Kuşkusuz bir şiiri
herhangi bir tarihten başlatmak mümkün değildir. O yüzden son elli yıllık
şiirin gelişimine bakarken, ister istemez birkaç yıl geriye giderek, o şiirin
çıktığı yere de bakmakta yarar vardır. Doğalıkla 1960 şiirine bakarken en
azından o şiirin ortaya çıkış sürecinde var olan şiir birikimini ve ozanlarını
da hesaba katmak gerekiyor. Dolayısıyla burada 1955-2005 gibi sınırlama
olasıdır. Yarım yüzyıl da anlamını böylece bulacaktır.
Burada ele alınacak ozanlar ve söz konusu süreç içindeki şiirle ilgili
görüşler, hiç kuşkusuz bütünüyle nesnel olmayacaktır. Başka deyişle kendi şiir
anlayışım bağlamında, önemsediğim şiir ve ozanlar öne çıkarılacaktır. Bu
çerçevede, ancak yeri geldiğinde öteki “şairler”e değinilecektir. Başlangıç
olarak alınacak “60 Kuşağı”na geçmeden, onlardan önce etkin olan şiiri de
anımsamak gerekecek: Elbette o dönemde
baskın olan şiir İkinci Yeni’ydi ve bu şiiri temsil eden belli başlı ozanlar, Edip
Cansever, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Cemal Süreye, Kemal Özer ve Ülkü Tamer
gibi ozanlardı. Yine o dönemde daha önceki dönemlerde şiire başlamış olan
ve şiiri sürdüren ozanlar da vardı, ancak burada onlara değinmeyeceğim.
Kuşkusuz İkinci Yeniciler dışında en çok Attila İlhan, Behçet Necatigil,
Özdemir Asaf gibi adlar çok okunuyordu.
‘60 Kuşağı’ ozanları başlangıçta Evrim ve Devinim 60
dergilerinde göründüler. Ataol Behramoğlu, Egemen Berköz, İsmet Özel, Özkan
Mert ve sonradan şiiri bırakacak olan Abdullah Nefes gibi adlar,
daha çok Turgut Uyar’ın şiirini benimserlerdi, ama İsmet Özel’in Edip
Cansever’e yakın olduğu söylenebilir. 1965 yılında Nâzım Hikmet’in
kitapları yeniden yayımlanmaya başladı. Bu arada aynı yıl Devinim 60
kapanınca Ataol Behramoğlu, Özkan Mert ve Abdullah Nefes daha
politik bir şiire yöneldiler. Aynı biçimde İsmet Özel de buna yöneldi,
ama daha çok ‘anarşist’ nitelikli bir şiir yazdığı görülüyor. Evet İsyan,
böyle bir kitaptır. Allen Ginsberg ve Beat şiirinden etkilendiği de söylenir. Sonradan
iki kez çark etmesi ise apayrı bir konudur. Önce “hidayete” ermiş, ardından
Türk-İslam Sentezi’nde karar kılmıştır. Galiba dönemlerin egemen ideolojisini
iyi izleyen birisidir. Bu arada Metin Demirtaş’ı unutmamak gerekiyor.
Fransa’da 1968 yılı başlarında görünen öğrenci ayaklanmaları, kuşkusuz
bütün dünyayı sarstığı gibi Türkiye gençliğini ve elbette dönemin ilerici,
devrimci ozanlarını da etkilemiştir. Öte yandan ilkin devrim mi, darbe mi
kararı netleşmeyen, sonraları “ilerici darbe” olarak da değerlendirilen 27
Mayıs’ın getirdiği görece demokratik koşulların da etkisi azımsanamaz. Çünkü
gerek Marksist klasikler, gerekse “Türkiya”sında, “Türkçe’si”nde
yasak olan Nâzım Hikmet’in şiiri ancak böylece gün ışığına
çıkabilmiştir. 60 Kuşağı’nın öncü ozanları Ataol Behramoğlu, Özkan Mert,
İsmet Özel gibi adlar, zaten başka bir yönsemeye girmiş ve şiiri
“yenilikçi” bir “akım” olan İkinci Yeni’nin etkisinden çıkarmak için devrimci
bir şiir yaratmaya başlamışlardır. Bu kuşağın en önemli çıkışlarından birisi de
1969 yılında birkaç ozan dışında (bunlar Nâzım Hikmet, Ahmed Arif ve Ceyhun
Atuf Kansu’dur) kalanları önemsemeyerek “anlamın üstünü çizen” İkinci
Yeni’ye de karşı çıkmasıdır. Değişim, Dönem, Soyut ve Hüseyin Cöntürk’ün
çıkardığı Yordam etkili dergilerdi. Özellikle Yordam’ın 1969’da
kapanmasıyla dönemin de bittiği söylenebilir. Yine 1964 yılında yayımlanmaya
başlayan Memet Fuat’ın Yeni Dergi’siyle, iki yıl sonra çıkacak
olan Cemal Süreya’nın Papirüs’ü de 60’ların önemli dergileri olacaklardır.
