Günün açtığı kapılardan geçmek yerine, pencerelerden bakmayı yeğliyoruz.
Kaldırmışız aradan örtüleri, eskil zamanın dilini. Bakışların özleyeceği bir zamanın diliyle konuşuyoruz seninle.
Belleğin
zamana ait yüzünden söz ediyorsun, göçle
yaşanan altüst oluşun unutturduklarını hatırlamaya
dönüyorsun yüzünü.
Kendi göçümüzden söz ediyoruz sonra.
Bozgundaki
bir ülkenin kayıp gitmesine söz dokundurmuyoruz. Ama
biliyoruz ki; insanlığın yazgısı da böyle belirleniyor: savaşlar,
bozgunlar, ulusal benlik arayışları...
Sonra sonra dönüp anlamaya çalışıyoruz belleğin ne olduğunu...
Geçiyoruz seninle zamanın gölgesinden; biraz Rumeli, biraz Kafkasya, biraz Anadolu...
Yüzünün
renklerine bakıyorum, gözlerinin ışıltısına, dudak-larındaki ince
çizgiye... Bir yurt coğrafyasına bakarcasına yüzünde
gözlerim. Aradığım mevsimlerin iklimi bakışlarının saklı yerinde
sanki! O an, aklıma gelen dizeleri fısıldamak için çok
erken, biliyorum:
"Kendini
biliniyordun yalnız yaşarken, rüzgâr karşı kıyıya estiğinde
hiç haberin yoktu./ Geldim, uyandın, ışıklarla tomurcuklandı
gökler./ Çiçeklerde açtırdın beni; beşiklerde
salladın, ölümde sakladın;/ yaşamda buldun yeniden beni." (Tagore, çev.: Ülkü Tamer)
Hangi dağ esintisi, hangi çiçek kokusu, hangi toprağın rengi yansımış diye bakıyorum gözlerine...
Gülen, ışıyan, anlayan, bekleyen, kaygılanan, anlatan sırlı bir kapı gibi duruyorlar karşımda.
Bir
yanda Bizans'ın gölgesi, ötede Osmanlı'nın rengi. Arka
bahçenin sessizliğe dönük yüzü zaman kavşağı
gibi çıkıyor karşımıza. Durdurulan bir ân'ın dili
yabancımız değil, gene de kaçırıyoruz bakışlarımızı gölgeli
zamandan.
Sana "Edirne'nin Köprüleri"ni okumak istiyorum, Füruzan'dan.
Anlatmıştım mermer masada; göçü, göçmenliği, Rumelilik havasını ondan okumak iyicildir her zaman...
Hatırlanan
zamanda yaşamanın avuncuna tutunan göçmenlerin gelip
soluklandıkları yerdeki hallerini görmek yürek burkan bir
şey. Ama, gene de, onların belleğinin yazıda kayda geçmesi
önemli.
Her
söz bir yakarı, iki ayrı "yurt"ta yaşamanın karşılaştırması olarak
karşımıza çıksa da; göçün yansıttıklarının ne
olduğunu bize anlatması açısından kayda değerdir.
Buralı ve oralı olmak düşüncesi Füruzan'ın öykülerinde baskın gelen bir izlektir:
"Evlerinin
dirliği inanca, yetinmeye dayanıyordu. Bu o verimli, eli açık
doğanın içindeki yetinmeydi. Buralara gelince yetinmenin ne
olduğunu öğrendiler. Kalanların gerçekten
dönülmezliğini anlayınca." 1)
"Geldik
buralara ne oldu? Çıkmadı bize kimse sahip. Vermediler herhangi
bir iş. Aldım oğluma Naciye'yi de, o da geldi oldu burada perişan.
Solacak bir gül gibi yanakları. Ama söyleyemem kimseye. Oğlum
kızar bana, 'Sus be ana! Tutturma 'Memleket memleket' diye. Bilir ki
büyüklerimiz çağırmıştır bizi buralara. Çalışır
geçiniriz.' Bir o çalışır. Mezbahada keser güzelim
hayvanları." (s. 100-101)
"Bahardı
biz Edirne'ye geldiğimizde. Meriç nehri coştukça coşardı.
