Elly
nicht da(Elly burada yok) dedi, üstü-başı, eli-yüzü
gibi içinin de darmadağınık olduğunu düşündüğüm adam. Ne sorarsam sorayım,
başka cevabı olmadığı anlaşılıyordu, yüzündeki öfkenin gezinişinden. Öfkesi,
Elly’i kıskandığından değil de o an yapmakta olduğu neyse ondan koparmış
olmamdandı sanki. Danke(teşekkür) deyip ayrıldım.
İçimde Elly’i bulamamanın ve bu adama bir daha
soramayacak olmanın öfkeye bulanmış burukluğunu taşıyordum.
Adamın kocaman kafasını ve upuzun gövdesini
saklayamayan avlu duvarının üzerinde Elly’nin sözünü ettiği seramikten melek
heykelcikleri vardı.
Ah! Elly, uzun uzun konuşabilirdik,
heykellerin, resimlerim ve sanat üzerine.
Lehhauzen Tramvay Durağında, en uzak banklarda
olmalarına rağmen, yarı duyulan küfürlü konuşmalarından, kaba ve erkeksi
hareketlerinden, Türk olduklarından hiç kuşku duymadığım birkaç yeni yetme kız,
elinde bastonu, üzerinde döpiyesi ve onu tamamlayan şapkasıyla, morun tonlarını
güzelleştirmiş, yaşlı bir Alman kadından başka kimsecikler yoktu. İsteksizce bindim
tramvaya. Durakların merkezi olan Königsplatz’da(kral meydanı) inecektim de ya
sonra?
Elly, içimin her yerini bir kaplıyor, bir yok
oluveriyor ve yerinde kocaman bir boşluk bırakarak içimi eziyordu.
Ah! Elly… Neden o abraş adamın yerine sen
çıkmadın? Orada değildin biliyorum ama nerdesin? Kartvizitine neden cep
telefonunu da yazmadın?
Tiyatro Durağındaydım, bir durak sonra
inecektim.
Ah Elly! Tramvaydan indiğimde seni görüversem…
Mum ışığı titremesince, ince dudaklarından savrulan gülüşünle gülüversen…
Ne yaparım ben şimdi?
Königsplatz’da gönülsüzce indim tramvaydan.
Karşıda, yolun hemen kıyısında Haydar Baba Dönercisi. Boş. Garsonlardan biri bir masayı siliyor
diğeri de dikiliyordu.
Haydar, iri yarı, kalın, gür bıyıklıydı.
Sağlıklı görünmesine karşın, bir ay içinde, erimiş kurumuş, göçüp gitmişti
yaşamdan. Kardeşi, hastalığını
bilemediler dese de herkes aidis
diyordu. İçim iyice karardı Haydar’ı anımsayınca. Bana saygılı davranırdı. Hala
resimlerimin arasındadır, karısı ve kardeşleri için yaptığım portresi.
İyice büyümüştü içimdeki sıkıntı. Hemen
yürüdüm ayaklarımın beni çektiği yöne.
Rathausplatz’da(belediye meydanı), hafta sonu
ve akşamüstü kalabalığı yoktu.
Güneşin değdiği bir Alman Kafesinin dışarıdaki
masalarında, orta yaşın üzerinde birkaç Alman, gazete okuyor, kahve içiyor,
süslü, bakımlı bir bayan da kahvaltı yapıyordu.
Bir kapuçine içsem mi diye geçirdim içimden.
Hemen yanımdaki tatlı inişten devam ettim yürümeye.
Üzeri brandalı, içinde ne olduğu belli olmayan
bir kamyon kasası gibiydi kafam. Ayaklarıma bakarak yürüyor, aşınmış Arnavut
taşlarını, aralarındaki boşluklara gömülmüş bira kapaklarını, yağmur sularını
kolayca toplayan özenli eğimleri görüyordum.
Augsburg Kültür Evi’nin önüne geldim. Yerli,
yabancı birkaç insan vardı. Masalara birer kişi olarak oturmuş, yalnız
insanlardı da kendilerinin dışında her şeye kapatmışlardı kendilerini,
kendimden biliyorum. Öylesine birkaç el ilanına baktım. Adını duymadığım grup
konserleri, yazar söyleşileri, o haftanın filmleri vb… Birkaç tanesini aldım ve
geri bıraktım.
Yolun ikiye bölündüğü yerde duraladım. Altstadt
dedikleri, şehrin ilk yerleşim yerine mi, evime mi gitsem?
Aynıydı… Nereye
gitsem, ne yapsam aynı…
Sekshop’un oradaydım. Jakober caddesindeki
caminin önündeydim desem de olur aslında. Giriş kapıları yan yana, yarım metre
kadar. Komik bulurdum bu durumu. Buradan geçerken, bir kaç kez, namaz
takkesiyle bizimkilerin, yanlış kapıdan, telaşla ve utançla çıktıklarını
görmüş, hadi, hadi demiştim içimden.
Kesintisiz seks filmi oynardı orada. Yine, ahhh,
uhhh sesleri duyuluyordu yavaştan. Birinde gitmiştim de kaskatı kesilmiştim.
Karanlık denebilecek kadar loş olduğu için,
arada parlayan filmin ışığıyla ancak görülebiliyordu koltukların boş ya da dolu
olduğu. Gözlerim ışığa alışınca yanımdaki boş koltuğun hemen yanında, genç
birinin belden aşağısının tamamen çıplak olduğunu görmüştüm göz ucuyla. Birkaç
kez bana baktı. Mund, schön, bitte, normal gibi sözcükleri anlamıştım. Oral seks ister misin diyordu.
İyice toparlandım ve kaskatı oturdum öylece.
Işığın girmesini engellemek için kullanılan
kalın, koyu, kadife perde aralandı. İçeriye üzerindeki çöpçü elbisesinin
fosforu parlayan, kısa boylu, Türk olduğundan emin olduğum birisi girdi. Altı
çıplak, hallo schatz(merhaba sevgilim)
diyerek ayağa kalktı. Sarıldılar. Çöpçü aramıza oturdu. El ele tutuştular.
Biraz film izledikten sonra kıpırdanmalar başladı. Bizim çöpçü pantolonunu
indirdi.
Filmdeki kadının, isterik bağırmalarına
rağmen, ağız şapırtılarının ve nefeslerinin hızlandığı duyuluyordu. Tuhaf,
böğürtümsü bir sesten sonra, nefesleri yavaşladı ve duyulmaz oldu.
Kibarca öpüştüler. Birbirlerine teşekkür
ettiler. Önce bizimki çıktı. Arkasından genç Alman, külotunu ve pantolonunu hiç
saklanmadan, rahatça giyindi ve çıktı.
İki kapının yanındaki bu kısacık duraklamada,
küçük karanlık sinemanın perdesinde izliyormuşçasına hatırlayıvermiştim bu
olayı.
Hangi kapıdan gireyim ikirciklenmesi, hem
ürkütmüş hem de güldürmüştü… Yürüdüm.
Schamata Kafe’nin önündeydim. Tilkinin ya da
katilin dönüp, dolaşıp geldiğince…
Muammer yalnızdı. Belindeydi siyah önlüğü.
Daracık, siyah bir tişört giymişti yine, yirmili yaşlarında geliştirdiği
kaslarını göstermek için.
Kaçmaz
hocam benden, yeter ki kafaya koymayayım diye başlar
mıydı korkusu duymuyordum da…
Başlayacak olursa çıkarım diye düşünürken
gördü beni.
Ooo,
hocaların hocası, neymişsin de bilmiyormuşuz diye
girdi söze selamdan önce. Merhaba Muammer
dedim ve dikildim öylece. Weitsen mı(buğday
birası), wein mı(şarap) dedi. Çay dedim. Olur mu hocam dercesine baktı
önce. Çayı da yeni demledim dedi ve
tezgâhın arkasına geçti.
Yüzünün, yılışık gevşemesinden, dudaklarının
alıştırma yaparcasına hareketlenmesinden belliydi, bir şeyler diyeceği de yüz
vermez görüntüm engelliyordu onu. Çayı Türkiye’den getirdiği cam bardakta
verdi. Bir yudum aldım. Tazeydi. İyi geldi. Sigara uzattı. Yak hocam, malın gibi davitof
dedi. Çakmağın da burada… Yaktım.
Ortamı oluşturmuştu, içindekini suratıma
kusmak ve bunun tadını çıkarmak için. Her zaman, belden aşağı üslupla
başlattığı konuşma, benim katılımsızlığımla kapanır ve kadınlar konusundaki
başarı öyküleri başlamadan biterdi Muammer’in.
Yiğit tarafları da vardı.
Birinde, Almanya’daki Türk Gençleri ve
Almanlarla ilişkileri konusu açılmıştı. Bu konudaki gözlemlerlimi ve
düşüncelerimi anlatırken, epeyce içtiğini sonradan öğrendiğim, biracı
Almanlardan biri, hast du problemme(problemlerin
mi var)? Demişti. Ben, olmadığını söyleyip, Alman’a teşekkür ederken Muammer, geh weg(defol) diyerek, Alman’ı yaka
paça dışarı atmıştı.
Problemlerin mi var sorusunun, kapa çeneni,
rahatsız ediyorsun anlamı içerdiğini bilmiyordum o zamana kadar.
Hocam,
ne yaptın akşam yav diye sorarak girdi çok istediği
muhabbete(!)
Karıyı
ayakta si derken,
yapacaktın şeklinde değiştirdi, bakışlarımdaki hoşnutsuzluğu görerek.
Sustu. Harika.
Ama
Allah için söyle, hatun ilahtı değil mi sayın hocam
diye tekrar başladı söze.
Dinlesem miydi? Hatta arada katılarak şu can
sıkıntısını öldürsem miydi?
İçimden gelmiyordu. Zerrece isteğim yoktu
konuşmaya.
Bu kez, kızgınlığımı açıkça belirtecek
şekilde, sertçe yerimden kalktım ve lavaboya gittim. Elimi, yüzümü yıkadım.
Aynaya sıçramış suları, bir bayram temizliğine girişmişçesine, bolca aldığım
kâğıt havluyla uzunca sildim.
Sildikçe, akşamki gencin, Hüseyin’di adı,
kanunla çaldığı, Sezen’in “Keskin Bıçak” şarkısı, kimin olduğunu bilmediğim
“Güz Gülleri”, Nilüfer’in söylediği, müziği Lorena Mc Kennit’a ait olan
“Caddelerde Rüzgâr” şarkıları, oyun, halay havaları doldurmaya başladı, aynanın
içindeki ve dışındaki boşlukları.
Tam şuraya yaslamıştım Elly’i. Şu kondom
otomatının oraya. Bir elimle başını tutmuştum otomata çarpmaması için. Bunu
fark etmişti Elly. Bir kavgada, kendisini arkalayan babasına, sevgiyle,
minnetle, hayranlıkla bakan, üzerine gri noktalar serpilmiş çini taşı gözleri,
altı-yedi yaşlarındaki bir kız çocuğunun gözlerine dönüşüvermişti. İçime
bakarmışçasına seğriyen gözleri, benden kopmuş, kendi dibine, uçsuz kuyulara
doğru inip gitmişti. Hafifçe titreyen göz kapakları, bir dip sarsıntının, bir
derin depremin habercisiydi. İnce, uzun, hafifçe kıvrık, büyülü bir masal
tarağına benzeyen kirpikleri, epeyce eski, trajik ve karışık bir anıyı tararcasına
yarım hareketler yapıyordu. Tam kapanırsa, bana açılan kapı bir daha hiç
açılmamacasına kapanacaktı. Bunun korkusunu, uzun parmaklı, bembeyaz, seramik toprağının
kendisine benzetmeye çalıştığı, pürüzlü sanatçı ellerini, omuzlarıma yakın,
pazılarımı tutmakla dokunmak arası, sevimli bir köpeğin sahibine dokunurcasına
temasından seziyordum.
Buğulanan, ıslanmaya da başlamış bu çocuk
gözleri, iyice katılaşmış dünlerini, daha kolay eşelenebilmesi için
yumuşatıyordu.
Hâkim görevindeki iki tanrının karşısındaydık
ikimizde. Kendi dünlerimize, hilesiz tanıklık etmeye hazırdık.
Elleri, üzerimden doruk kürtününce(çığ) koptu
kopmak arasıydı.
Acının, an’la ve
anıyla çırpılıp eritildiği, bu ince hüzün, öyle güzeldi ki…
Uzamamalıydı. Kopup da gitmemeliydik
birbirimizden.
Bağrıma bastım O’nu. Kim çözebilirdi ki bunu
hangi duyguyla yaptığımı?
Babaydım, kocaydım, oğuldum. Sevgiliydim.
Hepsi miydim bunların?
Ama O, ne kızımdı, ne anamdı, ne karımdı, ne
de aşığımdı.
Şefkattim de ben, O’nu acı yaylımından
koruyordum yalnızca.
Nefessiz kalmış bir kuş gibi çırpındı. Lass, dedi, bırak… Ağlamaya başlarsam susturamazsın. Fick mich! (…ik beni!)
Sessizliğin ortasında bir ses patlamış,
denizde bir dip depremi olmuş, sular göğe yükselmişti de biz o su dağının
altında kalmıştık.
Bozuk bir vcd
filmince, bir yığın görüntü, hem donuyor, hem deviniyor, hem karecikler halinde
anlamsız yığınlar oluşturuyordu.
Düğmemi
açıp fermuarımı indirdi ve külotuma sokuverdi elini. Yumuşacık olan erkekliğim,
bir bahçe hortumunun vanası açılmışçasına doluyor ve yanarak, kabararak
büyüyordu avucunda.
Değişen nefesi, yaralı ve öfkeli, bilinmedik
bir deniz canlısının denize karışan sesine benziyordu. Belime doğru eğiliyordu
ki yavaşça açılan kapı sırtımı yavaşça itti.
Elly, bir kedi kadar pratik, beni kendine
kilitledi. Bir Türk gibi öpüşüyordu. Bütün emme gücüyle yutmaya çalışıyordu alt
dudağımı.
Muammerin hanımıydı gelen. Esmerden daha
esmer, bizim oralarda kara kuru dedikleri tiplerden. İkinci hanım olmanın
ezikliğini atamamış, portresini yaptım diye bana özel sevgisi ve ilgisi
olduğunu, Muammer’siz zamanlarda söyleyen, illa onu anlatan bir şiir yazmamı
isteyen Nursel’di. Entschuldigung(özür
dilerim) deyişinden ve biraz da öfke kokan sesinden anladım O olduğunu.
Elly, hiç takmadı. Dönmemem için kafamı sağ
eliyle ensemden bastırırken, sol elinin beş parmağını da açarak, önemli değil
ya da beş dakika anlamına gelebilecek bir işaret yaptı.
Ne yapıyorum ben diye soramadım bile kendime.
Elly’nin ıslak dudakları, dudaklarını ıslatan
sıvı, ağzımın içinden başlayıp, bütün damarlarımı dolduruyor, beni
sıvılaştırıyor, her duyguya, Elly’nin bütün hücrelerine, sızabilecek kadar ve
birbirimize karışabilecek kadar eritiyordu. Lavabo kapısı yeniden açıldı ve
Nursel’in bana attığı omuz darbesiyle sendeledik ikimiz de.
Nursel hiçbir şey söylemeden ve bakmadan
tuvalete girdi.
Kapıyı açacak ya da kapıya vuracak sandığım
elini tutmaya çalışırken Elly, orta parmak işareti yaparak ve sesini hiç
alçaltmadan, yeni yetme bir kızın şen şakrak sevinci içinde, blöde kuh( aptal inek) diyerek, dışarı, salona çekti beni.
Nursel’in duymaması imkânsızdı.
Muammer’le sıkça tanık olduğum ve ortalığı
yatıştırmaya çalıştığım kavgalarından biliyordum çirkefliğini Nursel’in. Ağza
alınmayacak onca laf için özel bir dağarcığa mı sahipti, o an doğaçlama mı
üretiyordu bir türlü anlayamazdım.
Masamıza oturduk yeniden. Sütunun
karaltıladığı köşedeydik. Bizim bardaklar toplanmıştı da yarısı içilmiş bir
kırmızı şarap bardağı ve siyaha yakın kahverengi paketli davitof sigarası,
küçük bir nazarlık yapıştırılışmış çakmak vardı ki tanıdım. Nursel’indi.
Muammer, gözlerinden sinsi sevinçler
fırlatarak, masanız temizleniyor Hocam,
emrinizi söyleyin derken, Nursel uzanıp aldı bardağını, sigarasını ve
çakmağını.
Göz göze geldik. Sanki O’na binlerce hakaret
etmişim de O bu yenilgiyi kabul etmiş, tamam teslimim işte dercesine öfkesiz
ama çaresiz, kırgın bakışlar doldurmuştu gözlerine. İçimde adressiz bir yer,
jilet kesiğince acımıştı.
Elly’ye baktım. O da fark etmişti Nursel’in
bakışlarını. Yüzünde, kendinin ve Nursel’in kadınca karışımından oluşan bir
gölge vardı. Yaşanmışlıkları konturlayarak belirginleştiriyordu.
Elly, elini yüzüme uzatıp, üç parmağını
çenemin altına dokundurarak, haydi, şimdi
Türk olalım dedi. Kısa şaşkınlığımın arasında, moment diyerek Nursel’in kolunu tuttu öbür eliyle. Oldukça sevecen
bakışlarla ve zerafetle, Türkiş raki
verir misin dedi Nursel’e ve kalktı.
Kanuncu Hüseyin’e doğru bir iki adım attı. Siyah
ve uzun bluzunu hafif hafif sıyırarak, göbeğinin biraz üzerine, göbeğini açıkta
bırakacak şekilde, yan tarafına beceriklice düğümledi.
Was ist
das Usen(Hüseyin
bu nedir) diye göbeğine dokunarak sordu.
Hüseyin, şaşkınlığını yılışık gülüşüyle
bezeyerek, bauch(göbek) derken, göz
ucuyla da bana baktı. Hüseyin, onca soruya ve gösteriye rağmen anlamamıştı
Elly’nin isteğini. Muammer, hemen araya girip, oyun havası çalar mısın Hüseyin kardeş diyerek korudu onu. Hüseyin
önce ta… Deyip, ucuna okeyi ulayarak Didayda çalmaya başladı.
Elly, masaların arasında oynamaya başlamıştı
ki Muammer inanılmaz bir ustalıkla, hiç gürültü çıkarmadan, masaları ve
sandalyeleri kenarlara bir dakika içinde taşıyarak, ortada uygun bir alan
oluşturdu.
Hem dağıtıyor, hem topluyordu Elly kendini.
Bir balerin gibi parmaklarının üzerinde yürüyebiliyor, müziğin ritmini ezbere
biliyor ya da hangi notanın geleceğini önceden hatasız kestirebiliyordu.
Kalçalarını sağa sola atıyor, öne ve arkaya esnerken düzgün yuvarlaklar
oluşturuyordu. Göğüslerini titretiyor, sutyensizliği, kadın çıplaklığının
ötesine, gizine, özüne götürüyor, büyülüyordu. Bu olağandışı dansı, gözlerini
benden hiç ayırmadan yapıyordu.
Kanunun ve dansın dışında, herkes, her şey
donmuştu.
Nursel, elinde iki rakı bardağıyla donakalmış,
ince, esmer bir Meryem heykelini andırıyordu.
Elly, Hüseyin’e, müzisyenlerin anladığı işret
diliyle söylemiş olmalı ki aynı anda şak diye bitirdiler.
Neden sonra, çılgınca alkışladık.
Kalktım, sarıldık. Öyle sıktık ki birbirimizi,
nefesinin ritmiyle deviniyor, titreyen, seğriyen göğüslerini, ikimiz de
çıplakmışçasına, içimde iki canlı kıpırdıyormuşçasına hissediyordum. Soluğu
yatışana kadar, öylece, tek bir bedenmişçesine kaldık, boşluğun ortasında.
Elleri yavaşça indi. Ellerimi tuttu. Gözlerimi, gözleriyle büyünün içinden
sıyırarak topladı. Sol kolunu belime doladı. Diğer eli ve gövdesiyle, yere
bakarak, zarif bir şekilde selamladı herkesi.
Nursel’e baktı. Rakı bardaklarını elinden alıp
masamıza koydu. Kolunu kucaklarmış gibi omzuna atarak teşekkür etti.
Nursel, öyle safça ve çocukça sarıldı ki
Elly’e… O’na Türkçe olarak söylediği, birtanem,
canım, aşkım gibi sevgi
sözcüklerinden daha anlamlıydı.
Rakılarımızı koydu. Buz getirdi. Kendine de
bir rakı bardağı alırken Muammer’le bir şeyler konuştu. Sek denebilecek kadar koyu doldurduğu
bardağıyla masamıza, Elly’den izin isteyerek, yanıma oturdu.
Anadilinden daha iyi konuştuğu, -Almanya’da
doğup, büyümüştü Nursel- Almancasıyla, beni anlatmaya başladı Elly’e. Sık sık
beni çok sevdiğini söylüyordu. Sessizliğimi, aslında kadınlara pek bakmadığımı
anlatıyordu. Bir Yugoslav kadının sarhoş olup, Türk şeyi nasıl olur öğrenmek
istiyorum deyip, benimle yatma isteğini, nazikçe nasıl geri çevirdiğimi, çok
güzel resim yaptığımı, şiirlerimin resimlerimden de güzel olduğunu ama
Almancaya çeviremeyeceği kadar derin olduğunu, hiç ara vermeden anlatıyordu.
Ben, elimde bardağım, küçücük bir ara vermesini beklerken, güldü. Tamam, abi ya, düştü işte çenem, hoşgörsene
biraz diyerek bardağını aldı ve elinin dışını elimin dışına sürdü. Elly’e
de yaptı. Derin bir yudum aldıktan sonra açıkladı O’na, cam cama değil can
cananın iç anlamını. Böylece, Sivaslı Hasan Ağabey de gelip katılmıştı
muhabbetimize.
Muammer’e baktı. Zaten, bakışları sık sık
üzerimizdeydi Muammer’in. Kolunu yarı boyunlu attı omzuma Nursel. Boştaki sağ
eliyle avuçladı Elly’nin elini. Abi ya,
siz evlenin dedi damdan düşercesine…
Elly’i
sevdim ben, seni de zaten seviyorum. Evlenin ve hemen bir çocuk yapın. Sonra, aniden kesilen rüzgâr gibi duruldu. Yavaşça omzuma yaslanıp,
yanağımdan öptü. Bizim de olur çocuğumuz
değil mi abi derken, gözleri içinden dışına doğru ıslanıyordu. Yavaşça
kıpırdadı. Yavaşça doğruldu. Ayaklarına bakarak, lavabo tarafına yürüdü. O’na
doğru uzanan kocasının, omzuna dokunuşu tam da dokunmanın diliydi ama anlamları
henüz oturmamış sözcüklerden oluşuyordu. Lavabonun kapısından süzülürken,
omuzlarının tıkanmış boğuk titremelerini görmeseydim keşke…
Gute
Meansch(iyi insan) dedi Elly. Aber(ama)…
Kaç insanın romanı sığardı ki bu amanın içine?
Elly, bardağını aldı. Elinin tersiyle okşadı
elimin tersini. Kolumun içinden kolunu geçirerek, o bildik, bana zaman zaman
komik de gelen hareketi yaptı. Kaşla göz arasında öğretmişti Nursel.
Bu kısacık zamanda, iki göz beyazını kırmızıya
boyayıp boyayamayacağımı düşünürken, bir dikişte boşalttı bardağını
Nursel. Az önceki kız değildi sanki.
Kadın sözcüğü uymayacak kadar çocuktu daha. Muammer’in yanına, henüz nikâhsız,
kocasına ve hayata emanet bir çocuk…
Bir çocuğu olacak ve onu hayata ve Muammer’e
teslim edecek, böylece emanet yerini bulacaktı.
Deli dolu, şımarık ve çılgın bir genç kız
oluvermişti birden. Yarı haykırır bir sesle, çalsana lan, pezevengin damadı diyerek, şuh, tuhaf, ağlamaklı bir
kahkaha savurdu. Oyun havası çal Hüseyin
Abi. Oynayacağım ben. Muammer yönelecek oldu Nusel diyerek. Sarhoş bir dur işareti yaptı. Gözlerini Hüseyin’e
dikerek, avucunu, hani, nerde der gibi uzattı, gülümsedi.
Biraz bozulan Hüseyin, bu gülümsemeyle
gevşedi. Yanına koyduğu rakısından bir yudum aldı. Parmakları gözle izlenemeyecek
kadar hareketlenerek, çalmaya başladı.
Ortada dikilip duran Nursel, Elly’ye
gülümsedi. Başını, ellerinin arasından düşürerek, önüne eğdi. Elleri, şalvara
benzer kemeriyle, pembe tişörtünün eteği arasında gezindi. Vücuduna sımsıkı
oturmuş tişörtünün ucundan başlayarak, sigara ya da yaprak sararcasına
kıvırmaya başladı. Göğsüne kadar kıvrılan tişört, çocuk bileği kalınlığına
ulaştı. Tekrar, Elly’ye döndü Nursel aniden. Kıvrığı boğazına kadar çekince,
siyah sutyeni ve sutyeninden taşan buğday rengi, vücuduna göre iri ve dipdiri
göğüsleri fışkırdı.
Ağır ve ritmik hareketlerle, bir semazen gibi
başladı oynamaya. Gözleri kapandı Nursel’in ve bir striptizcinin ellerine
dönüştü elleri. Yuvarlak ve bir Afrikalı poposunu andıran kalçalarını okşuyor,
belini sıvazlıyor, memelerini olanca gücüyle sıkıyordu da bütün bunları sanki
uykusunda yapıyordu.
Muammer’in yüzündeki kızarıklık yerini
neredeyse çürük bir siyaha bırakıyordu. Aniden atmaca gibi sündü ve kolundan
yakaladığı Nurse’i, sürüklercesine lavaboya çekti.
Elly’de kalktı arkasından. O da girdi
lavaboya. Ben de gittim kapıya kadar.
Elly’nin dışarıdakilerin duymaması için
bastırmaya çalıştığı haykırışı, boğuk ve yırtıcıydı.
Haw ap!
Schwein du!(Bırak! Seni domuz.) Diyordu.
Koluna girdiği Nursel’le çıktılar. Nursel’i
yanıma oturtan Elly, yeniden girdi lavaboya. Nursel, tam açamadığı gözleriyle,
hiçbir şeyin farkında değilmiş gibiydi. Bitik bir gülümseme vardı yüzünde.
Eliyle boynunu yokladı. Boynu, kızarmıştı hafifçe.
Kolundan tuttuğu Muammer’le birlikte geri geldi
Elly.
Elini ıslattığı buzlu suyla yüzünü okşarken
Nursel’in, küçük kızının gönlünü almaya çalışan bir anne gibiydi. Okey, alles okey(tamam, her şey tamam)
diyordu şefkatle. Bir parça buz alıp boynundaki kızarıklıkların üzerinde
gezdirdi sonra.
Yüzü ve nefesi normalleşen Muammer’e, başımla
Nursel’i göstererek, bir sade kahve yap
istersen dediğimde, aksilik
çıkarmadı. Hemen geçti tezgâhın arkasındaki ocağın başına.
Kahvesini içen Nursel’in, saçlarını okşayan
Elly’nin parmakları, seramik meleklere son şeklini verir gibiydi.
Üst üste sıralanmış, hüzün çizgileriydi
kanunun telleri. Mırıldanarak da olsa eşlik etme isteği duyan yoktu. Herkes
andan kopup anılara, anıların özü olan acılara dönmüştü. Nursel, herkesin
içindeki kırık parçaları yerinden oynatmıştı. Bu acıtan kırıkları, sessizce,
belli etmeden yerlerine yerleştirmeye çalışıyordu herkes.
Kendine gelen Nursel, boşluğa boş boş bakarak, haydi oynayalım kız Elly Abla
deyivermişti Türkçe olarak.
Elly, bakışlarıyla, ne istiyor diye sordu. Seninle birlikte oynamak itiyor dedim.
El ele çıktılar ortaya. Hüseyin’in yavaştan
başlayıp, gittikçe hızlanan müziğiyle oynamaya başladılar. Arada bir
sarılıyorlar, sonra yeniden hızlanıyorlardı. El çırpıyorduk hepimiz.
Kâffenin ana kapısının çıngırağı duyuldu, onca
sesin arasından. İki polisti giren. Selamladılar. Öndeki polis, göz göze
geldiklerinde, saygılı bir şekilde ayrıca selamladı Elly’yi. İyi eğlenceler
dileyip çıktılar. Bu ziyaret, saat onikiye geliyor, müziğiniz ve sesleriniz
çevreyi rahatsız etmemeli anlamına geliyordu.
Herkes, birbirleriyle kısık sesle sohbete
dalmıştı ki Muammer, tepsi dolusu Türk kahvesiyle ortaya geldi ve kahveler kâffeden diyerek dağıtmaya
başladı.
Kahvelerimizi içtik. Kalkma, dağılma
zamanıydı.
Ayrı ayrı gidecek olanlar, birbirlerine uzunca
sarılarak, güzellikler ve tekrar görüşmek dileğinde bulundular.
Biz de vedalaştık Elly’iyle.
Muammer, hesabı her zaman bir dahaki gelişimde
alırdı benden. Çıktık.
Birkaç adım attıktan sonra durduk ikimiz de.
Tuttum elini Elly’nin.
Gecenin serinliği, açılmış duygularımızın,
duygusallıklarımızın üzerini, bir yorgan gibi örtmüştü. Gökyüzünden kocaman bir
sus inmişti. Biz, o susun içinde kalmıştık. Konuşmanın ve ne yapmamız
gerektiğinin yollarını kaybetmiştik.
Elimi bırakarak, belime sarıldı Elly. Ben de
omzuna attım kolumu. Yönsüz, amaçsız ya da bilmediğimiz bir amaçla yürüyorduk.
Sevilmek istiyordum
Elly’le. Sevişmek ki terlemek…
Terleyerek, bedenimdeki bütün kadın izlerini,
kalıntılarını, yaralarını, yaraların içindeki yara besleyen acılarını, döküp,
temizlenmek ve al işte bu çırılçıplak benim diyebilmek istiyordum.
Öyle inceydi ki çevremizi sırlayan bu susun
kabuğu… Minicik bir temasla delinecek ve içinde iki boşluk olan biz, akıp
gidecektik bu sonsuzluk boşluğuna… Ve elini bir kaçırırsam tutamayacaktım bir
daha.
Derin bir nefesle, derince bastırdım O’nu
kendime. Başını iyice düşürdü omzuma, ben de O’nun başına yasladım başımı. İki
kişiden oluşmuş, tek insan görüntüsü verdiğimizi düşündüm.
Öylece yürüyorduk. İkimiz de kendi içimizle
konuşuyorduk. Bence, bunu sezebiliyor insan.
Jakobetor’dan girmiş, Leh Nehri’nin kolu olan,
akmıyormuş gibi görünse de dipten hızla akan, evimin önündeki, balıklarımın ve
ördeklerimin mekânı, derenin üzerindeki şık köprüden geçmiş, Mozart Evi’nin
önüne gelmiştik. Eve, öylesine bir baktık ikimizde. Mozart’la ilgili bir
konuşmayı başlatmama dileğiyle yürüdük.
Önümüzdeydi Kahnfart Gölü. Kayıkları,
nilüferleri ve olanca görkemiyle, kimseciklerin kalmadığı sessiz, gece
güzelliği önümüzdeydi.
Elly, devinimiyle beni, birkaç metre önümüzde
bulunan, hilal biçiminde budanmış çit bitkilerine doğru yöneltti. Yan yan
geçtik, giriş için yapılmış aralıktan. Tam ortaya gizlenmiş bankı gördük.
Sadece gölün göründüğü kuytu bir yerdi. Oturduk…
Gölün kokusunu ve havanın serinliğini soluduk.
Kâffeden çıktığımızdan beri susuyorduk.
Boşta olan elimle gömleğimin cebini yokladım.
Sigaram da çakmağım da yoktu.
Çantasından gözlük kabını çıkarıp uzattı bana.
Biraz aramadan sonra bir çakmak çıkardı çantasından. Uzattı. Gözlük kabını aldı
benden. Gözlüklerini temizlediği rulo halindeki bezi özenle açtı. Kalınca
sarılmış sigarayı aldı, incecik dudaklarının arasına. Parmağıyla göstererek
yakmamı istedi.
İç çekercesine derin bir nefes çekti. Yoğun
bir duman yayıldı nefesini bana doğru verirken. Derince bir nefes daha çekip,
içinde tutarken bana uzattı sigarayı. Arzuyla çektim içime. Sigara dumanına
benzemiyordu. Değdiği yeri yalayarak serinlikler bırakan, önüne çıkanı süpürüp
götüren yağımsı bir şeydi. İnanılmaz bir ferahlık doldurmuştu içime. Arka arkaya
çektim. O’na uzatırken deprem oluyormuş gibi devindi sanki bank, Kahnfart,
hatta ağaçlar. Değişerek soluyorduk bu tuhaf sigarayı.
Altımızdaki her şey uçuyor, biz de bu uçuşa
teslim olmuş uçuyorduk. Derin bir nefes daha çekti Elly. Özenle, basıp söndürdü.
Geri gözlük kabına koydu, neredeyse dudaklarımızı yakacak kadar azalmış
izmariti.
Boynumdan asılarak, kendine çektiğinde gözleri
kapalıydı. Kapalı dudaklarıyla araladı dudaklarımı ve ağız dolusu duman bıraktı
ağzıma. Öylece tuttum içimde, dudaklarının dokunuşunu ve dumanı.
Dizime dokunan elini, avucunda bir şey varmış
da dökülecekmiş gibi bacağımın iç tarafından kaydırarak yukarı doğru
çıkarıyordu.
Yavaşça kabarıyordum ve pantolonumun bu
kabarmayı baskıladığını hissediyordum. O, ince uzun parmaklarını, iyice açarak,
elinin ayasıyla bastırdı, bekledi, gevşetti, tekrar bastırdı sanki ağır bir
şarkıya ritim tutuyordu. Pantolonum arada yokmuşçasına hissedebiliyordum elinin
ve parmaklarının, kabaran sertliğime şekil verişini.
Dünya, ben, Elly, bir dönme dolaptaydık da
sertliğime tutunmuştuk.
Kapalı gözlerimle ondan yana uzattım
dudaklarımı. Her yan, her yön O’ydu zaten.
Sabahın ayazında, kış yalnızlığımın soğuk
balkon demirine dokundurduğum sıcak dudaklarımda duyduğum gibi ince, narin
dudaklarının serinliğini ve dudaklarımın Elly’ninkilere yapıştığını hissettim. Çekmeye
kalksam dudaklarımın yarısı onun dudaklarında kalacak ve kızılyaralar olacaktı.
Dudaklarının birleşim yerine, dişlerine,
avurtlarının en diplerine kadar bıraktım, dilimin ıslaklığını ve sıcaklığını.
Henüz, gonca, pembe bahar gülü duygusu veren
dili, ıslaklığıyla, yavaş yavaş, gire çıka doldu ağzıma. Yeni tanışıyor olan
dillerimiz, bütün dilleri inkâr edip, sarmaş dolaş, alt alta, üst üste, uç uca,
yan yana oynaşarak, o tanımı olanaksız ıslaklıklarını ve tatlarını, kaygısız,
kuralsız ve sınırsız sundular birbirlerine.
Göğsümü ısıtarak delmeye uğraşan göğüslerine
acelesiz inen ellerim, baskıdan yeni çıkan kitaplarıma dokunur gibiydi.
Dilfabe’ydi biri, diğeri ise Halfabe…
İlk dizelerinin harfleri toplanarak
birbirlerine karışmaya, seğirmeye, kabarmaya, irermeye başlayarak, kapaklarının
orta üst merkezinde, kabartma birer noktaya dönüşmeye başladılar.
Bluzunun altına giriveren elim, o gece serini,
satensi teninin mentol ferahlığını emerek, çamaşırsızlığın dilini çözüyor, bir
kitabı okurken, yüz yüze, göz göze konuşuyordu kahramanıyla. Bu dil,
anadilimdeki hiç duymadığım, o an keşfedilen, o an yazılan, o an okunan ve
okunduktan sonra, çok uzaklara, köyüme, köyümün dağlarına gömdüğüm ve kendimin
de bulamayacağı kelimelerden oluşuyordu.
Kelimeler, ben dönünceye kadar, zeytin yeşili
otlara, devetüyü püsküllere, gökbaşlara, sakaryoncalara, çiğdemlere, öksüzoğlan
çiçeklerine, pıtırcıklara dönüşecek, kimse bilmeyecekti benim ektiğimi. Belki
anam…
Yabani Amasra böğürtleniydi, dudağıma, dilime
dokunan. Terk ettiğim çocukluğumu, gölgesine bıraktığım, yediveren duta
dönüşmeye çalışıyordu da kafamı göğüslerinin arasına gömerek, o pencerelerden
herhangi bir ışığın sızmasını engelliyordum.
Dilimin kıvrak titreşimi koca gövdesini
titretiyordu Elly’nin. Mor siyahı böğürtlen taneciklerine, içinden gizli
nefesler üfleniyormuşçasına, yırtılarak açılıyor, iri, mor üzümlere, daha
sonra, belki de sadece benim bildiğim, Toroslar’ın mor üzümeriklerine
dönüşüyordu.
Arkasına istemsiz düşen başı, bir hilal
yuvarlağına dönüştürmüştü boynunu.
Dilimde ürettiğim hilal rengine, ara pembeler
karıştırarak, yine dilimle boyadım bu eşsiz ve benzersiz tuvali. Çözdüm, yok
ettim, boynu ve yüzünün arasındaki kontur çizgilerini. Dudaklarımın ve dilimin
arasındaki kulak memesi, Elly’nin sarsıntı ve inilti merkeziydi sanki. Arada, ja(evet) ve adıma benzeyen iki
sözcükten başka, anlamını hissettiğim ama bilmediğim sesler de çıkarıyordu.
Uyumuş bebeğini, beşiğine uyandırmama özeniyle
yatırmaya çalışan bir annece, bir eliyle başımı tutarak, öbür eliyle omzuma
hafifçe bastırarak, uzattı beni banka. Almanya’da az rastlanan yıldızlı göğün
altına.
Sonsuzluk, yıldızlar ve Elly, bir aşk ve haz
yorganıydılar. Hiçbir yerimi açıkta bırakmayarak sarmışlar, örtmüşler,
gömmüşlerdi beni içlerine. Her şeyimle teslim olduğum bir güvenin kuytusuydu.
Elleri omuzlarımda, gözlerime baktı. İki mavi ışığa bölünerek, gözlerimden
içime aktı Elly.
Bütün mavi ışıkları tükenince, sertliğime
oturarak, ellerini kalbine bağlayıp, bir heykeli yalnızca duygularıyla ortaya
çıkarırcasına, açmaya başladı gömleğinin düğmelerini.
Bütün dillerde ve dinlerde bir duanın
ortasındaydı Elly. Canı uçup gidecek de gövdesi kalacaktı üzerimde. Çok
uzaklarda, yıldızların da uzağından, sesi ışığa dönüşmüş anam, “yer, gök dua
yavrum” diyordu. Kapattım gözlerimi.
Elly, önce ellerini, sonra olanca kendini
içime sokmuş, içimden dışıma çalışıyor, dişiyle, tırnağıyla, diliyle kazıyor,
süpürüyor, siliyordu acıları ve izleri.
Yaratmak, bu olmalıydı. İçindeki fazlalıkları
atılarak, azaltılmalıydı yapıt.
İçleri temizdi muhakkak, İsa, Meryem, Afrodit,
Venüs ve Magdenalı’nın ki sadece dışlarının fazlalıklarıydı azaltılan.
Acı doluydu içim. Bir koca boşluğun diğer
boşluğa duyduğu hasretle yoğuşmuş acı. Kanayamayan ama sızlayan bere… Kaç renge
dönüşmüşse kandan başlayan, yedirmişti her keresinde yüreğime. Kir miydi?
Acı, kiri miydi insanın?
Yüreğime oturmuş bütün kadınlardan ne
kalmışsa, hepsini dışıma atıyor, siliyor, ovuyordu Elly. Eşyasız, badanasız,
sıvasız bir eve, evden de bahçeye, kendime götürüyordu beni.
Sol bacağını, göl tarafına uzattı Elly. Sol
eli, sıyrılmış eteğinin altına girdi ve duştan kalma bir damlayı silercesine,
çekiverdi ayıbının perdesini. Dizlerinin üzerinde dikildiğinde, hükmeden,
teslim almış bir tanrıçaydı. İki beyaz güvercin olan elleri, önce bluzunu
kıvırıp, yakasına soktu. Pörtlemiş nar başlarıyla, ince, narin gövdesinden
fışkıran memeleri, çıldırtmanın sınırını zorluyordu.
Eteğini, oyuncak doluymuş gibi çocukça tuttu.
Dizlerinin üzerinde yüzüme doğru kayarken, içinde çoğalttığı, bulutsuz, koyu
yağmurdan damlattı karnıma. Göğsümden, gökyüzüne sünerken, sıyırarak geçti,
kırlangıç sulanmasınca, ıslağı ve ıslağının pınarı. Birkaç kez yaptı bunu.
Bütün damarlarım, azgın nehirlere dönüşmüş, yatıştırılamayan çağlamasıyla,
savakları kapalı bir baraja dönen gövdemi, parçaladı, parçalayacaktı.
Ağzıma oturdu Elly. Bir yaşamdan, başka bir
yaşama geçilen, yeni bir doğumun tüneliydi ıslaklığı ve ıslak olanı.
Susuzluktan yanmış bir doru atın, başını suvata gömerek, sulanmasınca, gömdüm
başımı, ulu sırlarla dolu, tanrı vadisine.
Henüz keşfedilmemiş işaretlerden oluşan
harfler, el değmemiş, tel değmemiş notalar, saflığın ve masumluğun beyazından
dökülen renkler sunarak, hem var ederek, hem yok ederek, gönendiriyordu Elly…
Belinin çıplak inceliğine uzattım ellerimi.
Parmaklarım, kavuşacaklarmış gibi geldi bana. O noktada, aşağı ve yukarı
kavramları kayboluyordu, bilinçle birlikte.
Kalçalarının, gittikçe kabaran tazeliğine
yöneldi ellerim. Aynı anda, hem kara, hem kora dokunuyordum. Dünyayı, yoğurmuş,
kıvamına getirmiştim de şekillendiriyordum, parmak izlerimi bırakmadan.
Ellerim, en içimden başlayan dalgalanmaların şekillendirdiği, titremeler,
seğirmeler nöbetindeydi. Ahenkle oynattım elimdeki dünyayı yerinden.
Dudaklarımı, burnumu, soluyan bir heykeli
sırlarmışçasına ıslatmıştı, kadınca sıvısıyla. Ağzımda, kadının ötesinde bir
düş, sınırını kendi belirleyen, kurgusunu eyvallahsız üreten, bir hayalin
içinde, eriyerek ve çoğalarak kanıma karışan bir tat… Ve kokular kokusunu
serpen bir iksir, bir büyüydü hissettiğim.
Kalbim, kendi büyüklüğünde, yusyuvarlak bir
dünya olmuş, kestiremediği ve egemen olamadığı hızına kapılmış, fırladı,
fırlayacaktı yerinden. Yıldızlar, gece rengi sonsuzluk, sonsuzluğun içindeki
melekler, şeytanlar, hatta sonsuzluğun kendisi olan tanrı, kalbimin bu iç
devinimine bağlıydı da duruverse ya da fırlayıverse, savrulup gideceklerdi
bilinmezlere… Ya da ceviz büyüklüğündeki Karadeniz dolusunca, kalbimi merkez
nokta bilip, döküleceklerdi de her şey bu kürtünün altında kalacaktı. Durma
kalbim…
Dilimin, onca bilgeliğine, parmaklarımın,
suluboya resim kâğıtlarının markalarına kadar ayırt edebilen duyarlılığı da
eklenmişti.
Dilim, okuyabiliyordu Elly’nin içine açılan, o
özel ve gizemli kapısındaki bütün harfleri, işaretleri ve onların her
zerresini. Dil yordamı keşfettiğim, bebek pipisine dokunarak, durarak,
etrafında, sürtüne sürtüne dolanarak, yaprakları yağmur dolu bir dut fidanını
sallarcasına sallayarak, kabartıp, büyütüyor ve onca yağmuru döktürüyordum
ağzıma. Kanıma, hücreme, tenime, saçlarımın en ucuna kadar yayılıyordu büyü.
Olgunluğundan, tadından, yarılmış şaklarını
ayrı ayrı yaladığım, hafifçe dişlediğim, öte dünyaların tüysüz şeftalisi, beni
eritip, çekirdeğine gömmek istiyordu, Eva’nın(Havva’nın) elmasına inat.
Yağlıboya çalışır gibiydi dilim Elly’nin
tuvalinde de en uzak, ufuk çizgisinden değil, bir dairenin çevre çizgisinden başlayarak,
merkez noktasına yürüyordu bütün sanatsal, bilindik değerlere aykırı olarak.
Sık sık gerilere çekilerek, bacaklarının yumuşaklığına lezzet emziriyordum.
Vadinin doruklarından, yamaçlarından, dibine
yavaşça inmek için direnç gerekir. Döke, saça, hep yarım, hep eksik kaldığım,
çocukluğumu bıraktığım köyümden biliyorum.
Bu direnç, vadilerin doruklarındaki kayaların
uçurumundan derine, en derine bakmayı, bakıp da kocaman ceviz ağaçlarının,
söğüt ağaçlarının, kavak ağaçlarının dibindeyken, vadiyle yarışıyor
görünmelerine rağmen bir çalı gibi kaldıklarının, bir şeyin sadece
kıpırtısından, sincap ve oynadığının ceviz olup olmadığını, sezgiyle, hayal
gözlerle fark etmeyi becerebilmenin öyküsüdür.
Bu direnç, uçurumların ucunda, coşkunun
kucağındayken, önünde süzülüp giden uçurumun değil, sağında, solunda ve
arkanda, sinsice gezinip duran korkuyu alt etmenin öyküsüdür.
Bu direnç, daha kırılamayacak kadar taze
kalbini, bumburuşuk, yara, bere içinde bıraktıklarında, içindeki yaşama
direncini son zerresine kadar sıyırdıklarında, o çok sevdiğin kartalların
yuvalarının bulunduğu yerden, kollarını kartallarca açarak, boşluğa, vadinin
dibine bırakıverme arzusunun kırılarak, kendini çaresizliğe sarıp, çocuk,
çocuk, salya, sümük ağlamanın öyküsüdür.
Bu direnç, büyüdüğünü bildiğin halde, seni
fark etmeyen yoksulluk ve yokluk telaşının, kocaman yalnızlık boşluğunun
sisleri arasında, parça parça dökülüp, saçılmanın ve geriye döndüğünde
parçalarını asla bulamamanın öyküsüdür.
Bu direnç, gölgeni tepe-takla gösteren
yamaçtan, kolların açık son sürat koşarak, yüzüstü düşmenin, yüzündeki ve
dizlerindeki sıyrıklardan sızan kırmızılarla oynamanın, onları, yumuşak, yeşil otlarla,
yapraklarla silerek, bir renk dili oyunu oynamanın öyküsüdür. Çocukluğum git
başımdan.
Koptuğumu hisseden Elly, ağzımı, ağzına
doldurarak öptü beni. Gecenin alacasında, ılık gözleriyle, ılık, ılık baktı
bana. Saçlarımı düzeltir gibi yumuşacık okşadı. Göğüslerini, sırayla gömdü
ağzıma. Göğüs uçlarıyla, ezbersiz şiirler yazdı yüzüme.
Dip akıntıları, kımıldadı yeniden içimizdeki
okyanusların. Karnımı ve göğsümü, cilalarcasına sürtünerek, ağzıma geldi
yeniden. Her yanım ıslak…
Vadisinin iki yamacı, büyülü, ay şeklinde bir
kitap gibi kapanmış, hilale benzer bir elife dönmüşken, tekrar yarılıp, ıslak
harflerle, şiirler boşaltıyordu ağzıma.
Dilimle topladım bu harfleri, yutarak, kendi
şiirlerimi kurdum haz ülkelerinde.
Bir düş kelebeğinin, ortasına küçük parmağını
koyarak, ibrişimden ördüğü, yumuşak, ılık ve ıslak perdesiydi dilimin
seviştiği. Dilimi, doğmaya çalışan bebek başı gibi ittikçe, perdesi içine doğru
esniyor, nefesi değişiyor ve yıllar yönünde devingenleşiyordu.
Başını geriye atan Elly, yıldızların da
ötesindeydi. Tanrıyla konuşuyordu.
Bacaklarının arasından, sağ elini uzatıp,
içimden dışıma hücum eden onca coşkuyla şişmiş ve kaskatı olmuş sertliğimi, bir
kadife çiçeğini tutar gibi tutuyor, bir yandan avucunun içindekileri okutuyor,
çevresini sıvazlıyordu.
Büyümüş hissettiğim yumurtalarımdan kaydırarak
getirdi elini, sertliğimi gökyüzünün en dik noktasını belirlemiş gibi tuttu ve
sadece sıktı. Bekledi. Kalbimden çıkan ve avucunun her yerine aynı şiddetle
çarpan sesleri hissediyordum sertliğimin titreşiminden. Bu, coşkunun, hazzın,
kaynayan magmanın, sevi ve dokunmanın diliydi, diller üstü.
Elly, öylece bekleyişiyle, sonsuzluğa saldığı
bütün sevinçlerini, içinden sızarak kaybolmuş ruhunun ele gelmez parçalarını,
benim gibi döküp saçtığı kendini, dualarla çağıran, içinde bayatlamış, şişmiş,
çürümüş ne varsa boşaltmaya, silip, süpürmeye niyetlenen bir büyücüye
benziyordu.
Nefesi durdu Elly’nin.
Dünyaya benzer bir gezegendi de beni eksen
yapıp, mevsimlerin hiçbir güzelliğinin eksik olmaması, belki de daha çok
mevsimin ya da sadece ilkbaharın, bu gecenin mevsiminin sonsuza kadar aksamadan
yaşayabilmesi için özenli bir şekilde sertliğimin eğimini ayarladı.
Hafifçe dokundu eliyle sabitlediği sivrime,
öper gibi.
Kıyametin kopup, yerine renklerden, sulardan,
ışıklardan oluşacak, yepyeni bir dünyanın doğuşuna hazır olan ben, ıslağının
ıslağımla, sıcağının sıcağımla, kayganlığının kayganlığımla karışıp,
birbirimize sızmamızı izledim, kendi ölümünü izleyen mutlu bir ruh gibi.
Dizlerini, hafifçe yanlara kaydırarak, yavaşça
üzerime eğildi. Gözlerinden, gözlerime kısacık ışıklar akıttı.
Tamam,
işte o an dercesine, küçük bir dokunuş
öpücüğü sürdü dudaklarıma. Ve kapattı
gözlerini. Derin bir mutluluk uykusuna gömülmek
için kapandı gözlerim.
Beni hafifçe bastırırken, gökyüzü, teni olan
bir denize dönüşmüş, içine doğru esniyordu. Sirilanka dağlarında duyduğum,
yaban kuşunun kısık çığlığına karıştı Elly’nin kısacık çığlığı. Deniz, lavdan
sularıyla içine doğru çekiyor, üstüme çullanarak yutuyordu beni. Kendini
bıraktığı boşluğun en ucunda, bütün ağırlığıyla Elly ve denizdi her yer. Bir
damlaydım da ona karışarak uçsuz bir deniz olmuştum. Öylece durdu Elly…
Patlayan volkanımla sarsıldık ikimizde.
İçinden akan sıcaklığın, bacaklarımın arasından kayarken, yavaşça serinlediğini
ve kalçalarımı ıslattığını duyuyordum.
Gecenin gümüşe dönmüş serinliğinde, apayrı
sarıldı bana Elly. Bir gidiş acısıydı gövdesi ve saçlarımı okşayan elleriyle
sürdüğü…
Git! Artık
uyumalısın derken bana, telefonunu çıkarmıştı. Adımı,
konuşmayı yeni öğrenen bir bebek paytaklığıyla söylerken, beni giderken görmemelisin tamam mı diyordu.
Evime doğru yöneldiğimde, ich bin keine
jungfrau mehr, cümlesini duymuş ve “artık ben genç bir kadın değilim”
şeklinde çevirmiştim dilime oracıkta. Sözlükte, jungfrau: kız oğlan kız, bakire
diye yazıyordu.

Lavabonun aynasını sildiğim kâğıt havlu,
düzgün, sıkı, nemli minik bir yuvarlak olmuştu elimde. Geldiğini duymadığım
Nursel’in, abi iyi misin diyen
kaygılı sesiyle irkildim.
Lavabodan çıktığımda, Nursel, iki Türk
kahvesiyle akşam oturduğumuz masada oturmuş, içten, sevecen ama binlerce
meraklı, soruyla dolu gözlerini dikmişti gözlerime.
İçinde yusyuvarlak ettiğim kâğıt havludan
dünyayı sıkmadan avuçladığım elimi kaldırdım, selam niyetine… Sessizce çıktım…