60 Kuşağı’nın en büyük özelliği, bana göre çağın ruhunu yakalayan bir
şiiri yazmış olmasıdır. Başlangıçta imge ağırlıklı ve ender olarak ‘kapalı’ bir
şiirin yazılması biraz da etkilendikleri İkinci Yeni ozanlarının egemen olan
şiirinden kaynaklanmıştır. Örneğin Ataol Behramoğlu’nun Bir Ermeni
General’i
kısmen bu özellikleri taşır. Ancak yeryüzünde ve
Türkiye’de
de yavaş yavaş yükselen devrimci eylemliliğin doğal olarak bu
şiire de
yansıdığı görülüyor. Bu nedenle başlangıç şiiri
devrimci, ama daha çok da
coşumcu bir şiirdir. O yüzden şiir geçmişi içinde
çok önemsediğim “60 Kuşağı”
şiirinin devrimci-romantik bir çıkışla, giderek
toplumsallaştığını ve gerçekçi
nitelikleriyle 1970’lerde başlayacak olan, özellikle faşist
darbenin yarattığı
koşulların etkisiyle 1980’lerden sonra iyice savunmasız kalan,
kasıtlı
eleştirilerle “slogancı” ve “ideolojik” olarak
dışlanan, gerçekten varolan bazı
olumsuzluklarına karşın, bana göre klasik Sovyet “resmi
yazını”yla pek de
ilgisi olmayan toplumcu-gerçekçi şiirin
önünü açtığını söylemek
mümkündür.
60’lı yılların şiirini anılan ozanlarla sınırlamak olası değildir,
ancak gerektiğinde belirtilebilecek başka adlar da vardır: Aydın Hatipoğlu,
Eray Canberk, Afşar Timuçin, Süreye Berfe, bunların ardından gelen Nihat
Behram, şiir geçmişi daha eski olan Refik Durbaş, Tekin Sönmez, son
dönemlerinde Arkadaş Z. Özger gibi ozanları anmak mümkündür. Çok ilgi
duymadım, ama Sezai Karakoç’un yanı sıra Cahit Zarifoğlu ve Ebubekir
Eroğlu gibi ‘İslamcı şairler’in de aynı dönemde şiir yazdığı eklenebilir.
Bu dönemin en ilginç özelliklerinden birisi de bugün kıtlığından söz
edilen eleştirmen bolluğudur. Birçoğu daha önceden yazmaya başlamış olsa da Hüseyin
Cöntürk, Asım Bezirci, Fethi Naci, Memet Fuat, Eser Gürson, Mehmet H. Doğan,
Haluk Aker, Semih Tezcan, Doğan Hızlan eleştirileriyle yazına ve elbette şiire
çok etkili ve önemli katkılarda bulunmuşlardır. Murat Belge’nin de
eleştiriye başladığı görülmektedir. Çok ilginçtir, bu eleştirmenlerden bazıları
bir daha dönmemek üzere eleştiri yazmayı bırakmışlardır. Bunun nedenleri ayrıca
tartışılabilir, ama eleştiriye ve dolayısıyla şiire yazık olmuştur.
1971 yılında ikinci darbe olur, ancak bu kez darbenin bütünüyle gerici
ve faşist özellikler taşıdığı görülecektir. Üstelik darbe geleneği da
sürdürülmüştür. 70 Kuşağı böyle bir dönemde ortaya çıkmıştır. Denizler’in
asıldığı, Mahirler’in öldürüldüğü yıllardır. 1970’ler Şiiri için özel sayı
hazırlayan Üç Nokta Dergisi’nin genç editörü Cenk Gündoğdu, sanki kesin
olarak olumsuz bir şeymiş gibi “Her Şey İdeoloji” başlıklı giriş
yazısında şöyle demiş: “Toplumsal coşku, yeni bir insan ve toplum yaratmanın
inancı, heyecanıyla özellikle sosyalist gerçekçi şairler, bu coşkunun içinden
neredeyse aynı sözcüklerle aynı şeyleri, şiire sosyal bir rol biçerek onu araç
etmenin yanılgısıyla yazdılar.” Ne gariptir, hemen sonraki paragrafta
kendisini yanlışlar gibi şunu da demek zorunda kalıyor: “Edebiyat
tarihimizin genellemelerine karşın 70’ler şiiri tek sesli, tek renkli değildi.”