Bir çınar ağaçları vardı orda, bakmakla bitmez. Vatan
toprağıydı işte, gelmiş kavuşmuştuk. O Edirne şehrini
gördüğümde, gitmem diye direnmelerimi unutmuşum. Orda
her şeye, ağaçlara, sulara, insanlara yer vardı." (s. 104)
Hangi sayfasını çevirseniz bir burukluk, özlem, savrulmanın uğultusuyla yüzleşirsiniz. Onların belleğini getirip yazıya taşıyan Füruzan'ın bu öyküsünü okurken, Sevda Dolu Bir Yaz'a döndüm yeniden.
3./ Çağırır Baragan
Yüzündeki ışıltıya baktım. Gülümseyişinde, umut çağını hatırlatan zamanın rengi vardı.
Sezar salatalarımızı söylemiştik. Aramızdaki ak mermerin donukluğu canlanmıştı birden...
Söz
girince araya, yitmişti ürkekliğin. Dil yolculuğunda tanımıştım
seni. Ama o ilk ân'ın parıltısı hiç silinmemişti
belleğimden. . . Bakışlarınla, gülümseyişinle, kırılgan narin
ama kendine güvenli halinle bana doğru
yürümüştün; yıkılmıştı duvarlarım...
İmkânsıza
tutunmuştum bir anda. Örtmüştüm kalbin
örtülerini. Savunmasız bir ordu gibi bozgun çağının
yaşamaktansa, sözün ummanına dalmalıydım...
"Bir serap bu," deyip; günün akışına verdim kendimi.
Sonra,
iki dil arasındaki yolculuğunu gördüm... Sarsıcı bir gül
yaprağı gibi ansızın yoluma çıkıp, gözlerime perde gibi
indiğin anlara baktım... Evet, yalnızca baktım. Sokaklara
çıktım, Boğaziçi vapurlarının sabah akşam müdavimi
oldum, gezindim Beşiktaş Çarşısı'nda... Bilmediğim sokaklara
girdim; "hayat bir rastlantıdır bazen," diye geçirdim
içimden...
Sık sık hatırlattın bana şairin dizelerini:
"Göğü
gördüm imkâna tutuldum düşü sevdim/ dalıp
çıkmalarım 'orda bir şey'e dönüktü/ kaç
kez bir şey, başka bir şeyi sıçradım hem yittim/ hem belidendim/
derin durdum, teknenin altına girdim/ sarstım/ sarsıldım vuruşun
gitgide usta vuruşuydu/ sustum düşe düştüm/ senin mi
kan, yaralarımdan mil hey kaptan/ ne balinayım ben şimdi inadı
içinde/ ne senin mavi balinan." ("Balina", Gülten Akın)
Oturup sessiz bir arka bahçede, /.amanın bize dönük yüzünde Baragan'ı konuşuyorduk seninle.
Beni
göçe, sürgüne, aidiyete, belleğe, kimliğe,
hatırlamaya ve ada'ya götüren düşüncelerden
söz etmiştim sana.
Balkanlar, Rumelilik, göç... Gezindiğim yurt haritasının rengi gibiydi her biri bana.
Ailenin ilk yabancı gelini Macar "Naciye Yenge"den söz etmemiştim sana.
Macar İhtilali'nin görmüştü... "İsmail Ağa" ile savaş yıllarında tanışıp evlenmişler.
Budapeşte'de düzenlerini tutturup yaşamaya başlamışken; ihtilal ve göç gelir.
İstanbul'da,
göçmenlerin çoğunlukla yaşadığı Sağmalcılar'a
(Bayrampaşa) gelirler 1950'lerin başında. Onu tanıdığımda 5-6
yaşlarındaydım.
Hatırlarım...
Bayram
ziyaretinde hazırladığı salamlı sandviçleri, paskalya
yumurtalarını ve çıkarken verdiği nakışlı mendilleri...
Hatırlarım...
Yetişkinliğimde, bir ziyaretimde, Panait Istrati'nin Baragan'ın Dikenleri'ni okurken bulmuştum onu.
"Ne de olsa memleket havası," demişti.
Yeni yeni keşfetmiştim Istrati'yi... Naciye Yenge, bir sırdaş gibi gelmişti bana o anda...
Seninle
konuşurken, bunları hatırlamıştım. Bir de içimdeki Baragan
yolculuğunu... Okurken tutup defterime yazdığım satırları, ezberimde
tuttuklarımı...
