Yaratıcılık
dürtüsüyle girişilen "yaratma
eylemi"ninilk insandan bu
yana geçilen uygarlaşma evrelerinde, insanın kendisini, dünyayı, çevresini,
doğayı ve başka insanları tanımasını, kavramasını sağladığı biliniyor.
"Yaratıcı
giz" ya da "yaratıcılığın gizi" bireyin kendi iç
derinliklerinden başını kaldırarak yaratıcıyı yönlendirmeye çalışırken, bir
yandan toplumsallaşan ve ilişkileriyle kendi davranışlarını başkalarına
gösterme, sergileme ve önerme durumunda olan yaratıcı birey, yaratma serüvenini
içten dışa doğru gelişen bir çizgide yaşamıştır. Aynı gizemli çıkış günümüzde
de benzeri görünümler sergilemekte, söz konusu içsel serüven toplumsal
ilişkiler bağlamındaki yansımalarıyla birlikte başkaları tarafından
paylaşılmakta ve/ ya da tüketilmektedir. Çünkü gerçek yaratıcı (yazar) "toplumun bilincini rahatsız eder." Bu
rahatsızlık kabul etme ya da karşı duruş biçiminde yansımasını mutlaka
bulacaktır. Son aşamada ise sanat ürünü, yaratıcıyla biçemi arasındaki doğrudan
ilişkiyi olduğu kadar yaşamla sanat (yaratıcılık) arasındaki ilişkiyi de
sergilemektedir.
Günümüzdeki bu
ilişki, küreselleşme izlencesinde bilinçli olarak görev almış olan renkli
medyanın baskısıyla ve kendini bu izlencede yol açıcı belleyen sözüm ona
yaratıcılar aracılığıyla, gittikçe yaratıcılıktan uzaklaşılarak ve
ikiyüzlülükle ortaya konmaktadır. Küreselleşmenin ulus devleti yok etme
çabalarının içinde, yerli renklerin yok edilmesini amaçlayan kültürsüzleştirme
girişimleri de vardır ve bu toplu girişim; günümüzün sanat ortamını,
dolayısıyla sanatçıları, yazarları, toplumun görünmez öncülerini, giderek
önderlerini sanat ortamlarından olduğu kadar, ilişki içinde bulunmaları gereken
sanat izleyicilerinden de uzaklaştırmakta, kısacası yaratıcılık eylemlerinin
önünü tıkamaktadır.
Sanatın nesnel dünyanın hem
içinde hem de dışında olduğu söylenebilir. Sanatçı, doğanın değiştirilmesi ve
insani çevrenin oluşturulması için dolaylı etkilerde bulunacak çabalarını
sürdürürken, kendisinin de doğanın bir parçası olduğunun bilincine ulaşır ve
bilinçlenmesi onu kendisiyle ilişki kurmaya zorlarken, dış dünyaya ve başka
insanlara da yönlendirir. Bu süreçte kendisiyle barışık olması düşünülebilir
belki ama tam tersine, kabuğunu kırıp iç dünyadan dış dünyaya ulaşma, fakat
aslında varolma kavgasını vermektedir. Bu kavganın sonunda başarılı olmak,
kendini kanıtlayabilmek için yaratıcılığın gizemli alanlarına yönelir; henüz
psikolojinin tümüyle keşfedemediği, hemen hemen hiçbir alanında egemenlik
kuramadığı o gizemli içsel dünyada kendini aramaya, bulduğu ölçüde anlamaya,
kavramaya, kendisiyle ve dış dünyayla ilişkilerini irdelemeye çabalar. Bu
çabalar doğrultusunda giriştiği yaratıcılık eylemi sonunda ortaya koyduğu
ürünle, kimi zaman kendisiyle ve başkalarıyla sağlıklı bir ilişki kurmayı
başarır, kimi zaman bu olumlu sonucu elde edemez. 0 zaman, yeniden giriştiği
daha farklı yaratıcılık eylemleri sırasında kendini önce parçalayıp sonra
toparlamaya, yeni bir bütünlük oluşturmaya, yeni bileşimlere ulaşmaya, yaratıcılığı
doğrultusunda kendini ve içinde bulunduğu dünyayı yeniden kurmaya yönelir.
