* Üç Yüz Kelime İle Konuşuyoruz

                  


Dil Varlık Sebebimizdir

Dil, bizim varlık sebebimizdie. Bu nedenle Türkçe'yi tartarak doğru yerinde konuşmalıdır.

Bundan yüz yıl önce ileri sürülen fikirleri, bugünün Batı dünyasının ilim adamları bir gerçek olarak karşımıza çıkartıyorlar. Bir insanın zekası bildiği kelimelerle orantılıdır.


Bir insan dilinin altında gizlidir.

                                                                                   
                                                                                   Hz. Muhammed


Dil varlığın evidir.
                                                                                           
                                                                                           Heideger


Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.
                                                                                       
                                                                                     Wittgenstein

Bunu çok iyi bilen Batı dünyası, ilk eğitimden itibaren çocuklarına çok zengin bir dil eğitimi veriyor. Resmî rakamlara göre mesela ABD'de ilk eğitimden geçen çocukların kitaplarındaki kelime sayısı 71 bindir, İngiltere ve Almanya'da 70 bin civarında; İtalya'da 33 bin, Suudî Arabistan'da 12.500 kelimedir. Türkiye'de ise aynı eğitimden geçirdiğimiz çocuklarımızın kitaplarındaki kelime sayısı sadece 7 bindir. Bu 7 bin kelimenin de çocuklarımız ancak yüzde 5'iyle konuşup düşünüyorlar. Şimdi 300 kelimeyle düşünen ve konuşan çocuklarımızın bir edebiyat meydana getirmeleri veya edebiyatımızı kavramaları, anlamaları, onu zevkle okumaları mümkün mü? Oysa millet, "edebiyatı olan topluluk"tur.

Bir millet edebiyatı ile vardır.

Birkaç yıl önce ülkemize Türk dünyasının çok büyük yazarlarından biri olan Cengiz Aytmatov gelmiş, bir toplantıda şöyle demişti: "Kırgızistan'da, 'Bana edebiyatını söyle, sana nasıl bir millete mensup olduğunu anlatayım' diye bir söz vardır." Çok doğru.

Bir millet ancak edebiyatı ile vardır. O halde 250-300 kelimeyle bir edebiyat meydana getirmek, düşünmek yahut bu kelimelerle ilim yapmak elbette çok zordur.

Devletimizin, okullarımızın ve ailelerimizin en büyük vazifesi çocuklarımıza, gençlerimize Türkçe'yi sevdirmek ve onları mümkün olduğu kadar zengin bir dille düşündürmek ve konuşturmak olmalıdır.

"Yoğun" kelimesinin kullanılmadığı yer yok!

Sık sık dilimizin ne denli zengin olduğundan, bununla beraber bizim bu zenginliği kullanmada bir o kadar cimri davrandığımızdan yakınıp duruyoruz. Bu halimizle bir hikâyede bahsedilen adama benziyoruz: Hani, hazine sandığının üzerine oturan ama altındaki sandığın altınlarla dolu olmasına rağmen karnı aç olan ve fakir olduğunu zanneden o tuhaf adama... Binlerce kelimeyle yoğrulmuş dilimizi aşağı yukarı üç yüz kelimeye hapsettik. Bir şeyi birden fazla sözcükle ifade edebilecek kadar zengin bir lisanımız varken biz birden fazla şeyi aynı kelimeyi kullanarak anlatmaya çalışıyoruz. Allah'a şükürler olsun, biri zamanında bir "yoğun" kelimesini bulup çıkarmış. Artık yoğun kelimesi her derde deva diyebileceğimiz ölçüde, yerli yersiz her cümlede karşımıza çıkmakta. Kökeni Türkçe olan bu kelime "Hacmine oranla ağırlığı çok olan; kalın, koyu. kesif; (sayıca) çok; nitelikçe yüklü" manasında kullanılan, esas itibarıyla bir fizik terimidir. Muhakkak yerli yerinde kullanıldığı takdirde, dilimizin eşsiz melodik yapısına da çok yakışmaktadır.

