* Dilevi'ne Yolculuk - Üstümüzdeki Gül Yapragı

                  







1./ Hatırladıkça

Unutulana bakılan yerdeyiz seninle. Bizans eskisi bir zamanın gölgesinde, sözün yeğinliği almış bizi içine.

Mevsim dillenmiş, adlandırmaya gerek yok. Morluk basmış her yanı. Erguvanlar dilbent çarşısının nazeni. Bu kent böyle güzel, anlamlı.

Mermer masaya taşımıyoruz bunları. Bize ait bir zamanın diliyle konuşuyoruz.

Aklımızı çelen sorulardan uzağız. Hatırladıkça konuşuyor, hatırlananların izlerinden gidiyoruz.

Günün açtığı kapılardan geçmek yerine, pencerelerden bakmayı yeğliyoruz.

Kaldırmışız aradan örtüleri, eskil zamanın dilini. Bakışların özleyeceği bir zamanın diliyle konuşuyoruz seninle.

Belleğin zamana ait yüzünden söz ediyorsun, göçle yaşanan altüst oluşun unutturduklarını hatırlamaya dönüyorsun yüzünü.

Kendi göçümüzden söz ediyoruz sonra.

Bozgundaki bir ülkenin kayıp gitmesine söz dokundurmuyoruz. Ama biliyoruz ki; insanlığın yazgısı da böyle belirleniyor: savaşlar, bozgunlar, ulusal benlik arayışları...

Sonra sonra dönüp anlamaya çalışıyoruz belleğin ne olduğunu...

Geçiyoruz seninle zamanın gölgesinden; biraz Rumeli, biraz Kafkasya, biraz Anadolu...

Yüzünün renklerine bakıyorum, gözlerinin ışıltısına, dudak-larındaki ince çizgiye... Bir yurt coğrafyasına bakarcasına yüzünde gözlerim. Aradığım mevsimlerin iklimi bakışlarının saklı yerinde sanki! O an, aklıma gelen dizeleri fısıldamak için çok erken, biliyorum:

"Kendini biliniyordun yalnız yaşarken, rüzgâr karşı kıyıya estiğinde hiç haberin yoktu./ Geldim, uyandın, ışıklarla tomurcuklandı gökler./ Çiçeklerde açtırdın beni; beşiklerde salladın, ölümde sakladın;/ yaşamda buldun yeniden beni." (Tagore, çev.: Ülkü Tamer)

Hangi dağ esintisi, hangi çiçek kokusu, hangi toprağın rengi yansımış diye bakıyorum gözlerine...

Gülen, ışıyan, anlayan, bekleyen, kaygılanan, anlatan sırlı bir kapı gibi duruyorlar karşımda.

Bir yanda Bizans'ın gölgesi, ötede Osmanlı'nın rengi. Arka bahçenin sessizliğe dönük yüzü zaman kavşağı gibi çıkıyor karşımıza. Durdurulan bir ân'ın dili yabancımız değil, gene de kaçırıyoruz bakışlarımızı gölgeli zamandan.

2./ Bellek Kapılarında

Gel, geçelim uğunuş barınaklarından. Sırlı kalanlara sözüm yok. Zaman öğretir beklemenin sabrını.

Sana "Edirne'nin Köprüleri"ni okumak istiyorum, Füruzan'dan.

Anlatmıştım mermer masada; göçü, göçmenliği, Rumelilik havasını ondan okumak iyicildir her zaman...

Hatırlanan zamanda yaşamanın avuncuna tutunan göçmenlerin gelip soluklandıkları yerdeki hallerini görmek yürek burkan bir şey. Ama, gene de, onların belleğinin yazıda kayda geçmesi önemli.

Her söz bir yakarı, iki ayrı "yurt"ta yaşamanın karşılaştırması olarak karşımıza çıksa da; göçün yansıttıklarının ne olduğunu bize anlatması açısından kayda değerdir.

Buralı ve oralı olmak düşüncesi Füruzan'ın öykülerinde baskın gelen bir izlektir:

"Evlerinin dirliği inanca, yetinmeye dayanıyordu. Bu o verimli, eli açık doğanın içindeki yetinmeydi. Buralara gelince yetinmenin ne olduğunu öğrendiler. Kalanların gerçekten dönülmezliğini anlayınca." 1)

"Geldik buralara ne oldu? Çıkmadı bize kimse sahip. Vermediler herhangi bir iş. Aldım oğluma Naciye'yi de, o da geldi oldu burada perişan. Solacak bir gül gibi yanakları. Ama söyleyemem kimseye. Oğlum kızar bana, 'Sus be ana! Tutturma 'Memleket memleket' diye. Bilir ki büyüklerimiz çağırmıştır bizi buralara. Çalışır geçiniriz.' Bir o çalışır. Mezbahada keser güzelim hayvanları." (s. 100-101)

"Bahardı biz Edirne'ye geldiğimizde. Meriç nehri coştukça coşardı. Bir çınar ağaçları vardı orda, bakmakla bitmez. Vatan toprağıydı işte, gelmiş kavuşmuştuk. O Edirne şehrini gördüğümde, gitmem diye direnmelerimi unutmuşum. Orda her şeye, ağaçlara, sulara, insanlara yer vardı." (s. 104)

Hangi sayfasını çevirseniz bir burukluk, özlem, savrulmanın uğultusuyla yüzleşirsiniz.
Onların belleğini getirip yazıya taşıyan Füruzan'ın bu öyküsünü okurken, Sevda Dolu Bir Yaz'a döndüm yeniden.

3./ Çağırır Baragan

Yüzündeki ışıltıya baktım. Gülümseyişinde, umut çağını hatırlatan zamanın rengi vardı.

Sezar salatalarımızı söylemiştik. Aramızdaki ak mermerin donukluğu canlanmıştı birden...

Söz girince araya, yitmişti ürkekliğin. Dil yolculuğunda tanımıştım seni. Ama o ilk ân'ın parıltısı hiç silinmemişti belleğimden. . . Bakışlarınla, gülümseyişinle, kırılgan narin ama kendine güvenli halinle bana doğru yürümüştün; yıkılmıştı duvarlarım...

İmkânsıza tutunmuştum bir anda. Örtmüştüm kalbin örtülerini. Savunmasız bir ordu gibi bozgun çağının yaşamaktansa, sözün ummanına dalmalıydım...

"Bir serap bu," deyip; günün akışına verdim kendimi.

Sonra, iki dil arasındaki yolculuğunu gördüm... Sarsıcı bir gül yaprağı gibi ansızın yoluma çıkıp, gözlerime perde gibi indiğin anlara baktım... Evet, yalnızca baktım. Sokaklara çıktım, Boğaziçi vapurlarının sabah akşam müdavimi oldum, gezindim Beşiktaş Çarşısı'nda... Bilmediğim sokaklara girdim; "hayat bir rastlantıdır bazen," diye geçirdim içimden...

Sık sık hatırlattın bana şairin dizelerini:

"Göğü gördüm imkâna tutuldum düşü sevdim/ dalıp çıkmalarım 'orda bir şey'e dönüktü/ kaç kez bir şey, başka bir şeyi sıçradım hem yittim/ hem belidendim/ derin durdum, teknenin altına girdim/ sarstım/ sarsıldım vuruşun gitgide usta vuruşuydu/ sustum düşe düştüm/ senin mi kan, yaralarımdan mil hey kaptan/ ne balinayım ben şimdi inadı içinde/ ne senin mavi balinan." ("Balina", Gülten Akın)

Oturup sessiz bir arka bahçede, /.amanın bize dönük yüzünde Baragan'ı konuşuyorduk seninle.

Beni göçe, sürgüne, aidiyete, belleğe, kimliğe, hatırlamaya ve ada'ya götüren düşüncelerden söz etmiştim sana.

Balkanlar, Rumelilik, göç... Gezindiğim yurt haritasının rengi gibiydi her biri bana.

Ailenin ilk yabancı gelini Macar "Naciye Yenge"den söz etmemiştim sana.

Macar İhtilali'nin görmüştü... "İsmail Ağa" ile savaş yıllarında tanışıp evlenmişler.

Budapeşte'de düzenlerini tutturup yaşamaya başlamışken; ihtilal ve göç gelir.

İstanbul'da, göçmenlerin çoğunlukla yaşadığı Sağmalcılar'a (Bayrampaşa) gelirler 1950'lerin başında. Onu tanıdığımda 5-6 yaşlarındaydım.

Hatırlarım...

Bayram ziyaretinde hazırladığı salamlı sandviçleri, paskalya yumurtalarını ve çıkarken verdiği nakışlı mendilleri...

Hatırlarım...

Yetişkinliğimde, bir ziyaretimde, Panait Istrati'nin Baragan'ın Dikenleri'ni okurken bulmuştum onu.

"Ne de olsa memleket havası," demişti.

Yeni yeni keşfetmiştim Istrati'yi... Naciye Yenge, bir sırdaş gibi gelmişti bana o anda...

Seninle konuşurken, bunları hatırlamıştım. Bir de içimdeki Baragan yolculuğunu... Okurken tutup defterime yazdığım satırları, ezberimde tuttuklarımı...

"Eylül girince, Tuna boyu Eflâkı'nın geniş çorak, kırları, bir ay için bin yıllık, hayatını yaşamaya koyulur.

Bu, tam Aya Panteleymon günü başlar. O gün, bizim 'muskal' ya da 'kriivats' adını verdiğimiz Moskof rüzgârı, alabildiğine uzayan mesafeleri buzlu nefesiyle yalar, ama toprak, henüz bir fırın gibi yanmakta olduğundan, burada Muskal'ın burnu kırılır biraz. Gene de, birkaç günden beri düşünceli bir hal almış olan leylek, sırtını sertçe okşayan rüzgâra kızıl gözlerini Çaldırır, hemencecik daha insaflı iklimlere doğru havalanır, çünkü o, Moskofluyu hiç sevmez." 2)

"Düş, düşünce, kuruntu ve boş karın, işte Baragan'da doğanın ağırbaşlı eden bunlardır. O sonsuz Baragan ki suyu erişilmez derinliklerinde saklar ve üstünde hiçbir şey yetişmez, hiçbir şey, dikenden başka." (s. 7)

"Ne dikenlerimiz vardı artık ne de sırıklarımız, hepsi yanıp gitmişti. Krivast'ın durmadan etrafımızda yuvarladığı başka dikenler peşinde koşmaya hevesimiz de kalmamıştı." (s. 80)

Düşkündüm bu tür okumalara. Yazıda hayatı, hayatta yazıyı görme serüvenimin ilk yolculuklarıydı bunlar.

Baragan'dan, Istrati'nin Akdeniz'inden, bir yanının Arnavut, diğer yanının Boşnak olabileceğinden söz ederken hatırlamıştım:

Istrati okumalarıma kaptırmıştım kendimi. Sabahları kuşluk vakti uyanırdım. Artık okullar kapanmıştır. Alırdım önüme dört tekerlekli arabamı; terazimi, gazete kâğıdından yaptığım kese torbalarını, para önlüğümü, okuma kitaplarımı, defterimi... sebze-meyve halinin yolunu tutardım.

İnsanlar uykularından yeni uyanmış olurlardı. Hal'de ilk sırayı kapar, Kabzımal Refik'ten iki kasa çavuş üzümü, bir kasa domates alır, fırının yolunu tutardım. Oradan da otuz ekmek, yanındaki peynirciden üç kilo beyaz peynir alır yönümü Et Kombinası'na çevirirdim.

Dağ'dan kesime indirilen celepler günlerdir kombinanın, mezbahanın ağıllarında sıra beklerlerdi. Çoğunlukla da Kürt çobanlar olurdu celeplerin ve sürülerin başında.

Arabamla ağıllar arasında gezinir satış yapardım onlara. Bazılarının tütün, çay, sigara, şeker siparişlerini de alır; ertesi gün getirirdim. Bunun karşılığında Kürtçe öğretirlerdi bana.

Onlarla konuşmayı severdim, onlar da benim kitap okumamı severlerdi. Yüküm hafifleyip arabamı bir duldaya çeker, kendimi okumalara verirdim.

Bir yaz boyu, Istrati'yi çobanların, hayvan sürülerinin, kan sidik dışkı kokularının arasında okumuştum.

Istrati, elimden tutup; ıssız, yeni, ışıltılı, kederlerle sevinçlerin sarmaştığı bir dünyaya çıkarmıştı beni. Karşımdaki hayatlara başka gözle bakar olmuştum. Tıpkı şu an senin yaptığın gibi. Aramızdaki mermer masanın akdamarlarına bakarken, gözlerim gözlerine kavuşuyordu bir an'da.
Yüzün, Eflâk-Boğdan'daki çakırdikenlerinin çiçeğe durma zamanı şimdi bana...

4./ Dilevi

Ne çok dil var aramızda. Anlatırken sen toplumsal belleğin dokunduğu yerleri, kimliğin ve aidiyetin var olduğu iklimleri düşündüm. Rea Galanaki'nin İsmail Ferik Paşa'nın Hayatı romanından konuşmuştuk. Yurt ve aidiyetin nere olduğu, bellekte yaşayana ne kadar aitiz, ben ve öteki duygusunun anlamı... gelip bulmuştu bizi...

Bana bir "dilevi" kurmayı öğütleyen Montaigne'den, hayatın akışını değiştirerek yeni bir "dil örgüsü"nde anlatmayı gösteren Italo Calvino'dan söz etmiştim sana.

Babanı neden Bordeaux'ya götürmek istediğini anlatmıştın. Edirne'de, kendi bağını kurup kendi şarabını ürettiğini; ama daha iyisini yapabilmek için başka yerlerdekileri de görmek istediğini söylemiştin.

Orada yaşayan dostumu anarken, Bordeaux'nun bağlarından, şaraplarından, Fransızlar'ın soğukluğundan konuşmuştuk.

Anlatmıştım sana, "Gölgesi Kalemimin Ucunda"yı nasıl yazmaya yöneldiğimi; kalkıp Bordeaux'ya dostumu görmeye giderken, bir derdimin de, bana elveren "Montaigne Usta"nın yaşadığı yeri/mekânı görmek olduğunu...

Beni esinleyici sözün ötesine geçiren, insana ve hayata bilincin/ bilginin barınaklarından bakmanın yordamını gösteren Montaigne'i anmıştık seninle.
Söylememiştim, gelirken sana, ondan okuduğum "Her Şeyin Bir Mevsimi Var" denemesinin hatırlattıklarını.

Biliyorum, mevsimsiz bir yerde gelip bulmuştu beni gözlerin. Sınırda durmalıydım. Öyle demeye getiriyordu Montaigne de, Latince bir alıntıyla:

"Imponit finem sapiens et rebus honestis."

(Akıllı insan, iyi şeylere bile sınır koyar.)

Sınır mı koymalıydık, yoksa bir kıyı mı yaratmalıydık...

Arada bir özleyeceği, gidip sığınabileceği, kendini ait hissedebileceği bir yer... Evet, böyle bir yer miydi insanı gitmelere hazırlayan, yoksa varlığıyla tümlediği duygu ve düşüncelerinin rengiyle var olan bir kıyı mıydı belleğinde taşıyıp durduğu...

Sinemadan da konuşmuştuk seninle. Ama, daha yeni izlediğim "Yaşamın Kıyısında"ya sözü getirememiştik bir türlü.

Daha geçenlerde yazdığım bir denememde değinmiştim buna. Onu okumanı isterim şimdi:

5./ Kötücül Duygularla

"Her şeyin kötü olduğu yerde en kötüyü/ bilmek iyi olmalı."
F. H. Bradley

İlk Bakış
Savaşa dair yazar mısınız, dedi bir dostum. Hazırlanan bir seçkide savaş karşıtı yazıların yer almasını istiyorlardı.

Evetledim onu.

Sonra da durup düşündüm: savaşı yazmak...

Hangi savaşı yazmalıydım...

Gidip tanık olduklarımı mı, okuduklarımı mı, bana anlatılanları mı? Yoksa içte yaşanılanları mı yazmalıydım...

Örneğin; anne ile kızın çatışmasını... Bir savaş değil miydi bu da?

Gecenin bir vaktinde çıkan tartışma... Aşağılayıcı sözler... Restleşmeler. .. Ve bıçağın keskin ucuyla gelen ölüm... Kız, o an kendini de öldürüyordu.

Savaş biraz da bu değil mi, öldürürken ölmek. Kendisini terk eden kocasının hangi savaşta yenik düştüğünü göremeyen kadının yakasının öfkeye dönüşme hali...

Ne yanıyla bakarsak bakalım şiddeti içinde besleyen bir toplumun yaşadığı "gizli savaşlar"dır bunların her biri...

İzlerken
Ölümün kıyısına gelen iki yaşlı adamın son demlerini iyicil kılmak için çıktıkları yolculuklarda yapıp eyledikleri hiç de inandırıcı, içten gelemese de; oturup Şimdi ya da Asla filmini izledim.

Bu kötücül ortamda, küresel savaş çağında iyimser bir bakış edinmemize gereksinmemiz vardı çünkü!
Yarim gülüşler, gidilen yerler miydi görünen/ler yoksa birer fon muydu her biri... Yorumlarımız arasında bitmişti film.

Sonra, dönüp Kalpazanlar'ı izlemeye karar verdik kardeşimle. Hayatın daha sahici yüzü gerekti bize.

Adeta kasılıp gerilerek, uğunarak izledik. Acı acı üstüne... 'Hayatta daha başka biçimde kötülükler olabilir mi' diye de sorduk birbirimize.

Bu da, aşağılamanın, öldürürken ölmenin başka biçimiydi.

Başka Kıyılarda

Yetinmedim.

Sonraki güne kalmasını da istemedim, oturup bir başıma Fatih Akın'ın Yaşamın Kıyısında filmini izledim. Farklı hayatların buluşma noktalarını gözledim.

Üzerimize üzerimize gelen "kötücül"ün ne olduğuna baktım oradan.

Parçalanma, sürükleniş, savrulma, bastırılmış duygular, sıradanlık, sessizlik, avuntu, arzular, tepkisellik, kaygı, kuşku, isyan ve başkaldırı, kaçış ve korku, ötekileşme, bağlanma, merhamet ve masumiyet, ceza ve ölüm, savrulma... Kaçış ve korku... Bekleyiş, buluşma ve umut, yerine koyma, gidip kendine bir kıyı arama...

Doğrusu, Fatih Akın'ın filminde bunca izleği/konuyu iç içe bir arada işlendiğini görmek şaşırtmıştı beni!

Kötücül bir serüvendi anlatılan ve siz bir yerden hayata iyimser bakabilme yolculuğuna çıkabiliyordunuz.

Nietzsche'nin Ağusu
O ezinçlere kapılarımı açmışken, ıssız bir kıyıda bulmuştum kendimi. Hayatı örgüleyen bakışlardan uzak bir yerde; unutulmuşluğunu, acısını, kendi kendineliğin sığlığını ömre keder etmiş birinin yaşadığı yerden çıkıp giderken, dönmüştüm Nietzsche'yi anlatan bu filme... Doktor Josef Breuer ile Nietzsche'nin karşılaşması trajik bir yolculuğu başlatıyordu.

Hasta kimdi, doktor kim?

Her iki yaşamın kötücül akışına bakarken, hangi kıyı benim diye de sormadan edemiyordunuz.

Vazgeçişlerden kurtaramadığımız hayatlarımızın girdabında debelenme; bir anda albenili gelenin zamanla bir kavurucu arzu, ölümcül tutku olduğunu kavrama, sonra da duygulan sönümlendiren bir iç yolculuğunu seçme...

İki günün film izleme aralıklarında durup bakıyordum hayata; yaşadıklarımıza sevgili okurum.

Önümde duran kitabı yudum yudum okurken, Adorno'nun sözünü hatırlıyordum biranda: "Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz."

Savaşın tözü de bu muydu yoksa; dışta ve iç benliğimizde yaşadığımızdan söz ediyorum elbette...

6./ Calvino'nun Buluşturduğu

Soğumuştu hava...

Bahar çalgını bakışlarımı alamıyordum senden. Ellerini avuç-arımın içine alıp ısıtmak istemişim, üşümüştün. Dokunmuştum, parmak uçlarım narlı alev gibi yanmıştı sanki.

Küçüğüm, nasıl da kırılgan ve ürkektin. Ama kararlı ve güvenliydin de.

Sınırlardaydım, kıyı yaratmak :in çok erkendi veya çok geç...

Sınır...

Komşuluk demekti biraz da... Sınırülkelerde yaşamak gibi... Daha mı iyicil bu yoksa; bir kıyı yaratmak, çatışmayı mı getirir... Daha unu oluştururken kaybetme korusu da bir alev gibi sarmalamaz mı insanın içini?

Küçüğüm;

Senin yanında senleştim bir anda. Yorgun değilim, kırgınım biraz.
"Kadınlar yorar", "kadınlar sevilmek ister" gibisinden basmakalıp düşüncelerin uzağındayım.

Günlerdir, okuduğum bir kitabın, Meltem Arıkan'ın kavrayıcı bilinçle yazdığı Beden Biliyor'un sarsıntısında olduğumu söylersem... Sahi, konuşamadık bunu da seninle.

Bilincin gözeneklerini açarak sanrılı bir yolculuğa çıkarıyor insanı, Arıkan. İnsana ve bedene bakanın dilini/bilincini gösteriyordu.

Daha yenilerde bedeninin kurbanı olan "Pippa Baca"nın trajik sonu... Kadına doğru yürümeyi, onunla bir dünyanın nasıl kurulabileceğini bilemeyen bir toplumun yarası olarak çıkmıyor muydu karşımıza?

Senin "toplumsal bellek" dediğin şey de bunu barındırmıyor uydu içinde?

Benim sıklıkla Calvino'ya dönemde, hayatın farklı yanlarına yazının içinden geçerek bakarken, kendine "dilevi" kurma bilincinin hangi uğraklara kapı aralaması gerektiği düşüncesi yatmaktadır.

Calvino, gerçekle düşün sarmalını içkinleştirerek anlatır.

"Pippa Baca"nın barış yolculuğu, pekâlâ, onun kozmotik öykülerinden biri olabilirdi.

Bu çağın yanılsamasının başka türlü anlatılamayacağını biliyordu, Calvino.

Bugün, ne yazık ki, bizim yazarlarımız bundan çok uzak.

Dönünce hayata, gidince insana ne çok anlatacak gösterilecek, insanları uyaracak, onlara iyicil gelebilecek, belki de her birimizi duygu eğitiminden geçirecek ne çok şeyin olduğunu gözlüyorsunuz.

En tikel durumda bile çoğul olanı anlatmak mümkün.

Bakınca gözlerine, tutunca ellerini, dokununca duygularıma seninle gördüklerime doğru yürümeyi sevdiğimi anladım.

Belki Calvino'nun yapıtıyla yaptığım yolculuk da böyle bir şeydi: "Calvino Ruhum Benim" derken, ondan/yapıttan bana yansıyanları anlamaya, onunla zenginleşerek yol almanın yolculuğuna çıkıyor, yeni yerler, yeni zamanlar, yeni iklimler ve yeni diller öğreniyordum.

Tıpkı, şu an, gelip senin "dilevi"me katılman, "dilçağı"mda yer alman gibi.

7./ Amber Kokulu Çarşılarda

Küçüğüm;

Can ılgınında açan çiçek gibi karşımda durduğunu nasıl anlatmalı şimdi sana...

'Bakışlara sinen ne' diye sorma. Amber kokulu çarşılarda beni söz divanesi yapan düşü de anlatamam şimdi.

Belki de, dönüp, bizi can ırmağından geçirebilecek bir mesel okumalıyım sana:

Ateş ve Kav
Taşla demir, işe girişince ikisinden bir ateştir çıktı.
Anmakla yaşayan kav konuşmaya başladı. Ateş dile gelip bu kim ki dedi.
Kav, ey benim hemdem olan sevgili, yabancı değil. Bir aşinayım ben dedi.
Ateş, işim aydınlatmadır, sense karanlıksın. Seninle ne aşinalığım olacak deyince;
Kav derhal güzel bir cevap verdi. Dedi ki: karanlığım ama ateş yüzünden.
Beni sen yaktın, aydınlattın; şimdi de aşinalığım yok diyorsun.
Ben senin elinden yandım, beni sızlandırarak yakan sensin. Artık lütfet de yaktığına bir bak.
Ateş, kavın aczini anlayınca bütün âlem içinde onu seçti, onunla bağdaştı.
Sen de bu gamdan alevlendiysen gam yeme. Burada yanarsan orada yanmazsın.
Pişmiş kerpiç, yerden doğmuştur ama ateş tabiatlı kerpiçtir.
Pişmiş kerpiç, ateşe mensup olduğundan din ehlinin kabrine konması caiz değildir.
Şeriat, sana bu kadarcığını bile caiz görmezse asla ateşe atmak istemez seni.
Bir mum yeşilliğe nazar ederse hemencecik yaseminleri solduruverir.
Tanrı kapısının nazlı mumu da yaseminden bir ışığa benzer.
Meşakkat içinde yaşarız ama bizden daha nazik, bizden daha çaresiz kim ki?
Üstümüze bir gül yaprağı bile düşse bizden daha âciz bir kimse göremezsin, ona bile tahammülümüz yoktur." 3)


1) Parasız Yatılı, Füruzan, 1971, Bilgi Yay.
2) Baroğun' m Dilçenleri, Panait Istrati, Çev.: Yaşar Nabi Nayır, 1971, Varlık Yay.
3) İlahiname, Ferideddin-i Attar, Çev.: Ahdülbaki Gölpınarlı, MEB Yay.













* Varlık Dergisi
Ekim 2008






  
 Feridun Andaç

®  Öz Yapım oHG   © H@vuz Yayınları                                  © Ocak - Şubat 2009 ISSN 1864-0524