Sanatçı bir yandan bu ağır çileyi çekerken bir yandan da bilincinin sesini
dinleyerek topluma yönelmeye çalışır. Çünkü, sorumluluk taşıyan bir aydındır
ayni zamanda. "İnsanı belirleyen.
onu başkalarından farkı kılan" temel eyleminin "çalışmak" olduğunun bilincindedir. Ancak, bu gereklilik
yeterli görünmemektedir. Ölümlü olduğu halde
ölümsüzlüğü ve sonsuzluğu arayan sanatçının eylemini açıklayabilmek için
yalnızca "çalışmak" sözcüğü yeterli değildir. Bu konuda Antik Yunan'da beliren düşünceye göre insan, düşünen, bilgi toplayan, akıllı
ve bilinçli bir varlıktır. Yaratıcılık girişimleri ise, ölümsüz olan tanrılara
öykünmeden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, bugünkü yaşamımızda yer alan ve
çağdaş ölçütlerle belirlenmiş olan yaratıcılık
kavramı, yarı tanrısal bir düzlemde, metafizik bir kavram durumunda
kalmıştır. Sunumuz düşüncesinde ise "insan"ıbelirleyen iki temel eylemden birisi "çalışmak" ise, onun hemen
yanı başında ve önde geleni, "yaratma"dır.
Yaratma eylemi, ünlü bir düşünürün ağzından şöyle açıklanmaktadır:
"Üretimimde bireyselliğimi, bireyselliğime özgü
olanı nesnelleştirmiş, böylece, etkinliğim sırasında hem yaşamın bireysel bir
dışavurumunun tadına varmış, hem de ürettiğim nesneyi algılarken, kişiliğimi
nesnel, somut ve her türlü kuşkudan arınmış bir güç olarak bilmenin sevincini
duymuş olurdum.
Benim ürünümden senin zevk alman ya da onu kullanman
dolayısıyla, gerek işimde bir insansal gereksinmeyi karşıladığım, gerekse
insansal özü nesnelleştirdiğim ve böylece başka bir insanın kendi özüne uygun
bir gereksinmesini karşılayarak nesneyi yarattığım için dolaysız bir zevk almış
olurdum.
Senin için, insan türü ile senin aranda bir aracı
olmaktan, böylece senin özünün bir tamamlayıcısı sıfatıyla ve gerekli bir
parçası olarak senin tarafından bilinmiş, duyulmuş olmaktan, yani senin hem
düşüncende, hem de sevginde kendimi kabul edilmiş görmekten sevinç duyardım.
Ben yaşamı bireyselliğim içinde açığa vururken, doğrudan
doğruya senin yaşamının açığa vurulmasına yol açtığımdan, kendi etkinliğimde
dolaysız bir tarzda kendi hakiki özümü, kendi insansal ve türsel özümü böylece
onaylatmış ve gerçekleştirmiş olmaktan zevk almış olurdum.
Bu durumda, bizim ürünlerimiz, özlerimizin birbirini
aydınlattığı çok sayıda ayna olurdu." (K. Marx, İ. Fetscher'denalıntı: Süleyman Velioğlu)
Bu anlayışla
kendinin, dünyanın ve tüm insanların farkına varan ve yaratma eylemine girişen
insan, iç dünyasının derinliklerinden dış dünyanın görsel zenginliklerine doğru
geniş bir yelpazedeki çabaları için gerekli gücü, direnci, inancı, içindeki
gizemli kaynaktan, "yaratma
dürtüsü"ndenalır; ok yaydan
çıkmıştır ve bilinmeyenin, olmayanın, henüz yaratamayanın ardındadır artık. Böylece yaratmaya (yazmaya) yönelir ve
yapmak istediğini kendine duyuran yaratıcı gizin öncülüğünde yaşamın içinde
dolanır durur ama bu süreçte ne yaratıcılığın gizlerine tümüyle erişebilir ne
de yaratıcılığının bütün alanlarına egemen olabilir. Önünde uçsuz bucaksız,
sınırsız, ama çok boyutlu ve ıssız bir alan vardır. Bu durumda, bilinci devreye
girer. Varolabilmek için "çalışmak" gerektiğini söyleyen bilinç, bu
kez başka bir sorunu getirip sanatçının önüne koymuş olacaktır.