"Eylül
girince, Tuna boyu Eflâkı'nın geniş çorak, kırları, bir ay
için bin yıllık, hayatını yaşamaya koyulur.
Bu,
tam Aya Panteleymon günü başlar. O gün, bizim 'muskal'
ya da 'kriivats' adını verdiğimiz Moskof rüzgârı,
alabildiğine uzayan mesafeleri buzlu nefesiyle yalar, ama toprak,
henüz bir fırın gibi yanmakta olduğundan, burada Muskal'ın burnu
kırılır biraz. Gene de, birkaç günden beri
düşünceli bir hal almış olan leylek, sırtını sertçe
okşayan rüzgâra kızıl gözlerini Çaldırır,
hemencecik daha insaflı iklimlere doğru havalanır,
çünkü o, Moskofluyu hiç sevmez." 2)
"Düş,
düşünce, kuruntu ve boş karın, işte Baragan'da doğanın
ağırbaşlı eden bunlardır. O sonsuz Baragan ki suyu erişilmez
derinliklerinde saklar ve üstünde hiçbir şey yetişmez,
hiçbir şey, dikenden başka." (s. 7)
"Ne
dikenlerimiz vardı artık ne de sırıklarımız, hepsi yanıp gitmişti.
Krivast'ın durmadan etrafımızda yuvarladığı başka dikenler peşinde
koşmaya hevesimiz de kalmamıştı." (s. 80)
Düşkündüm
bu tür okumalara. Yazıda hayatı, hayatta yazıyı görme
serüvenimin ilk yolculuklarıydı bunlar.
Baragan'dan,
Istrati'nin Akdeniz'inden, bir yanının Arnavut, diğer yanının Boşnak
olabileceğinden söz ederken hatırlamıştım:
Istrati
okumalarıma kaptırmıştım kendimi. Sabahları kuşluk vakti uyanırdım.
Artık okullar kapanmıştır. Alırdım önüme dört tekerlekli
arabamı; terazimi, gazete kâğıdından yaptığım kese torbalarını,
para önlüğümü, okuma kitaplarımı, defterimi...
sebze-meyve halinin yolunu tutardım.
İnsanlar
uykularından yeni uyanmış olurlardı. Hal'de ilk sırayı kapar, Kabzımal
Refik'ten iki kasa çavuş üzümü, bir kasa domates
alır, fırının yolunu tutardım. Oradan da otuz ekmek, yanındaki
peynirciden üç kilo beyaz peynir alır yönümü
Et Kombinası'na çevirirdim.
Dağ'dan
kesime indirilen celepler günlerdir kombinanın, mezbahanın
ağıllarında sıra beklerlerdi. Çoğunlukla da Kürt
çobanlar olurdu celeplerin ve sürülerin başında.
Arabamla
ağıllar arasında gezinir satış yapardım onlara. Bazılarının
tütün, çay, sigara, şeker siparişlerini de alır;
ertesi gün getirirdim. Bunun karşılığında Kürtçe
öğretirlerdi bana.
Onlarla
konuşmayı severdim, onlar da benim kitap okumamı severlerdi.
Yüküm hafifleyip arabamı bir duldaya çeker, kendimi
okumalara verirdim.
Bir yaz boyu, Istrati'yi çobanların, hayvan sürülerinin, kan sidik dışkı kokularının arasında okumuştum.
Istrati,
elimden tutup; ıssız, yeni, ışıltılı, kederlerle sevinçlerin
sarmaştığı bir dünyaya çıkarmıştı beni. Karşımdaki
hayatlara başka gözle bakar olmuştum. Tıpkı şu an senin yaptığın
gibi. Aramızdaki mermer masanın akdamarlarına bakarken, gözlerim
gözlerine kavuşuyordu bir an'da. Yüzün, Eflâk-Boğdan'daki çakırdikenlerinin çiçeğe durma zamanı şimdi bana...
4./ Dilevi
Ne
çok dil var aramızda. Anlatırken sen toplumsal belleğin
dokunduğu yerleri, kimliğin ve aidiyetin var olduğu iklimleri
düşündüm. Rea Galanaki'nin İsmail Ferik Paşa'nınHayatı
romanından konuşmuştuk. Yurt ve aidiyetin nere olduğu, bellekte
yaşayana ne kadar aitiz, ben ve öteki duygusunun anlamı... gelip
bulmuştu bizi...
Bana
bir "dilevi" kurmayı öğütleyen Montaigne'den, hayatın akışını
değiştirerek yeni bir "dil örgüsü"nde anlatmayı
gösteren Italo Calvino'dan söz etmiştim sana.
Babanı
neden Bordeaux'ya götürmek istediğini anlatmıştın. Edirne'de,
kendi bağını kurup kendi şarabını ürettiğini; ama daha iyisini
yapabilmek için başka yerlerdekileri de görmek istediğini
söylemiştin.
Orada yaşayan dostumu anarken, Bordeaux'nun bağlarından, şaraplarından, Fransızlar'ın soğukluğundan konuşmuştuk.
Anlatmıştım
sana, "Gölgesi Kalemimin Ucunda"yı nasıl yazmaya yöneldiğimi;
kalkıp Bordeaux'ya dostumu görmeye giderken, bir derdimin de, bana
elveren "Montaigne Usta"nın yaşadığı yeri/mekânı görmek
olduğunu...
Beni
esinleyici sözün ötesine geçiren, insana ve
hayata bilincin/ bilginin barınaklarından bakmanın yordamını
gösteren Montaigne'i anmıştık seninle. Söylememiştim, gelirken sana, ondan okuduğum "Her Şeyin Bir Mevsimi Var" denemesinin hatırlattıklarını.
Biliyorum,
mevsimsiz bir yerde gelip bulmuştu beni gözlerin. Sınırda
durmalıydım. Öyle demeye getiriyordu Montaigne de, Latince bir
alıntıyla:
"Imponit finem sapiens et rebus honestis."
(Akıllı insan, iyi şeylere bile sınır koyar.)
Sınır mı koymalıydık, yoksa bir kıyı mı yaratmalıydık...
Arada
bir özleyeceği, gidip sığınabileceği, kendini ait hissedebileceği
bir yer... Evet, böyle bir yer miydi insanı gitmelere hazırlayan,
yoksa varlığıyla tümlediği duygu ve düşüncelerinin
rengiyle var olan bir kıyı mıydı belleğinde taşıyıp durduğu...
Sinemadan
da konuşmuştuk seninle. Ama, daha yeni izlediğim "Yaşamın Kıyısında"ya
sözü getirememiştik bir türlü.
Daha geçenlerde yazdığım bir denememde değinmiştim buna. Onu okumanı isterim şimdi:
5./ Kötücül Duygularla
"Her şeyin kötü olduğu yerde en kötüyü/ bilmek iyi olmalı." F. H. Bradley
İlk Bakış Savaşa dair yazar mısınız, dedi bir dostum. Hazırlanan bir seçkide savaş karşıtı yazıların yer almasını istiyorlardı.
Evetledim onu.
Sonra da durup düşündüm: savaşı yazmak...
Hangi savaşı yazmalıydım...
Gidip tanık olduklarımı mı, okuduklarımı mı, bana anlatılanları mı? Yoksa içte yaşanılanları mı yazmalıydım...
Örneğin; anne ile kızın çatışmasını... Bir savaş değil miydi bu da?
Gecenin
bir vaktinde çıkan tartışma... Aşağılayıcı sözler...
Restleşmeler. .. Ve bıçağın keskin ucuyla gelen
ölüm... Kız, o an kendini de öldürüyordu.
Savaş
biraz da bu değil mi, öldürürken ölmek. Kendisini
terk eden kocasının hangi savaşta yenik düştüğünü
göremeyen kadının yakasının öfkeye dönüşme hali...
Ne yanıyla bakarsak bakalım şiddeti içinde besleyen bir toplumun yaşadığı "gizli savaşlar"dır bunların her biri...
İzlerken Ölümün
kıyısına gelen iki yaşlı adamın son demlerini iyicil kılmak için
çıktıkları yolculuklarda yapıp eyledikleri hiç de
inandırıcı, içten gelemese de; oturup Şimdi ya da Asla filmini izledim.
Bu
kötücül ortamda, küresel savaş çağında
iyimser bir bakış edinmemize gereksinmemiz vardı çünkü! Yarim
gülüşler, gidilen yerler miydi görünen/ler yoksa
birer fon muydu her biri... Yorumlarımız arasında bitmişti film.
Sonra, dönüp Kalpazanlar'ı izlemeye karar verdik kardeşimle. Hayatın daha sahici yüzü gerekti bize.