Ama bu, her durumu bu kelimeyle anlatmaya çalışmamızı gerektirmez. Özellikle konuşmalarında ciddiyeti ve inandırıcılığı ön plana çıkarmaya çalışanlarda bu hataya daha sık rastlıyoruz. Mesela bir spiker "Ankara'nın yoğun gündemi"nden söz ederken, bir hava durumu sunucusu "yoğun yağışlar" beklendiğini bildiriyor. İşlerin nasıl diye sorduğumuz arkadaşımızdan artık tek bir cevap alıyoruz; "yoğun!" Ne demek "İşlerim yoğun?" Birden fazla işim olduğu anlamına mı geliyor bu, yoksa işin çok zor olduğuna dair bir ifade mi? Peki siz? Siz de trafik sıkışıklığından mı şikâyetçisiniz, yoksa modaya uyup trafiğin yoğunluğundan mı bunalıyorsunuz? İlerleme için insana dolu, zengin, yüklü programlar mı gerekir, yoksa yoğun bir programla mı devam etmeliyiz hayata? Görüyor musunuz? Bir kelimeyi aldık, onu on beş ayrı yerde kullandık. Halbuki bu on beş ayrı durumu birbirinden ayırarak ifade edebileceğimiz o kadar çok sözcüğümüz var ki! Lütfen oturduğumuz yere bir bakalım.

Hazine sandığımız açılmayı ve ondan yoğu rr bir şekilde, ah affedersiniz burada "layıkıyla" dememiz daha uygun olur sanırız, evet ne diyorduk, hazine sandığımız ondan layıkıyla yararlanmamızı bekliyor...


Boş kelimeler kullanan biri, düşünmeden ses çıkaran insanlargibidir.

                                                                                   
                                                                                           Virgil

"Neden" kelimesini, on beş ayrı manada kullanıyoruz!

Türkçe'miz binlerce yıllık tarihinde, kültür alışverişlerinde bulunurken başka dillerden kelime almış, başka dillere kelime vermiş; sonuçta bir çınar gibi, toprak altında kökü sağlam, toprak üstünde gölgesi geniş heybetli bir görünüme kavuşmuştur. Ama kadri bilinmeyen ağaçların gördükleri karşılık hazindir; fütursuzca budandıkları da olur bu devlerin. Tıpkı bizim kendi öz değerimize, dilimize yaptığımız gibi. Neden! Hayır, size bunun sebebini sormuyoruz. Budadığımız ağacın çeşitli yerlerinde çıkan bir manasızlığa işaret ediyoruz. "Neden" sözcüğü de yerli yersiz, her alana oturtmaya çalıştığımız bir kelime oldu maalesef! Bu soru zarfı dilimizde eskiden de vardı; ama biz onu dilimize haksızlık etmeden kullanırdık. Mesela "Neden karşımda sebepsiz yere gülüyorsun? " derdik. Şimdi, "Neden nedensiz yere gülüyorsun? " diyoruz. Şu çirkinliği görüyor musunuz? Eh, biraz da iğneyi kendimize batıralım. Gelelim sunucu ve yazar arkadaşlara. Önemli bir kısmı "meydana geldi, -o bakımdan, -gerekçesiyle, -dolayısıyla, -yüzünden" gibi ifadeleri bıraktılar. Bu sözcükler bir kazana atıldı, hepsini karşılamaya yeter sanılan bir "neden" çıkarıldı karşımıza. Bu durum nedeniyle dilimiz fakirleşiyor mu derseniz, hayır deriz. Bu nedenle değil, bu sebeple fakirleşiyor dilimiz. Peki bu nedenle üzgün müyüz? Hayır, bu yüzden, üzgünüz. Ama umutsuz da değiliz. Varlığımızın teminatı dilimiz mutlaka hakettiği noktaya çıkacaktır, bizim sevgimiz ve özenimiz sayesinde...

Beş gibi gelmek...

Günlük hayatta kimi zaman özensizlikten kimi zaman da dikkatsizlikten öyle hatalar yapıyoruz ki, bunları biran için farkına vararak söylesek, karşımıza çıkan manasızlığa ya çok güleriz ya da hayıflanırız; ben bunu nasıl yapıyorum diye... Yaygınlaşan hatalar, kendimiz kullanmasak bile, zamanla bizi incitmemeye başlıyor, insanların birbirlerine buluşma, görüşme saatlerini söyleme şekilleri bir müddettir garip bir dile dönüştü. "Kaçta orada olursun?" sorusunun cevabı önceleri "Falan saatte orada olurum", mesela "Beşte gelirim" idi. Şimdi başka bir hale büründü. "Beş gibi orada olurum!" Beş gibi orada olmak mı? Nasıl yani? Söz verilen yere gidilecek, ama bu sırada beşe mi benziyor olunacak? Rakamla mı, yazıyla mı? Beş gibi olmak, insanı fiziki olarak hayli zorluyor olmalı. Şaka bir yana, sahi nasıl bir şeydir "beş" gibi olmak? "Beş civarı orada olurum" demek çok mu zor, çok mu zahmetli? Aslında değil. Ama nedense biz işin doğrusuna biraz zaman ayırmak, bir parça özen göstermek varken, alelade söyleyişlere kaptırıyoruz kendimizi. Farkına varamadığımız esas tehlike şu: Hürmet ettiğimiz kadar yüceliriz.