Yaratıcı dürtü,
içinde barındığı gövdeyi devindirmeye, bulutların üzerine çıkarmaya, yerin
dokuz kat altındaki karanlıklar cehennemine götürmeye zorlarken; sanatçının
bilgi birikimi ve deneyimleriyle oluşan bilinci sanat ürünlerini
toplumsallaştırmaya yönlendirmeye, onu "doğru" olanı yapmaya, olması
gerekeni oldurtmaya yöneltmek için yaratıcı dürtüyle çatışır. Bu çatışma,
yaratıcı kimliğin doğasındaki bilinmezlerin, engebelerin, zorlukların yanısıra
yeni bir sorunun kapısını aralamış olur. Bu noktada, sonsuz bir "çile" sözkonusudur. Yaratıcılık serüveni bu noktada başlar zaten ya da
başlamadan biter. Yaratıcı giz ile yaratma eylemi nedeniyle sanatçı arasında
doğan gerilimli ilişki sanatçıyı hırpalamaktadır. Sürecin herhangi bir yerinde
ya da sonunda, kendi varlığından damıtıp ortaya çıkardığı sanat ürünleriyle
somutlaşan yaratıcılık çabası, sanatçının kendisiyle birlikte doğayı da yeniden
yaratmasının yanı sıra güzelleştirmesi, yasamın daha da insanileştirmesi
sonuçlarını da özünde taşır. "Yaratıcı Yazarlık
Kursları" ve Öykü Günümüzde bu
gizemli ve yarı tanrısal serüven ayağa düşürülmüş, sıradanlaştırılmış, basite
indirgenmiştir. Artık herkes "yaratıcı", herkes "yazar",
herkes "sanatçı" olabilmektedir. Çünkü, şükürler olsun,
"yaratıcılık" yaygınlaşmış, yasamın her alanında sanattan,
edebiyattan geçilmez olmuştur!
İnternet
aracılığıyla bana ulaştırılan kimi bilgilere göre, örneğin İstanbul'da "her üç dakikada bir yaratıcı yazarlık
ya da resim kursu açılıyor" ve bu kurslara katılanlar belli süreler
sonunda "diplomalı yazar" ya
da "ressam" kimliğiyle
ülkemizin yazın-sanat yaşamına katılıyorlar! Söz konusu "yaratıcı yazarlık
kursları"yla ilgili olarak yayımlanmış kitaplar da var artık; o
kitaplardan birinde şunları ya da başka kitaplarda benzerlerini okuyunca
şaşmamak gerekiyor:
"Fransa'nın Tours kentinde, küçük bir çatı katında
yaşayan bir öğrenciydim. Kıştı. Bir öğleden sonra, Kristen Flafstad'ın, Tristan
ve İsolde adlı gösteri için Paris'e geleceğini öğrendim. Tek bir gala olacaktı
ve bir arkadaşım mutlaka izlemem gerektiğini söyledi. Para durumumu gözden
geçirdim ve hesap yapmaya başladım. Üçüncü mevkide yolculuk yapıp, en ucuz
bileti alırsam, gösteriyi izleyecek kadar para ayırabilecektim. Ancak yiyecek
ve yatacak için param kalmayacaktı. Bu, Paris'e gitmek, bir günü aç geçirmek ve
bir köprü altında uyumak anlamına geliyordu. Daha önce hiç böyle bir şey
yapmamıştım. Maceracı olmaktan uzak biriydim ve bu yolculuk düşüncesi beni
oldukça korkutmuştu. Ama eğer gitmezsem, tüm yaşamım boyunca pişman olacağımı
biliyordum. Gitmeye karar verdim. O gece başıma gelenler, serüvenin ne olduğunu
anlamam için yeterli olmuştu ve büyük bir olasılıkla benim bir yazar olmam da
bu serüvenin sonucuydu."
(**) Bu yazıyı
yazanın cinsiyetini söylemeyeceğim ama okurun kestirmekte zorlanmayacağını
biliyorum. Bu "yazar" serüvene borçluluğunu anlatıyordu ve yazının
geri kalan bölümünde bunu herkese öneriyordu. Diyelim, bir ev kadını da aynı
şeyi yapabilirdi; kıssadan hisse, herkese yönelik bir öneri olduğuna göre,
herkesin denemesi gerekiyordu ki böylelikle "büyük bir olasılıkla bir
yazar" olabilsinler... Aynı kitapta sık sık üzerinde durulan konu,
yazılanların okuru nasıl avlayabileceği, sonra da nasıl paraya
çevrilebileceğiydi. Örneğin şunlar yapılmalıydı:
"Birçok verimli ve popüler yazar, altmış yıldan bu
yana, en çok satanların yaratıcısı olan P. G. Wodehous'un sahne oyunlarını
oynar. Onun sırrı, öykünün bütününde mıknatıs etkisi olan büyüleyici bir sahne
gerçekleştirmektir." (s. 122) "Satmayan parlak düşüncelerini yırtıp
atmayan ve öykülerinin niçin satmadığını düşünüp duran bir yazarın öykülerinin
satması mümkün değildir. Genellikle öykülerin satmama nedeni çabucak
anlaşılmış, kabul edilmiş ve bunun sonucunda da satabilen öyküler yazılmıştır.
(...) Genel olarak, yayımcıların reddettiği öykülerin çoğunda, çok sık
rastlanan 25 önemli nokta vardır. Bunların bazıları, öykünün hemen
reddedilmesine neden olacak kadar belirgindir." (s.226-227)
Kitapta bu
bağlamdaki her türlü bilgi vardır ama yaratıcı yazarlığın gerektirdiği
donanımdan, yazarın içinde bulunduğu toplumdan, yazar-toplum-yazar
etkileşiminden dolaylı da olsa pek söz edilmez. Temel amaç, bir şeyler
yazılması ve yazılanların satılmasıdır. Böyle olunca, "yaratıcı
yazarlık"tan söz etmek, yaratıcılığın nasıl bir eylem olduğunu irdelemek
gibi eğilimler de görülmez. Yasam sıradanlaştırırken, yaratıcılık da ölümsüzlüğü
aramaktan vazgeçmiş, gündelik yasamla yetinmek zorunda kalmıştır.
Bu kurslardan
"teknik" yöntemler "öğrenen"ler artık "yazar"
olmuşlardır, hattâ diploma yerine geçen başarı belgeleri de vardır ellerinde.
Ancak, bazılarını tanıdığım bu "yazarların çoğunun, henüz de, da, ki
sözcüklerini bile yerli yerinde kullanamadıklarını, çok yalın, sıradan
tümceleri bile kurmakta zorlandıklarını biliyorum. Örneğin şu tümceleri
kurduklarında başarılı olduklarını düşündüklerini de tahmin edebiliyorum: "Kent geride kalmıştı. Motorunun pat-patları
eşliğinde şilebe doğru ilerleyen tekne ağırlaşarak gövdesinin büyük bölümünü
suya kaptırmıştı. Ev eşyasını yükledikleri teknenin kıyısından denize bakan
çocuk, lacivert derinliği görünce çok etkilendi, korktu, gözlerini yumdu, yanı
basındaki babasının eline sıkıca sarıldı. Uzun süre sımsıkı kapalı tuttuğu
gözlerini açtığında teknenin gemiye yanaşmış olduğunu fark edip rahat bir soluk
aldı. Akdeniz işte şurada, teknenin altında, kendisiyle geminin arasındaydı.
Onu öylece, olduğu gibi: korkutan derinliğiyle, rengiyle, çırpıntısıyla nasıl
sevdi ki bir daha unutamadı: ona ölümüne bağlandı... "
(B.G.) Eh, oldukça güzel
tümceler bunlar; diplomalı yazarlar bir yana, gerçek yazarlar da böyle tümceler
kurduklarında sevinirlerse haklarıdır. Oysa bu tümcelerde sıra dışı bir şey
yoktur. Yalın, açık, duru bir anlatımın getirdikleridir. Yaratıcı yazarlık
kurslarında ders verenlerin bu tümcelere ekleyecekleri var mıdır bilemiyorum;
ama yetiştirdikleri "yaratıcı yazarların” bu tümceleri kurmakta bile
yetersiz kaldıkları biliniyor. Bir de söyle tümceleri kurup kuramayacaklarını
düşünüyorum da gülümsemekten kendimi alamıyorum.
"... Tekne yavaşlayıp durunca çocuk gözlerini
açtı, derin lacivert suyu bir kez daha gördü, yine ürperdi ve yeniden yumdu
gözlerini. Onu öylece, kapalı gözleriyle içine aldı deniz, bir daha bırakmadı.
Ömrü boyunca süren Akdeniz tutkunluğu bundandır: nereye gittiyse tutkuyla dönüp
gelmesi... *(B.G.)
Ya da söyle bir
tümcenin kolaylığı diplomalı "yaratıcı yazar'lar ile onların eğiticileri
için yeterli sayılabilir: İki sevgili deniz kıyısında oturmuş, uzaklara
bakmaktadırlar. Erkek birden sevgilisinin yüzüne doğru eğilir, gülümseyerek
mırıldanır: "Senin gözlerin deniz gibi!"
Ne güzel tümcedir
bu; kim karsı çıkabilir? "Yaratıcı yazarlık kurslarında bile bu tümceye
alkış tutulacağını tahmin etmek zor değil.
Ancak, tümcenin
söyle olmasını öneren çıkar mı acaba? "Gözlerin deniz..."
"Gibi" sözcüğünün
anlamı ikinci dereceye indiren etkisi ortadan kaldırılmıştır; kızın gözleri
denizle özdeşleşmiştir.
İste yazarlık ile
yaratıcı yazarlık arasındaki yol ayrımı!
Yolu kolayca
açılan diplomalı "yazar"ın ne yazacağı önemli değil, ama popüler
kültürsüzleştirme süreçlerine katkılarda bulunacağı kesin; önemli olan da bu
zaten. Küreselleşmenin, postmodernitenin gereği ve diplomalı
"yazar"dan beklediği... Ülkemizde Modern
Öykünün Oluşması ve Öykümüzün Bugünkü Durumu
Öykü, ülkemizde
geleneği olan yazın türlerinden biri. Geçmişi masallara, halk hikâyelerine,
giderek sözlü anlatım geleneğine dayandırılabilir. Gelenek ve ona bağlı
birikim, öykücülüğümüzün gelişmesine, yetkinleşmesine olanak sağlamıştır. Bu
bakımdan, öykünün bugün ulaştığı yetkinlik düzeyi, diyelim romana göre daha
tartışmasız görünmektedir. Elbette bu saptama, bir sürecin de anlatımıdır. Ahmet Mithat
(1870-71), Emin Nihat (1872-75), Nâbizade Nâzım (1890-91), Sami Paşazade Sezai
(1892-1900) ve Halit Ziya (1887-1900)'nın ardından gelen Ömer Seyfettin'le
(1911) başlatabileceğimiz modern öykücülük anlayışımız, 1930'lara kadar Memduh
Şevket Esendal, Fahri Celalettin, Refik Halit Karay, Halide Edip, Reşat Nuri,
Yakup Kadri, Selahattin Enis, Osman Cemal Kaygılı, Kenan Hulusi, Sadri Ertem,
Bekir Sıtkı Kunt gibi adların cumhuriyet dönemi öykümüzü yapılandırmalarının
ardından, 1940, 50, 60, 70 kavşaklarından geçerek günümüze ulaşmıştır. Bu
süreçte kendimize özgü bir öykü dünyası kurmayı başarmışken, 1980 sonrasında,
özellikle de 1990 sonrasındaki postmodernist yaklaşımların öne çıkarılmasıyla
oluşan yeni süreçte sözünü ettiğim öykü dünyası, tıpkı yaşamımız gibi alt üst
edilmiştir. Küreselleşme rüzgârları önünde tutunamayan aydınımız/ yazarımız
kendini postmodernizmin aldatıcı çekiciliğinden kurtaramamıştır. Postmodernizm,
küreselleşmenin kültür/ sanat ayağı olduğu gibi, doğal yaratıcılık sürelerinin
sonucu olarak değil, yapay bir projenin uygulaması, hattâ dayatması olarak
hayat bulmuştur. Ulus devletlerin direnç noktası olan yerel kültürlerin
yozlaştırılmasında ya da yok edilmesinde kimi yazarlara, bilim adamlarına,
aydınlara programında görev verdiği ve beklediği hizmetlerin karşılığını
"nakit" ve "ün" olarak ödediği artık gizlenemez duruma
gelen küreselleşme girişiminin uzantısıdır. Bu
gelişmelere
bakarak, çağdaş yasam içinde çok rol üstlenen
bireyin bu süreçte yaşadığı
olumsuz değişimin yansımalarını bütün sanat türlerinde
ve öyküde de görmek,
boyutlarını saptamak, ölçütlerini ve ipuçlarını
belirlemek mümkün. Bireyin gün
boyunca değişen rollerini üstlenebilecek nitelikte ve esneklikte
olan öykü
türü, ne yazık ki bu dönemde eleştirisini
geliştirememiş, postmodernizme teslim
olmuştur. Yani, tıpkı arabesk anlayışta olduğu gibi, bireyin
yaşadıklarını
neredeyse Tanrı buyruğu ve "kader" sayıp kabullenmiş ve yansıtmıştır.
Yanı sıra, postmodernizmin öngördüğü "eğlencelik"
metinlerin
üretilmesine aracı olmuştur. Elbette bu sonuç
öykü türünün günahı değildir.
Burada aranacak bir günahkâr varsa o, bilinçsizce,
sorumsuzca davranan yazarın
kendisidir. Öyle de olsa, yazar tek başına değildir. Onu şişiren
medya ile
medyanın "yetiştirdiği" ilkesiz okur kalabalığıdır. Bu ikisi,
içeriksiz yazarla niteliksiz okur, öykünün
oylumsal olanağından yararlanmayı
öngörmüşlerdir. Zamanı kısıtlı ve telaşlı okurun,
öykü türünün ürünlerini
okuması, üstünkörü değerlendirmesi, kendi yaşamına
katması kolay olabilir.
Çünkü öykü, diyelim romana göre,
kısadır. Üstelik günümüzde, okuru andıran bir
yazarlık örneğinin ürünü durumundadır.
Gündelik yaşamın içinde çok koşturan,
birikimiyle değil yeteneğiyle yazmakta olan ve küreselleşme
rüzgârlarının
önünde savrulan öykü yazarı için de
öykü türü koruyucu, kollayıcı, giderek
bağışlayıcı gibi görünmektedir. Aslında gerçek
öyle değil. Bilgisizlik ve
birikimsizlik, dünya görüşü çarpıklığı ya da
dünya görüşünden yoksun olmakla
birleşince yazarın başı ilerde çok ağrıyacaktır ve bir anda, ne
olduğunu
anlayamadan kendisinin de öyküsünün de
tükenişine tanık olacaktır. Çünkü, son
dönem öykücülerinin çoğu insanlığın yaşadığı
kirlenmeye kaygısızca bakmakta,
karşı tavır geliştirmekten uzak durmaktadır. Günümüz
öykücüsünün (ama özellikle çok
satar romanların yazarının) bir gerçekliği de
sokağa ve insan içine çıkamamasıdır.
Çünkü, 1980 sonrasında öykü de
öykücü de
toplumdan kopmuş bulunmaktadır. Öykü,
günümüzün mutsuz (ve kimilerince çaresiz)
bireyinin içine kapatıldı. Sokaklar kimliksiz, kişiliksiz, insan
olma bilincini
(bile) yitirme sürecinde sürüklenen sözüm ona
bireyin, sıkıldıkça çıktığı
anlamsız alanlar görünümünde.
Günümüz öyküsüne girebilen sokak da bu
durumda
genel olarak. Çünkü yazar kendini özel ve dar
dünyasına kapattı. Öyküyü de
(romanı da) peşinden sürükledi. Yatak odası, (eğer yazarın
okuma alışkanlığı
ve/ya da gereksinmesi varsa!) kitaplık, bilgisayar masası, mutfak,
banyo,
tuvalet: dört duvar, kilitli kapılar, perdeleri kapatılmış
pencereler... İlle de suçlu
aranacaksa, sorumlu yalnızca 1980 sonrasında palazlanan yazarlar değil;
arabeskleşen, postmodernleşen bir yaşam ve yazarlık anlayışına kapılanmış
herkes suçlu. Genç yazar, eğer her şeyi kendinden başlatıyorsa ve geride
bırakılan hem geleneksel hem modern öykü birikimini yok sayıyorsa o da suçludur
elbette. Ama, birikime, geleneğe bakarak yolunu yordamını bilinçlice
belirtiyorsa; olumsuzluklara karsı çıkma cesaretini gösterebiliyorsa; öykünün
üretilmesi aşamalarında yanlışlıklar da yapsa suçlanmamalı! Asıl suç genç
kuşakları olumlu anlamda etkileyemeyen, yabancı ve moda (örneğin postmodernist)
etkilere aldırış etmeyen, küreselleşmenin kirletici saldırısına karsı duramayan
umursamaz yaşlılarda bence. Özellikle 1990
sonrasında yazılan öyküde ama yoğunlukla romanda bol seks, pornografi, argo,
şiddet, sövgü, dinsel "öteki dünya"ya gönderme ve kaçma, arabeske
sığınma eğilimleri çok belirgin. Kimse ciddi biçimde buna karşı çıkmadı ve genç
öykücüler bu çoğu ithal ögeleri bol bol kullandılar. Üstelik, arabesk bir yaşam
anlayışını öne çıkararak. Aralarında orta yaşlılar da var. Bu, gündelik ve
yüzeyde gezinen okuru avlamaya çalışan bir anlayışın acıklı görüntüsüdür.
Leblebi ve çekirdekten oluşan bir edebiyat sofrası... Durum böyleyken,
toplumcu yazarlar olgunun neresindeler; içinde mi, dışında mı? Küreselleşen
dünyanın sanat/ edebiyat anlayışı (şimdilik) postmodernizm. Onun ögeleri de
yukarıda sayılanlar zaten: Bayağı cinsellik ve öteki uyuşturucular, insanı
yücelteceğine güdükleştiren bozulmalar, tükenişler postmodernist edebiyatın
temel malzemesi. "Son yirmi yılda ülkemizde, giderek dünyada, insanı
yücelten nasıl bir güzellik, iyilik, umut üretildi ki yansımalarını sanatta,
diyelim öyküde bulabilelim?" görüsü dile getirilebilir. Bu soru, yazarın
sorumluluğunu ve önemini de vurgulamamıza araç olabilir. Her toplumsal oluşum
kendine yakışan sanatı, edebiyatı yaratır; bugünkü sanat ve bu bağlamda öykü de
dönemin özelliklerini bağrında taşımaktadır. O zaman, yazarın "daha güzel
bir dünya" özlemi duyması ve o güzel dünyayı yaratmak için çabada bulunması
gerekmez mi? Gerekir ama kim söyleye, kim dinleye? Yazarın geçmişinde
-ülkemizde ve dünyada- bu denli sorumsuzca yaşadığı bir başka dönem daha
olmadığını düşünüyorum. Elbette bu bir genellemedir ve herkesi kucaklamaz. Hâlâ
insanı yüceltmeyi amaçlayarak yaşayanlar ve yazanlar var aramızda, bunların
içinde öykücüler de var, ama azınlıktalar. İnsanlığın
geçmişine baktığımızda öncülerin, sorumluluk
taşıyanların, geleceğin
güzelleştirilmesi ve insanın yücelmesi için
yaratılarda bulunanların sayısının
oransal olarak hiç de fazla olmadığını görüyoruz.
Ülkesi ve insanlık için
sorumlulukla çabalayan yazarlarımız da bu saptamanın
içinde. Sayıca azlar belki
ama güçlü olduklarından kuşku duymamak gerek. Söz
konusu gücü insandan,
toplumdan ve güzellikten alırlar. Böyle olunca,
edebiyatımızda öne çıkarılan,
âdeta dayatılan içi boşaltılmış metinler (adına ister
öykü densin ister başka
bir şey) geçmişin çöplüğünü
oluşturacaktır; o çöplüğün içinde
boğulacak
olanları şimdiden görmek zor değil... (*)
Soldan sağa: Özcan Karabulut, Adnan Özyalçıner; Burhan
Günel. Frankfurt DIDF söyleşi salonunda. (18.10.2008)
(**) Öykü Yazma Teknikleri, hazırlayan Salih Bolat, Varlık
X 2005
İst.