Adeta
kasılıp gerilerek, uğunarak izledik. Acı acı üstüne...
'Hayatta daha başka biçimde kötülükler olabilir
mi' diye de sorduk birbirimize.
Bu da, aşağılamanın, öldürürken ölmenin başka biçimiydi.
Başka Kıyılarda
Yetinmedim.
Sonraki güne kalmasını da istemedim, oturup bir başıma Fatih Akın'ın Yaşamın Kıyısında filmini izledim. Farklı hayatların buluşma noktalarını gözledim.
Üzerimize üzerimize gelen "kötücül"ün ne olduğuna baktım oradan.
Parçalanma,
sürükleniş, savrulma, bastırılmış duygular, sıradanlık,
sessizlik, avuntu, arzular, tepkisellik, kaygı, kuşku, isyan ve
başkaldırı, kaçış ve korku, ötekileşme, bağlanma, merhamet
ve masumiyet, ceza ve ölüm, savrulma... Kaçış ve
korku... Bekleyiş, buluşma ve umut, yerine koyma, gidip kendine bir
kıyı arama...
Doğrusu, Fatih Akın'ın filminde bunca izleği/konuyu iç içe bir arada işlendiğini görmek şaşırtmıştı beni!
Kötücül
bir serüvendi anlatılan ve siz bir yerden hayata iyimser bakabilme
yolculuğuna çıkabiliyordunuz.
Nietzsche'nin Ağusu O
ezinçlere kapılarımı açmışken, ıssız bir kıyıda bulmuştum
kendimi. Hayatı örgüleyen bakışlardan uzak bir yerde;
unutulmuşluğunu, acısını, kendi kendineliğin sığlığını ömre keder
etmiş birinin yaşadığı yerden çıkıp giderken,
dönmüştüm Nietzsche'yi anlatan bu filme... Doktor Josef
Breuer ile Nietzsche'nin karşılaşması trajik bir yolculuğu başlatıyordu.
Hasta kimdi, doktor kim?
Her iki yaşamın kötücül akışına bakarken, hangi kıyı benim diye de sormadan edemiyordunuz.
Vazgeçişlerden
kurtaramadığımız hayatlarımızın girdabında debelenme; bir anda albenili
gelenin zamanla bir kavurucu arzu, ölümcül tutku
olduğunu kavrama, sonra da duygulan sönümlendiren bir
iç yolculuğunu seçme...
İki günün film izleme aralıklarında durup bakıyordum hayata; yaşadıklarımıza sevgili okurum.
Önümde duran kitabı yudum yudum okurken, Adorno'nun sözünü hatırlıyordum biranda: "Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz."
Savaşın tözü de bu muydu yoksa; dışta ve iç benliğimizde yaşadığımızdan söz ediyorum elbette...
6./ Calvino'nun Buluşturduğu
Soğumuştu hava...
Bahar
çalgını bakışlarımı alamıyordum senden. Ellerini
avuç-arımın içine alıp ısıtmak istemişim,
üşümüştün. Dokunmuştum, parmak uçlarım narlı
alev gibi yanmıştı sanki.
Küçüğüm, nasıl da kırılgan ve ürkektin. Ama kararlı ve güvenliydin de.
Sınırlardaydım, kıyı yaratmak :in çok erkendi veya çok geç...
Sınır...
Komşuluk
demekti biraz da... Sınırülkelerde yaşamak gibi... Daha mı iyicil
bu yoksa; bir kıyı yaratmak, çatışmayı mı getirir... Daha unu
oluştururken kaybetme korusu da bir alev gibi sarmalamaz mı insanın
içini?
Küçüğüm;
Senin yanında senleştim bir anda. Yorgun değilim, kırgınım biraz. "Kadınlar yorar", "kadınlar sevilmek ister" gibisinden basmakalıp düşüncelerin uzağındayım.
Günlerdir, okuduğum bir kitabın, Meltem Arıkan'ın kavrayıcı bilinçle yazdığı Beden Biliyor'un sarsıntısında olduğumu söylersem... Sahi, konuşamadık bunu da seninle.
Bilincin
gözeneklerini açarak sanrılı bir yolculuğa çıkarıyor
insanı, Arıkan. İnsana ve bedene bakanın dilini/bilincini
gösteriyordu.
Daha
yenilerde bedeninin kurbanı olan "Pippa Baca"nın trajik sonu... Kadına
doğru yürümeyi, onunla bir dünyanın nasıl
kurulabileceğini bilemeyen bir toplumun yarası olarak çıkmıyor
muydu karşımıza?
Senin "toplumsal bellek" dediğin şey de bunu barındırmıyor uydu içinde?
Benim
sıklıkla Calvino'ya dönemde, hayatın farklı yanlarına yazının
içinden geçerek bakarken, kendine "dilevi" kurma
bilincinin hangi uğraklara kapı aralaması gerektiği düşüncesi
yatmaktadır.
Calvino, gerçekle düşün sarmalını içkinleştirerek anlatır.
"Pippa Baca"nın barış yolculuğu, pekâlâ, onun kozmotik öykülerinden biri olabilirdi.
Bu çağın yanılsamasının başka türlü anlatılamayacağını biliyordu, Calvino.
Bugün, ne yazık ki, bizim yazarlarımız bundan çok uzak.
Dönünce
hayata, gidince insana ne çok anlatacak gösterilecek,
insanları uyaracak, onlara iyicil gelebilecek, belki de her birimizi
duygu eğitiminden geçirecek ne çok şeyin olduğunu
gözlüyorsunuz.
En tikel durumda bile çoğul olanı anlatmak mümkün.
Belki
Calvino'nun yapıtıyla yaptığım yolculuk da böyle bir şeydi:
"Calvino Ruhum Benim" derken, ondan/yapıttan bana yansıyanları
anlamaya, onunla zenginleşerek yol almanın yolculuğuna çıkıyor,
yeni yerler, yeni zamanlar, yeni iklimler ve yeni diller
öğreniyordum.
Tıpkı, şu an, gelip senin "dilevi"me katılman, "dilçağı"mda yer alman gibi.
7./ Amber Kokulu Çarşılarda
Küçüğüm;
Can ılgınında açan çiçek gibi karşımda durduğunu nasıl anlatmalı şimdi sana...
'Bakışlara sinen ne' diye sorma. Amber kokulu çarşılarda beni söz divanesi yapan düşü de anlatamam şimdi.
Belki de, dönüp, bizi can ırmağından geçirebilecek bir mesel okumalıyım sana:
Ateş ve Kav Taşla demir, işe girişince ikisinden bir ateştir çıktı. Anmakla yaşayan kav konuşmaya başladı. Ateş dile gelip bu kim ki dedi. Kav, ey benim hemdem olan sevgili, yabancı değil. Bir aşinayım ben dedi. Ateş, işim aydınlatmadır, sense karanlıksın. Seninle ne aşinalığım olacak deyince; Kav derhal güzel bir cevap verdi. Dedi ki: karanlığım ama ateş yüzünden. Beni sen yaktın, aydınlattın; şimdi de aşinalığım yok diyorsun. Ben senin elinden yandım, beni sızlandırarak yakan sensin. Artık lütfet de yaktığına bir bak. Ateş, kavın aczini anlayınca bütün âlem içinde onu seçti, onunla bağdaştı. Sen de bu gamdan alevlendiysen gam yeme. Burada yanarsan orada yanmazsın. Pişmiş kerpiç, yerden doğmuştur ama ateş tabiatlı kerpiçtir. Pişmiş kerpiç, ateşe mensup olduğundan din ehlinin kabrine konması caiz değildir. Şeriat, sana bu kadarcığını bile caiz görmezse asla ateşe atmak istemez seni. Bir mum yeşilliğe nazar ederse hemencecik yaseminleri solduruverir. Tanrı kapısının nazlı mumu da yaseminden bir ışığa benzer. Meşakkat içinde yaşarız ama bizden daha nazik, bizden daha çaresiz kim ki? Üstümüze
bir gül yaprağı bile düşse bizden daha âciz bir kimse
göremezsin, ona bile tahammülümüz yoktur." 3)
1) Parasız Yatılı, Füruzan, 1971, Bilgi Yay. 2) Baroğun' m Dilçenleri, Panait Istrati, Çev.: Yaşar Nabi Nayır, 1971, Varlık Yay. 3) İlahiname, Ferideddin-i Attar, Çev.: Ahdülbaki Gölpınarlı, MEB Yay.