Sanıyorum, burada kastedilen de “devrimci şiir”in dışında kalandır. Ancak
dönemin en önemli ozanlarından Ahmet Telli’nin dediği gibi “hep kötü
örneklere bakıldığı için” böyledir biraz da. Bu şiirin o gün pek olmasa da
özellikle 80’den sonra sanatsal erkin ele geçirilmesiyle dışlanmaya çalışıldığı
yabancı bir olgu değildir.
12 Mart 1971 darbesi yükselen devrimci savaşımı durdurmak için
varolanı paramparça ederken, dönemin ateşten yılları içinde şiir yazmaya
başlayan bu ozanların içe dönük, mızmız, şiiri amaç edinen bir şiir yazmaları
beklenemezdi. Bu nedenle kasıtlı olarak yönlendirilen bir eleştirel süreçte,
özellikte 1980’den sonra bu şiirin hep bir yanına değinilerek, şiirsel yanının
az olduğu vurgusu bugüne dek sürdürüldü. O nedenle, şiir ortamına gözünü açan
şimdiki gençlerin büyük bir bölümü, elbette şimdi o günün devrimci ruhu yoktur,
ama yine de büyüklerinin bu şiiri olumsuzlamasıyla işe başlıyorlar. Özellikle
eleştiriye soyunan ve kitaplar yayımlayan kimi genç ozanlar, bu yadsıma ve yok
saymayla işe başlıyor gibiler. Öyle ki, 70’ler şiirinden eylemle 1940 Toplumcu
Kuşağı’na saldırı da neredeyse gizli bir erek olmaktan çıkmış, al birini vur
ötekine durumuna gelinmiştir. Neymiş, “dağ” diyorlarmış, “devrim” diyorlarmış,
“grev” diyorlarmış vb. Devrimci eylemliliğin yükseldiği bir dönemde bunların
yadırganacak nesi vardı? Yani insanlar o gün onu yaşıyorlardı çünkü.
Bu dönemin en çok Nâzım Hikmet ve özellikle Ahmed Arif’ten
çok etkilendiğini genel olarak söylemek doğrudur. Buna bir ölçüde Hasan
Hüseyin ve Enver Gökçe de eklenebilir. Zaten dönemin verili
koşullarında İkinci Yeni’nin birçok ozanı da bundan etkilenmiştir: Turgut
Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan dışında Ahmet Oktay ve Gülten Akın
toplumsal ve siyasal olaylardan etkilenerek şiirlerine yansıtmışlardır.
Özellikle Gülten Akın’da devrimci bir söylem ağırlık kazanmıştır. Bana
göre Attila İlhan da başlangıç dışında en güzel şiirlerini o önemde
yazmıştır. 70’ler şiiri günceli yazmakla da çok eleştirilmiştir, ancak hem
günceli yazmak, hem de güncelin içindeki tarihseli estetik bir boyutta dile
getirmenin yürekliliği göz ardı edilmiştir. Ahmet Telli şöyle demişti: “70’li
yıllarda yazanlar 80’den sonra birtakım burjuva eğilimlerce yerden yere
vuruldular. Onların politika ile estetik arasında eleştirel bir mesafe
bırakılması gerekliliğini yerine getirmedikleri bahane edilerek canlarına
okundu. Aslında bir yanıyla da politik bir hesaplaşmadır bu.”
1970 Kuşağı’nın ozanları birçok dergide göründüler. Yeni A,
Yansıma, Dönemeç, Türkiye Yazıları, Oluşum, Yarına Doğru, Somut, Sanat Emeği,
Militan bunların en önemlileridir. Her dönemde olduğu gibi bu dönemde birçok
ozan şiir yazdı. Ancak adı en çok öne çıkan ve dönemi temsil etme niteliği
taşıyanları yine de bazı adları dışarıda bırakma pahasına şöyle belirtebiliriz:
Ahmet Telli, Hüseyin Yurttaş, Abdülkadir Bulut, Ahmet Ada, Özgen Seçkin,
Ahmet Özer, Abdülkadir Budak, Tahir Abacı, Adnan Yücel, Erol Çankaya, Veysel
Çolak, Seyyit Nezir, Ahmet Günbaş ve Ahmet Zeki Muslu... Bu
adlar dışında burjuva ideolojisine uygun ve ötekine karşı şiirler yazanlar da
olmuştur. Enis Batur, Mehmet Taner gibi. Ancak aynı tarihlerde yazmalarına
karşın bunları 70 Kuşağı’nın içinde saymak mümkün değildir. Enis Batur’un
şu sözleri de bunu anlatmak ister gibidir: “1970 Kuşağı diye bir kuşak,
1970’li yıllar şiiri diye bir şiir dönemi olduğunu düşünmüyorum.”
Karşı olduğunuz bir dönemi ancak böyle yok saymaya çalışarak yadsıyabilirsiniz.
Ancak tarih, burada yazın tarihi böyle yadsımacılıklarla baş edebilir,
şimdilerde böyle yapılmasına karşın,
bunu alt edecek güçtedir. Kendi sözleri acaba bu mantığı da eleştiriyor
mudur? “Zaman zaman, sonradan utanacağımız hiçe saymalar olur.” Evet,
utanmak bilinirse! Bu dönemde eskileri saymazsak, yeni eleştirmen pek görülmez.
Bir kısmı da daha çok düzyazı üzerine yoğunlaşmıştır. Yineleme olmasın diye
öncekilere değinmiyorum, ama özellikle Türkiye Defteri Dergisi’nde görülen Taylan
Altuğ, Naci Çelik dışında Atilla Özkırımlı, Mehmet Ergün çok
iyi eleştirmenler olmalarına karşın bu etkinliği sürdüremediler. Şiir alanında Mustafa
Öneş, Veysel Öngören, ancak dönemi kuşak bağlamında ele almasıyla Mehmet
Yaşar Bilen tek başına etkili oldu. Ne yazık ki o da yalnızca eleştiri
değil, yazın alanından da çekildi. Eleştirinin böyle bir yapısı var demek ki.
Bunlardan Mehmet Ergün iki binli yıllarda bir ara görünmesine karşın
yeniden yazmaz oldu. Mustafa Öneş eski yazılarını kitaplaştırmasıyla
ortaya çıkarak bir de ödül aldı.
Sonuçta üçüncü darbe oldu: 12 Eylül 1980. Bazıları kına yakmış
olabilir. Hâlâ çıkmamıştır! Ancak 80’ler herkesin bildiği gibi faşist bir
darbedir. Türkiye’de var olan her güzel şeyi yok etmeyi erekleyerek, Türk-İslam
Sentezi’ni gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bugünden bakıldığında, küreselleşmenin
de etkisiyle dünya koşullarının o yönde değişmesi sayesinde büyük ölçüde
başarılı da olmuştur. Solun payına düşense ölümler, yitikler, hapishane
olmuştur. Yazınsal anlamda da özellikle şiir açısından bakıldığında, geriye
doğru olumsuz bir kırılmadır. Hani şu
çok eleştirilen 70’li yılların şiirinde olmadığı söylenen birey yeniden
keşfedildi ve şiir olabildiğince, bunda zorunlulukların ya da “zor”un
dayatmasıyla da denebilir, içe döndü, bireyi yakalamaya çabalarken
bireycileşti. Başka deyişle politika yerine poetikayı (şiirce) yeğledi. Oysa
poetika ve politika dengesini beceremeyen ozanlar yalpalarlar. Ne iyi birer
ozan, ne de devrimci olabilirler.
Bu dönemde de çok fazla sayıda ozan ortaya çıktı. Burada en çok
önemsediklerimin yanı sıra, dönem içinde etkili olan birkaç ada daha
değineceğim, ama bence olumsuz ve burjuva bir şiiri yeğleyen ötekilerin adını
zorunlu olmadıkça anmayacağım. Bana göre dönemin en önemli ozanları, başta Ahmet
Erhan olmak üzere Behçet Aysan, Şükrü Erbaş, Salih Bolat, Hüseyin
Ferhad, Murathan Mungan, Hicri İzgören, izleyen yıllarda Yılmaz
Odabaşı, Akif Kurtuluş, Nevzat Çelik, Emirhan Oğuz gibi ozanlar oldular.
Bunun dışında dönemin tipik ozanlarından Yaşar Miraç’la Ozan
Telli de sayılabilir. Ozan Telli, şiiri beklenen düzeyde
sürdüremedi, Yaşar Miraç’sa şiir-türkü ikilemi arasında yeni bir şiire
yönelemedi. Kuşkusuz benim burada adını yazdıklarımı es geçerek “yenlikçi”
bağlamda onların iki katı kadar ad sayılabilir, yapılan tüm değerlendirmelerde
genellikle yapılan da budur, o yüzden tersini yeğliyorum, ama yalnızca bir
kişiyi anmamayı doğru bulmuyorum: Haydar Ergülen. Bunun dışında 80’lerin
ikinci yarsından başlayarak yeni döneme damgasını vuran, avangart, nihilist,
anarşist tek ozan küçük İskender
oldu. Ne yazık ki, başlangıçta ve
sonradan da büyük ölçüde
sürdürdüğü sözcük oyunları ve imge
düşkünlüğü
nedeniyle şiirin belli bir gençlik kesimi dışında kalmasına yol
açtı. Bu yüzden
de epeyce öykünücüsü çıktı, ama şiir
bir adım ilerleyemedi. Yine bu dönemde
etkili olan ozanlardan birisinin de Altay Öktem olduğu anımsanmalıdır.
1980 sonrasındaki şiirin tek kanaldan aktığını düşüneler oldu. