın üretim ilişkilerinden doğan ve ancak, insan aklının bir ürünü olan “hukukun” belirleyebileceğine inandılar. Yaratıcıyı, yukarda değil, maddi hayatın yasalarının düzeninde ve doğa yasalarının insana sunduğu olanaklarda arayıp buldular. Bu bağlamda her yaratıcı insan bir ateş yakıcıdır. Değişen ve gelişen dünyanın farkında olanlar, her yenileşme eyleminde ortaya çıkan gelişmelerden kendi payına düşenleri aldılar ve kendi gelişmelerini de sonrakilere aktardılar.

Konfiçyus’u, İsa’yı, Solon’u, Muhammed’i, Copernicus’u, Newton’u, Gandhi’yi, Darwin’i, Einstein’ı, Freud’u ve Marks’ı bir düşünün. Hepsi birer ateş yakıcı değil miydi?

Her ateş yakıcı, gelişmenin ve değişimin yasalarını izler, kendisinden sonraki yaratıcı atılımlara zemin hazırlar. İsa Platon’dan, Muhammed Musa’dan, Rönesans düşünürleri de Eski Yunan ve Roman’dan ateşini aldılar. Kısası, uygarlık, gezegenimizin arkasında önünde, şurasında burasında yakılan bu ateşler çevresinde dönüp duruyor. Her türlü sınırların ortadan kalktığı ve birbirinden farklı yerlerde yanan ateşlerin birbirlerine eklemlenerek büyüyen alevleriyle beslenip geliştiler. Bu bağlamda hiçbir ateş tek başına yüzyılların sınavıyla başa çıkamaz, er ya da geç sönüp geçer. İnsanlık tarihinde, dünyamızın yaşanılır bir dünya halini aldığından bu yana kurulan nice uygarlıklar, nice dinlerin göçüp gitmesi, yaktıkları ateşlerini devam ettirecek başka ateşlere ulaşamamasından, gölgesiz yok olup gitmişlerdir. Ne ki, her sönen ateşin ötesinde yanan bir başka ateş var. İnsanlığa yol göstermiş, yeni gelişme ortamları hazırlamış, yeni olanaklar yaratmayı sürdürmüştür. Yakılan her yeni ateş, yeni mutluluk arayışına çıkan insanın yolunu aydınlatmıştır. Eğer böyle olmasaydı, dünya üzerinde yaşayan ve birbirlerine içgüdüleriyle bağlı, yalnızca biyolojik özelliklerini geçiren hayvanlardan bir farkımız olur muydu? Kısası, insanlar, birbirlerine biyolojik kalıtlarının dışında başka kalıtlar da geçirirler. Bunların en başında da kültür gelir. Kültür, öncelikle insan aklının bir ürünüdür. Yaşam birikimlerini deneyleriyle çoğaltarak, durmadan geliştirip değiştirirken, ateş alan ve başka atılımları ateşleyen insanların ürünü. Marks’ın deyimiyle de “Doğanın ürettiklerine karşılık, insanın ürettiklerinin toplamıdır kültür.” 

Bu anlamda yakılan her ateşin gücü oranında bir ömür sürdüğünün farkında olan insan, günün birinde gücünü yitirip ister istemez söneceğinin de bilincindedir insan. Bu süreç de, “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir”. O halde ateşi diriltmenin yolu, onu durmadan yenilemek, yeni yeni ateşler yakarak güçlendirmekten geçiyor. “yoksa küllerinden doğrulmaz insan/küllenip uçuruverir/ ve sivas/ve madımak/ve bine bölünen temmuz” gibi…

Buradan hareketle Ziya Gökalp’in yaşadığı çağda da nice ateşler yakılmış. Kendinden önce yakılan ateşlerden kıvılcımlar alıp başka ateşleri yakmıştır. Kurtuluş Savaşları’ yüzyılı olan bir çağda Ziya Gökalp’te bu çağın Promete’sidir; bizim Prometemizdir.  Gelişmelerini yakından izlediği ve çökmekte olan bir imparatorluğun kurtuluşunun ancak, büyük bir değişimi ve dönüşümü gerçekleştirebilecek olan “ulus devlet”te olduğunu görmüş ve bunun düşünsel altyapısını oluşturmasıyla da çağdaşlarına, yani Atatürk’e “düşünce babalığı” yaparak öncülük etmiştir. “Millet ve milliyet” , “ulus devlet” ve “Türkçülük”, en çok üzerinde durup düşündüğü kavramlardır.

 Osmanlı, birçok etnik kimlik ve kültürü içinde barındırıyordu, ama hiçbir etnik kişi ve grup doğuştan gelen kimliğini/kimliklerini unutmadı. Özgürce yaşadılar, Osmanlılığı bir üst kimlik kabul ederek. Ayrıca, Osmanlılık onlar için zamanı gelince üzerlerinden çıkarıp atacakları bir elbiseden farksızdı. İmparatorluğun yıkılmasını dört gözle beklemekteydiler. Gökalp, bunları gördü ve imparatorluklar çağının artık sonuna gelindiğini herkesten önce sezdi. Osmanlılığın bir milliyet sorunu olmadığını, birçok milliyeti içinde barındıran siyasal bir kavram olduğunu da biliyordu. Tarihin kaçınılmaz değiştirici gücü karşısında dayanamayıp yıkılacak bir olgu olduğundan hareketle, “millet ve milliyet”, “ulus devlet” ile “Türkçülük” kavramları üstüne tezler ileri sürmüş ve genç cumhuriyetin düşünsel temellerini atmıştır.

Orhan Karaveli’, bu yapıtıyla Ziya Gökalp’in tarihsel, gerçek kimliğini ve kişiliğini gözler önüne sermiştir.  Bu anlamda Gökalp’te, Promete’den bu yana yakılan bütün ateşlerden beslenmiştir. Ateşini tazeleyerek, alevlerini başka ateşlerin alevleriyle buluşturup ateş yakıcılığını sürdürmüştür. Divan-ı Harp karşınsıda yargılanırken, Sokrates’in baldıran zehrini içip, ölümün karşısına çıkışındaki sarsılmaz kayıtsızlığını kuşanarak, girdiği karanlık yargılanma odalarını, fikirleriyle aydınlatarak çıkmıştır. Ziya Gökalp’i hiç bu özelliğiyle çıkarmadılar karşımıza (ne yazık).          

Sayın Karaveli’ye, neden kitabın bitiş yazısını kendisinin yazmadığını ve Orhan Asena’nın yazısıyla bitirdiğini sordum. Şöyle yanıtlamıştı beni, bugünmüş gibi anımsıyorum:

 “Ben kitabı aslında bu tümceyle bitirmek istemiyordum. Kendime göre bir son tasarlamıştım. Fakat Orhan Asena’nın bu tümcesi söylenebilecek birçok şeyi öylesine güçlü bir biçimde özetliyordu ki, bu son tümce, adeta “son noktayı benimle koyman gerekir” dedirtecek derecede, başka bir şey eklemeyi gereksiz kıldı…”

Ortak aklın yüceliğini gösteren ve bugünmüş gibi söylenen aşağıdaki sözler, bundan yirmi dokuz yıl önce Diyarbakır’da, bir yükseköğrenim kurumunda yaptığı “Atatürk ve Ziya Gökalp” başlıklı konuşmasından alınmıştır. Çağımızı/çağları aydınlatan bu iki büyük insanın aramızdan ayrılışlarının, Atatürk’ün 70’inci ve Ziya Gökalp’in ise 84’üncü Yıldönümlerinde,  onları sonsuz saygı ve minnetle bir kez daha anarken, sonsuzluklarıyla ve sonsuz uykusunda  onları, Orhan Asena’nın, ortak aklın yüceliğini gösteren sözleriyle selamlamak istedim ben de:

“Atatürk ve Ziya Gökalp çağlarını aydınlatan iki ışıktılar… Kayıp giden yıldızlar ışıklarının parıltısını yüz binlerce yıl sonra bile yitirmiyorlar. Gökbilimciler bunu çoktan kanıtladılar.”

Bu kitap, “araştırmanın kazıbilimcisi” Orhan Karaveli’den, ortak aklın yüceliklerine bir göndermedir bence…

 

 

(*) Bir Ankara Ailesinin Öyküsü. Pergamon Yayınları, s. 61-62. 6. Baskı: Ekim 2006

(**) “Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak. S. 48, Doğan Kitap

 

Bilim Ütopya dergisi Ocak-Şubat sayısı

  
 Ali Ekber Ataş/ Ziya Gökalp

®  Öz Yapım oHG   © H@vuz Yayınları                                  © Ocak - Şubat 2009 ISSN 1864-0524