Dilimize ihanetin bedeli, tahminlerimizin ötesinde ağır olabilir. Onun zenginliğinden istifade etmek bizim faydamızadır. Biz yine de dilimize hak ettiği ilgi ve hürmeti göstereceğimiz günlere ulaşmak umudunu taşıyoruz.


Dil, yapılması için herkesin bir taş koyduğu bir şehirdir.
                                             
                                                                                              Emerson


Zengin diller, fukara diller...

Zengin dillerle fukara diller arasındaki başlıca farkı şöyle ifade ediyor bir düşünür: "Zengin diller insan aklının meramını anlatacağı zaman ihtiyaç duyduğu bütün kavramlara, söyleyişlere cevap verecek kelimelere sahiptir." Namık Kemal'in söylediği gibi, zengin diller deniz kadar derindir. İklim ve mekân çeşitliliğine sahiptir. Herkes o dilden aklının ve zekâsının ihtiyaçları kadar olanını alır ve kullanır. Fukara diller bu özelliklerden mahrumdur.

Dağdaki çobanla üniversitedeki hoca arasında, kullanılan kelime sayısı bakımından,
sadece birkaç yüz kelime fark vardır. Bizim dilimiz hem melodi hem zenginlik açısından mükemmel bir dil. Oysa biz fakirleştik; hem maddeten hem de manen.

Bizim ilk sözlüklerimizden birisi Kaşgarlı Mahmut tarafından hazırlanan Divanü Lügati't-Türk'tür. Bu sözlükte 9.200 kelime olduğu tespit edilmiştir.

İlk lügatimiz, Müslüman olduktan sonra konuşma dilimizden meydana gelen ilk sözlük 9.200 kelimeden oluşuyor. Divanü Lügati't-Türk'ten aşağı yukarı 820 yıl kadar sonra 1901 yılında Şemsettin Sami Bey Kamus-ı Türkî adında bir sözlük hazırladı. Bu sözlük bugün de kütüphanelerimizde bulunuyor. Latin harfleri ile de basıldı. Şemsettin Sami Bey'in Kamus-ı Türkî 'sinde 18.000 kelime var. Yani yüzde yüz nispetinde bir artış görülüyor. TTK tarafından hazırlanan Türkçe Sözlük'te 104.481 söz varlığı yer almaktadır. Demek ki 9000 kelimeden 18.000 kelimeye, 18.000 kelimeden 104.481 söz varlığına geçtik. Önümüzdeki yıllarda tarama sözlükleri de dikkate alınarak bizim belkide 200.000 kelimelik sözlüğümüz olacak. Ama bütün bunların yanında bir de bizim 3.175 kelimeden oluşan öz Türkçe sözlüğümüz var.


Bir müddet sonra Türkçemize hekim gözü ile bakılırsa, bütün kelime ve cümlelerin sanatoryumlar kapısında nöbet bekleyen veremlilere döndüğünü göreceğiz.

                                                                                    Dr. Adnan Adıvar

Dünyanın hiçbir yerinde öz dil yoktur!

Öz Türkçe konusunda bitmek bilmeyen bir ısrar var. Bu ısrar neden?
Bu ısrarın sebebini açıklamaktan hem utanıyoruz hem korkuyoruz. Bu ısrar şundandır: Milletlerin varlıklarını sürdürmeleri, onların dilleri sayesinde mümkün olur. Bir milleti yıkmak için o milleti muharebe meydanlarına çekmeye gerek yoktur. O milletin kültür değerlerini sarsarsanız o millet kendiliğinden çöker. Bir Batılı roman yazarı olan Balzac şöyle diyor: "Millet, edebiyatı olan topluluktur." Bir milletin edebiyatını yok ettiniz mi, yani edebiyat okunmaz hâle geldi mi, artık o millette dirlik ve birlik sağlanmaz.

