Yaratıcı Yazarlık ve Günümüzün Öykücülüğü

                  

 

    (*)

Yaratıcılık

Yaratıcılık dürtüsüyle girişilen "yaratma eylemi"nin ilk insandan bu yana geçilen uygarlaşma evrelerinde, insanın kendisini, dünyayı, çevresini, doğayı ve başka insanları tanımasını, kavramasını sağladığı biliniyor.

"Yaratıcı giz" ya da "yaratıcılığın gizi" bireyin kendi iç derinliklerinden başını kaldırarak yaratıcıyı yönlendirmeye çalışırken, bir yandan toplumsallaşan ve ilişkileriyle kendi davranışlarını başkalarına gösterme, sergileme ve önerme durumunda olan yaratıcı birey, yaratma serüvenini içten dışa doğru gelişen bir çizgide yaşamıştır. Aynı gizemli çıkış günümüzde de benzeri görünümler sergilemekte, söz konusu içsel serüven toplumsal ilişkiler bağlamındaki yansımalarıyla birlikte başkaları tarafından paylaşılmakta ve/ ya da tüketilmektedir. Çünkü gerçek yaratıcı (yazar) "toplumun bilincini rahatsız eder." Bu rahatsızlık kabul etme ya da karşı duruş biçiminde yansımasını mutlaka bulacaktır. Son aşamada ise sanat ürünü, yaratıcıyla biçemi arasındaki doğrudan ilişkiyi olduğu kadar yaşamla sanat (yaratıcılık) arasındaki ilişkiyi de sergilemektedir.


Günümüzdeki bu ilişki, küreselleşme izlencesinde bilinçli olarak görev almış olan renkli medyanın baskısıyla ve kendini bu izlencede yol açıcı belleyen sözüm ona yaratıcılar aracılığıyla, gittikçe yaratıcılıktan uzaklaşılarak ve ikiyüzlülükle ortaya konmaktadır. Küreselleşmenin ulus devleti yok etme çabalarının içinde, yerli renklerin yok edilmesini amaçlayan kültürsüzleştirme girişimleri de vardır ve bu toplu girişim; günümüzün sanat ortamını, dolayısıyla sanatçıları, yazarları, toplumun görünmez öncülerini, giderek önderlerini sanat ortamlarından olduğu kadar, ilişki içinde bulunmaları gereken sanat izleyicilerinden de uzaklaştırmakta, kısacası yaratıcılık eylemlerinin önünü tıkamaktadır.


Sanatın nesnel dünyanın hem içinde hem de dışında olduğu söylenebilir. Sanatçı, doğanın değiştirilmesi ve insani çevrenin oluşturulması için dolaylı etkilerde bulunacak çabalarını sürdürürken, kendisinin de doğanın bir parçası olduğunun bilincine ulaşır ve bilinçlenmesi onu kendisiyle ilişki kurmaya zorlarken, dış dünyaya ve başka insanlara da yönlendirir. Bu süreçte kendisiyle barışık olması düşünülebilir belki ama tam tersine, kabuğunu kırıp iç dünyadan dış dünyaya ulaşma, fakat aslında varolma kavgasını vermektedir. Bu kavganın sonunda başarılı olmak, kendini kanıtlayabilmek için yaratıcılığın gizemli alanlarına yönelir; henüz psikolojinin tümüyle keşfedemediği, hemen hemen hiçbir alanında egemenlik kuramadığı o gizemli içsel dünyada kendini aramaya, bulduğu ölçüde anlamaya, kavramaya, kendisiyle ve dış dünyayla ilişkilerini irdelemeye çabalar. Bu çabalar doğrultusunda giriştiği yaratıcılık eylemi sonunda ortaya koyduğu ürünle, kimi zaman kendisiyle ve başkalarıyla sağlıklı bir ilişki kurmayı başarır, kimi zaman bu olumlu sonucu elde edemez. 0 zaman, yeniden giriştiği daha farklı yaratıcılık eylemleri sırasında kendini önce parçalayıp sonra toparlamaya, yeni bir bütünlük oluşturmaya, yeni bileşimlere ulaşmaya, yaratıcılığı doğrultusunda kendini ve içinde bulunduğu dünyayı yeniden kurmaya yönelir. Sanatçı bir yandan bu ağır çileyi çekerken bir yandan da bilincinin sesini dinleyerek topluma yönelmeye çalışır. Çünkü, sorumluluk taşıyan bir aydındır ayni zamanda. "İnsanı belirleyen. onu başkalarından farkı kılan" temel eyleminin "çalışmak" olduğunun bilincindedir. Ancak, bu gereklilik yeterli görünmemektedir. Ölümlü olduğu halde ölümsüzlüğü ve sonsuzluğu arayan sanatçının eylemini açıklayabilmek için yalnızca "çalışmak" sözcüğü yeterli değildir. Bu konuda Antik Yunan'da beliren düşünceye göre insan, düşünen, bilgi toplayan, akıllı ve bilinçli bir varlıktır. Yaratıcılık girişimleri ise, ölümsüz olan tanrılara öykünmeden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, bugünkü yaşamımızda yer alan ve çağdaş ölçütlerle belirlenmiş olan yaratıcılık kavramı, yarı tanrısal bir düzlemde, metafizik bir kavram durumunda kalmıştır. Sunumuz düşüncesinde ise "insan"ı belirleyen iki temel eylemden birisi "çalışmak" ise, onun hemen yanı başında ve önde geleni, "yaratma"dır. Yaratma eylemi, ünlü bir düşünürün ağzından şöyle açıklanmaktadır:


"Üretimimde bireyselliğimi, bireyselliğime özgü olanı nesnelleştirmiş, böylece, etkinliğim sırasında hem yaşamın bireysel bir dışavurumunun tadına varmış, hem de ürettiğim nesneyi algılarken, kişiliğimi nesnel, somut ve her türlü kuşkudan arınmış bir güç olarak bilmenin sevincini duymuş olurdum.


Benim ürünümden senin zevk alman ya da onu kullanman dolayısıyla, gerek işimde bir insansal gereksinmeyi karşıladığım, gerekse insansal özü nesnelleştirdiğim ve böylece başka bir insanın kendi özüne uygun bir gereksinmesini karşılayarak nesneyi yarattığım için dolaysız bir zevk almış olurdum.


Senin için, insan türü ile senin aranda bir aracı olmaktan, böylece senin özünün bir tamamlayıcısı sıfatıyla ve gerekli bir parçası olarak senin tarafından bilinmiş, duyulmuş olmaktan, yani senin hem düşüncende, hem de sevginde kendimi kabul edilmiş görmekten sevinç duyardım.


Ben yaşamı bireyselliğim içinde açığa vururken, doğrudan doğruya senin yaşamının açığa vurulmasına yol açtığımdan, kendi etkinliğimde dolaysız bir tarzda kendi hakiki özümü, kendi insansal ve türsel özümü böylece onaylatmış ve gerçekleştirmiş olmaktan zevk almış olurdum.


Bu durumda, bizim ürünlerimiz, özlerimizin birbirini aydınlattığı çok sayıda ayna olurdu." (K. Marx, İ. Fetscher'
den alıntı: Süleyman Velioğlu)

Bu anlayışla kendinin, dünyanın ve tüm insanların farkına varan ve yaratma eylemine girişen insan, iç dünyasının derinliklerinden dış dünyanın görsel zenginliklerine doğru geniş bir yelpazedeki çabaları için gerekli gücü, direnci, inancı, içindeki gizemli kaynaktan, "yaratma dürtüsü"nden alır; ok yaydan çıkmıştır ve bilinmeyenin, olmayanın, henüz yaratamayanın ardındadır artık. Böylece yaratmaya (yazmaya) yönelir ve yapmak istediğini kendine duyuran yaratıcı gizin öncülüğünde yaşamın içinde dolanır durur ama bu süreçte ne yaratıcılığın gizlerine tümüyle erişebilir ne de yaratıcılığının bütün alanlarına egemen olabilir. Önünde uçsuz bucaksız, sınırsız, ama çok boyutlu ve ıssız bir alan vardır. Bu durumda, bilinci devreye girer. Varolabilmek için "çalışmak" gerektiğini söyleyen bilinç, bu kez başka bir sorunu getirip sanatçının önüne koymuş olacaktır.


Yaratıcı dürtü, içinde barındığı gövdeyi devindirmeye, bulutların üzerine çıkarmaya, yerin dokuz kat altındaki karanlıklar cehennemine götürmeye zorlarken; sanatçının bilgi birikimi ve deneyimleriyle oluşan bilinci sanat ürünlerini toplumsallaştırmaya yönlendirmeye, onu "doğru" olanı yapmaya, olması gerekeni oldurtmaya yöneltmek için yaratıcı dürtüyle çatışır. Bu çatışma, yaratıcı kimliğin doğasındaki bilinmezlerin, engebelerin, zorlukların yanısıra yeni bir sorunun kapısını aralamış olur. Bu noktada, sonsuz bir "çile" söz konusudur. Yaratıcılık serüveni bu noktada başlar zaten ya da başlamadan biter. Yaratıcı giz ile yaratma eylemi nedeniyle sanatçı arasında doğan gerilimli ilişki sanatçıyı hırpalamaktadır. Sürecin herhangi bir yerinde ya da sonunda, kendi varlığından damıtıp ortaya çıkardığı sanat ürünleriyle somutlaşan yaratıcılık çabası, sanatçının kendisiyle birlikte doğayı da yeniden yaratmasının yanı sıra güzelleştirmesi, yasamın daha da insanileştirmesi sonuçlarını da özünde taşır.

"Yaratıcı Yazarlık Kursları" ve Öykü
 
Günümüzde bu gizemli ve yarı tanrısal serüven ayağa düşürülmüş, sıradanlaştırılmış, basite indirgenmiştir. Artık herkes "yaratıcı", herkes "yazar", herkes "sanatçı" olabilmektedir. Çünkü, şükürler olsun, "yaratıcılık" yaygınlaşmış, yasamın her alanında sanattan, edebiyattan geçilmez olmuştur!

İnternet aracılığıyla bana ulaştırılan kimi bilgilere göre, örneğin İstanbul'da "her üç dakikada bir yaratıcı yazarlık ya da resim kursu açılıyor" ve bu kurslara katılanlar belli süreler sonunda "diplomalı yazar" ya da "ressam" kimliğiyle ülkemizin yazın-sanat yaşamına katılıyorlar! Söz konusu "yaratıcı yazarlık kursları"yla ilgili olarak yayımlanmış kitaplar da var artık; o kitaplardan birinde şunları ya da başka kitaplarda benzerlerini okuyunca şaşmamak gerekiyor:


"Fransa'nın Tours kentinde, küçük bir çatı katında yaşayan bir öğrenciydim. Kıştı. Bir öğleden sonra, Kristen Flafstad'ın, Tristan ve İsolde adlı gösteri için Paris'e geleceğini öğrendim. Tek bir gala olacaktı ve bir arkadaşım mutlaka izlemem gerektiğini söyledi. Para durumumu gözden geçirdim ve hesap yapmaya başladım. Üçüncü mevkide yolculuk yapıp, en ucuz bileti alırsam, gösteriyi izleyecek kadar para ayırabilecektim. Ancak yiyecek ve yatacak için param kalmayacaktı. Bu, Paris'e gitmek, bir günü aç geçirmek ve bir köprü altında uyumak anlamına geliyordu. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım. Maceracı olmaktan uzak biriydim ve bu yolculuk düşüncesi beni oldukça korkutmuştu. Ama eğer gitmezsem, tüm yaşamım boyunca pişman olacağımı biliyordum. Gitmeye karar verdim. O gece başıma gelenler, serüvenin ne olduğunu anlamam için yeterli olmuştu ve büyük bir olasılıkla benim bir yazar olmam da bu serüvenin sonucuydu."


(**) Bu yazıyı yazanın cinsiyetini söylemeyeceğim ama okurun kestirmekte zorlanmayacağını biliyorum. Bu "yazar" serüvene borçluluğunu anlatıyordu ve yazının geri kalan bölümünde bunu herkese öneriyordu. Diyelim, bir ev kadını da aynı şeyi yapabilirdi; kıssadan hisse, herkese yönelik bir öneri olduğuna göre, herkesin denemesi gerekiyordu ki böylelikle "büyük bir olasılıkla bir yazar" olabilsinler... Aynı kitapta sık sık üzerinde durulan konu, yazılanların okuru nasıl avlayabileceği, sonra da nasıl paraya çevrilebileceğiydi. Örneğin şunlar yapılmalıydı:


"Birçok verimli ve popüler yazar, altmış yıldan bu yana, en çok satanların yaratıcısı olan P. G. Wodehous'un sahne oyunlarını oynar. Onun sırrı, öykünün bütününde mıknatıs etkisi olan büyüleyici bir sahne gerçekleştirmektir." (s. 122) "Satmayan parlak düşüncelerini yırtıp atmayan ve öykülerinin niçin satmadığını düşünüp duran bir yazarın öykülerinin satması mümkün değildir. Genellikle öykülerin satmama nedeni çabucak anlaşılmış, kabul edilmiş ve bunun sonucunda da satabilen öyküler yazılmıştır. (...) Genel olarak, yayımcıların reddettiği öykülerin çoğunda, çok sık rastlanan 25 önemli nokta vardır. Bunların bazıları, öykünün hemen reddedilmesine neden olacak kadar belirgindir."
(s.226-227)

Kitapta bu bağlamdaki her türlü bilgi vardır ama yaratıcı yazarlığın gerektirdiği donanımdan, yazarın içinde bulunduğu toplumdan, yazar-toplum-yazar etkileşiminden dolaylı da olsa pek söz edilmez. Temel amaç, bir şeyler yazılması ve yazılanların satılmasıdır. Böyle olunca, "yaratıcı yazarlık"tan söz etmek, yaratıcılığın nasıl bir eylem olduğunu irdelemek gibi eğilimler de görülmez. Yasam sıradanlaştırırken, yaratıcılık da ölümsüzlüğü aramaktan vazgeçmiş, gündelik yasamla yetinmek zorunda kalmıştır.


Bu kurslardan "teknik" yöntemler "öğrenen"ler artık "yazar" olmuşlardır, hattâ diploma yerine geçen başarı belgeleri de vardır ellerinde. Ancak, bazılarını tanıdığım bu "yazarların çoğunun, henüz de, da, ki sözcüklerini bile yerli yerinde kullanamadıklarını, çok yalın, sıradan tümceleri bile kurmakta zorlandıklarını biliyorum. Örneğin şu tümceleri kurduklarında başarılı olduklarını düşündüklerini de tahmin edebiliyorum:

"Kent geride kalmıştı. Motorunun pat-patları eşliğinde şilebe doğru ilerleyen tekne ağırlaşarak gövdesinin büyük bölümünü suya kaptırmıştı. Ev eşyasını yükledikleri teknenin kıyısından denize bakan çocuk, lacivert derinliği görünce çok etkilendi, korktu, gözlerini yumdu, yanı basındaki babasının eline sıkıca sarıldı. Uzun süre sımsıkı kapalı tuttuğu gözlerini açtığında teknenin gemiye yanaşmış olduğunu fark edip rahat bir soluk aldı. Akdeniz işte şurada, teknenin altında, kendisiyle geminin arasındaydı. Onu öylece, olduğu gibi: korkutan derinliğiyle, rengiyle, çırpıntısıyla nasıl sevdi ki bir daha unutamadı: ona ölümüne bağlandı... " (B.G.)
Eh, oldukça güzel tümceler bunlar; diplomalı yazarlar bir yana, gerçek yazarlar da böyle tümceler kurduklarında sevinirlerse haklarıdır. Oysa bu tümcelerde sıra dışı bir şey yoktur. Yalın, açık, duru bir anlatımın getirdikleridir. Yaratıcı yazarlık kurslarında ders verenlerin bu tümcelere ekleyecekleri var mıdır bilemiyorum; ama yetiştirdikleri "yaratıcı yazarların” bu tümceleri kurmakta bile yetersiz kaldıkları biliniyor. Bir de söyle tümceleri kurup kuramayacaklarını düşünüyorum da gülümsemekten kendimi alamıyorum.

"... Tekne yavaşlayıp durunca çocuk gözlerini açtı, derin lacivert suyu bir kez daha gördü, yine ürperdi ve yeniden yumdu gözlerini. Onu öylece, kapalı gözleriyle içine aldı deniz, bir daha bırakmadı. Ömrü boyunca süren Akdeniz tutkunluğu bundandır: nereye gittiyse tutkuyla dönüp gelmesi... *(B.G.)


Ya da söyle bir tümcenin kolaylığı diplomalı "yaratıcı yazar'lar ile onların eğiticileri için yeterli sayılabilir: İki sevgili deniz kıyısında oturmuş, uzaklara bakmaktadırlar. Erkek birden sevgilisinin yüzüne doğru eğilir, gülümseyerek mırıldanır:

"Senin gözlerin deniz gibi!"

Ne güzel tümcedir bu; kim karsı çıkabilir? "Yaratıcı yazarlık kurslarında bile bu tümceye alkış tutulacağını tahmin etmek zor değil.


Ancak, tümcenin söyle olmasını öneren çıkar mı acaba? "Gözlerin deniz..."


"Gibi"
sözcüğünün anlamı ikinci dereceye indiren etkisi ortadan kaldırılmıştır; kızın gözleri denizle özdeşleşmiştir.

İste yazarlık ile yaratıcı yazarlık arasındaki yol ayrımı!


Yolu kolayca açılan diplomalı "yazar"ın ne yazacağı önemli değil, ama popüler kültürsüzleştirme süreçlerine katkılarda bulunacağı kesin; önemli olan da bu zaten. Küreselleşmenin, postmodernitenin gereği ve diplomalı "yazar"dan beklediği...

 
Ülkemizde Modern Öykünün Oluşması ve Öykümüzün Bugünkü Durumu

Öykü, ülkemizde geleneği olan yazın türlerinden biri. Geçmişi masallara, halk hikâyelerine, giderek sözlü anlatım geleneğine dayandırılabilir. Gelenek ve ona bağlı birikim, öykücülüğümüzün gelişmesine, yetkinleşmesine olanak sağlamıştır. Bu bakımdan, öykünün bugün ulaştığı yetkinlik düzeyi, diyelim romana göre daha tartışmasız görünmektedir. Elbette bu saptama, bir sürecin de anlatımıdır.

 
Ahmet Mithat (1870-71), Emin Nihat (1872-75), Nâbizade Nâzım (1890-91), Sami Paşazade Sezai (1892-1900) ve Halit Ziya (1887-1900)'nın ardından gelen Ömer Seyfettin'le (1911) başlatabileceğimiz modern öykücülük anlayışımız, 1930'lara kadar Memduh Şevket Esendal, Fahri Celalettin, Refik Halit Karay, Halide Edip, Reşat Nuri, Yakup Kadri, Selahattin Enis, Osman Cemal Kaygılı, Kenan Hulusi, Sadri Ertem, Bekir Sıtkı Kunt gibi adların cumhuriyet dönemi öykümüzü yapılandırmalarının ardından, 1940, 50, 60, 70 kavşaklarından geçerek günümüze ulaşmıştır. Bu süreçte kendimize özgü bir öykü dünyası kurmayı başarmışken, 1980 sonrasında, özellikle de 1990 sonrasındaki postmodernist yaklaşımların öne çıkarılmasıyla oluşan yeni süreçte sözünü ettiğim öykü dünyası, tıpkı yaşamımız gibi alt üst edilmiştir. Küreselleşme rüzgârları önünde tutunamayan aydınımız/ yazarımız kendini postmodernizmin aldatıcı çekiciliğinden kurtaramamıştır. Postmodernizm, küreselleşmenin kültür/ sanat ayağı olduğu gibi, doğal yaratıcılık sürelerinin sonucu olarak değil, yapay bir projenin uygulaması, hattâ dayatması olarak hayat bulmuştur. Ulus devletlerin direnç noktası olan yerel kültürlerin yozlaştırılmasında ya da yok edilmesinde kimi yazarlara, bilim adamlarına, aydınlara programında görev verdiği ve beklediği hizmetlerin karşılığını "nakit" ve "ün" olarak ödediği artık gizlenemez duruma gelen küreselleşme girişiminin uzantısıdır.
 
Bu gelişmelere bakarak, çağdaş yasam içinde çok rol üstlenen bireyin bu süreçte yaşadığı olumsuz değişimin yansımalarını bütün sanat türlerinde ve öyküde de görmek, boyutlarını saptamak, ölçütlerini ve ipuçlarını belirlemek mümkün. Bireyin gün boyunca değişen rollerini üstlenebilecek nitelikte ve esneklikte olan öykü türü, ne yazık ki bu dönemde eleştirisini geliştirememiş, postmodernizme teslim olmuştur. Yani, tıpkı arabesk anlayışta olduğu gibi, bireyin yaşadıklarını neredeyse Tanrı buyruğu ve "kader" sayıp kabullenmiş ve yansıtmıştır. Yanı sıra, postmodernizmin öngördüğü "eğlencelik" metinlerin üretilmesine aracı olmuştur. Elbette bu sonuç öykü türünün günahı değildir. Burada aranacak bir günahkâr varsa o, bilinçsizce, sorumsuzca davranan yazarın kendisidir. Öyle de olsa, yazar tek başına değildir. Onu şişiren medya ile medyanın "yetiştirdiği" ilkesiz okur kalabalığıdır. Bu ikisi, içeriksiz yazarla niteliksiz okur, öykünün oylumsal olanağından yararlanmayı öngörmüşlerdir. Zamanı kısıtlı ve telaşlı okurun, öykü türünün ürünlerini okuması, üstünkörü değerlendirmesi, kendi yaşamına katması kolay olabilir. Çünkü öykü, diyelim romana göre, kısadır. Üstelik günümüzde, okuru andıran bir yazarlık örneğinin ürünü durumundadır. Gündelik yaşamın içinde çok koşturan, birikimiyle değil yeteneğiyle yazmakta olan ve küreselleşme rüzgârlarının önünde savrulan öykü yazarı için de öykü türü koruyucu, kollayıcı, giderek bağışlayıcı gibi görünmektedir. Aslında gerçek öyle değil. Bilgisizlik ve birikimsizlik, dünya görüşü çarpıklığı ya da dünya görüşünden yoksun olmakla birleşince yazarın başı ilerde çok ağrıyacaktır ve bir anda, ne olduğunu anlayamadan kendisinin de öyküsünün de tükenişine tanık olacaktır. Çünkü, son dönem öykücülerinin çoğu insanlığın yaşadığı kirlenmeye kaygısızca bakmakta, karşı tavır geliştirmekten uzak durmaktadır.
 
Günümüz öykücüsünün (ama özellikle çok satar romanların yazarının) bir gerçekliği de sokağa ve insan içine çıkamamasıdır. Çünkü, 1980 sonrasında öykü de öykücü de toplumdan kopmuş bulunmaktadır. Öykü, günümüzün mutsuz (ve kimilerince çaresiz) bireyinin içine kapatıldı. Sokaklar kimliksiz, kişiliksiz, insan olma bilincini (bile) yitirme sürecinde sürüklenen sözüm ona bireyin, sıkıldıkça çıktığı anlamsız alanlar görünümünde. Günümüz öyküsüne girebilen sokak da bu durumda genel olarak. Çünkü yazar kendini özel ve dar dünyasına kapattı. Öyküyü de (romanı da) peşinden sürükledi. Yatak odası, (eğer yazarın okuma alışkanlığı ve/ya da gereksinmesi varsa!) kitaplık, bilgisayar masası, mutfak, banyo, tuvalet: dört duvar, kilitli kapılar, perdeleri kapatılmış pencereler...
 
İlle de suçlu aranacaksa, sorumlu yalnızca 1980 sonrasında palazlanan yazarlar değil; arabeskleşen, postmodernleşen bir yaşam ve yazarlık anlayışına kapılanmış herkes suçlu. Genç yazar, eğer her şeyi kendinden başlatıyorsa ve geride bırakılan hem geleneksel hem modern öykü birikimini yok sayıyorsa o da suçludur elbette. Ama, birikime, geleneğe bakarak yolunu yordamını bilinçlice belirtiyorsa; olumsuzluklara karsı çıkma cesaretini gösterebiliyorsa; öykünün üretilmesi aşamalarında yanlışlıklar da yapsa suçlanmamalı! Asıl suç genç kuşakları olumlu anlamda etkileyemeyen, yabancı ve moda (örneğin postmodernist) etkilere aldırış etmeyen, küreselleşmenin kirletici saldırısına karsı duramayan umursamaz yaşlılarda bence.
 
Özellikle 1990 sonrasında yazılan öyküde ama yoğunlukla romanda bol seks, pornografi, argo, şiddet, sövgü, dinsel "öteki dünya"ya gönderme ve kaçma, arabeske sığınma eğilimleri çok belirgin. Kimse ciddi biçimde buna karşı çıkmadı ve genç öykücüler bu çoğu ithal ögeleri bol bol kullandılar. Üstelik, arabesk bir yaşam anlayışını öne çıkararak. Aralarında orta yaşlılar da var. Bu, gündelik ve yüzeyde gezinen okuru avlamaya çalışan bir anlayışın acıklı görüntüsüdür. Leblebi ve çekirdekten oluşan bir edebiyat sofrası...
 
Durum böyleyken, toplumcu yazarlar olgunun neresindeler; içinde mi, dışında mı?
 
Küreselleşen dünyanın sanat/ edebiyat anlayışı (şimdilik) postmodernizm. Onun ögeleri de yukarıda sayılanlar zaten: Bayağı cinsellik ve öteki uyuşturucular, insanı yücelteceğine güdükleştiren bozulmalar, tükenişler postmodernist edebiyatın temel malzemesi. "Son yirmi yılda ülkemizde, giderek dünyada, insanı yücelten nasıl bir güzellik, iyilik, umut üretildi ki yansımalarını sanatta, diyelim öyküde bulabilelim?" görüsü dile getirilebilir. Bu soru, yazarın sorumluluğunu ve önemini de vurgulamamıza araç olabilir. Her toplumsal oluşum kendine yakışan sanatı, edebiyatı yaratır; bugünkü sanat ve bu bağlamda öykü de dönemin özelliklerini bağrında taşımaktadır. O zaman, yazarın "daha güzel bir dünya" özlemi duyması ve o güzel dünyayı yaratmak için çabada bulunması gerekmez mi? Gerekir ama kim söyleye, kim dinleye? Yazarın geçmişinde -ülkemizde ve dünyada- bu denli sorumsuzca yaşadığı bir başka dönem daha olmadığını düşünüyorum. Elbette bu bir genellemedir ve herkesi kucaklamaz. Hâlâ insanı yüceltmeyi amaçlayarak yaşayanlar ve yazanlar var aramızda, bunların içinde öykücüler de var, ama azınlıktalar.
 
İnsanlığın geçmişine baktığımızda öncülerin, sorumluluk taşıyanların, geleceğin güzelleştirilmesi ve insanın yücelmesi için yaratılarda bulunanların sayısının oransal olarak hiç de fazla olmadığını görüyoruz. Ülkesi ve insanlık için sorumlulukla çabalayan yazarlarımız da bu saptamanın içinde. Sayıca azlar belki ama güçlü olduklarından kuşku duymamak gerek. Söz konusu gücü insandan, toplumdan ve güzellikten alırlar. Böyle olunca, edebiyatımızda öne çıkarılan, âdeta dayatılan içi boşaltılmış metinler (adına ister öykü densin ister başka bir şey) geçmişin çöplüğünü oluşturacaktır; o çöplüğün içinde boğulacak olanları şimdiden görmek zor değil...
 
(*) Soldan sağa: Özcan Karabulut, Adnan Özyalçıner; Burhan Günel. Frankfurt DIDF  söyleşi salonunda. (18.10.2008)

(**) Öykü Yazma Teknikleri, hazırlayan Salih Bolat, Varlık
X 2005 İst.

 

 

  
 Burhan Günel

®  Öz Yapım oHG   © H@vuz Yayınları                                  © Ocak - Şubat 2009 ISSN 1864-0524