Türkçe bizim varlık sebebimizdir. Ama dünyanın hiçbir yerinde öz dil yoktur. Türkçe'de de öz Türkçe diye bir politika olamaz.

Biz İslamiyet'i kabul ettikten sonra dilimize Arapça'dan ve Farsça'dan birtakım kelimeler girdi. Dilimizi zenginleştirdi ve güzelleştirdi. Şimdi "mutlaka öz Türkçe konuşmalıyız" diyen kimselere hatırlatmak gerekir: Biz Orta Asya'dayken, mesela C harfiyle başlayan hiçbir kelimemiz yoktu. Cadde, ceza, cezve, cinnet, cinayet diyemezdik. Bunun gibi F harfiyle, Ğ harfiyle başlayan, J, L, M. N, R, V, Z harfleriyle başlayan kelimelerimiz yoktu. Şimdi biz alfabemizi 29 harften 18 harfe indirerek nasıl zenginleştirmiş olabiliriz?

Limon mu? İlimon mu?

Eskiden dilimizde "L" harfiyle başlayan kelime yoktu. R harfiyle başlayan kelimemiz de yoktu. O bakımdan Anadolu'da mesela "Oğlum İrecep, ilimonu al, irafa koy da iramazan gelince ilazım olur" denirdi. Bugün bu taassupla hareket etsek biz de öyle konuşmalıyız. Hayır, böyle yapmaya gerek yok. Biz büyük devletler kuran bir milletiz, 117 devlet kurduk; dünyada birtakım milletlerle beraber yaşadık. Çok tabii olarak onların dillerinden dilimize, bizim dilimizden onların dillerine bazı kelimeler geçti.

Ziya Gökalp ve arkadaşları Selanik'te çıkarmış oldukları Genç Kalemler isimli dergi ile bu konudaki politikayı kesinlikle ortaya koydular ve dediler ki "Türkçeleşmiş Türkçe'dir"

Dilimize giren ve Türkçeleşen kelimeler hakkında, "Bunların aslı Türkçe değildir. Bunları dilimizden çıkartıp atalım, yerlerine öz Türkçe kelimeler koyalım" şeklinde konuşanlar 500 yıllık büyük bir çınarı keserek onun yerine akasya fidanı dikmeye çalışan insanlara benzer.


* 2008, Frankfurt Kitap Fuarında dolaşırken minik bir kitapçık geçti eline. Arkasında şöyle yazıyordu:

Bu kitap herkesindir!

"Kitabı okudunuz, okuyan topluma katkı sağladınız, bu bilgileri sevdiklerinizle paylaşmak istiyorsanız, kitabı uygun bir yere bırakınız."

Ben kitabı okuduktan sonra hiç de bir yere bırakmak İSTEMEDİM, bıraksam da kimsenin okumuyacağını (!) düşünerekten Dergi H@vuz'da yayımlamaya karar verdim. Böylece dünyasnın en önemli konularından birini "DİL"i konu eden bu kitapçıktan bir bölümü -en azından- 27.000 kişiye ulaştırarak görevimi yapmış oluyorum. 

Kitabın kulakçığında da bir numara var: 

SEYYAR KİTAP ID 

JA 0033060

www.seyyarkitap.com adresine girip, bu numarayı yazaraktan "kitabı nerede bulup, nereye bıraktığınızı yazabiliyorsunuz. Kitabı edinememiş olabilrsiniz.

SEYYARKİTAP NASIL İŞLER?

Dolaşan kitaplar kurulan web sitesi sayesinde takip edilebilir, Her kitabın arka tarafında yer alan ID numarası ile siteye giriş yapılabilir. İnsanlar okudukları bu kitaplar hakkında görüşlerini, kitapları nerede bulduklarını anlatabilirler. Bu sayede hangi kitabın nerede olduğunu ve nereden nereye gittiği takip edilir.  

SEYYAR KİTAP EKLE!

SeyyarKitap projesinin en önemli özelliklerinden biri de online kitap takibidir. Okuduğunuz SeyyarKitap'ları bu kısımdan siteye ekleyebilirsiniz. 

  
 H@VUZ

®  Öz Yapım oHG   © H@vuz Yayınları                                  © Ocak - Şubat 2009 ISSN 1864-0524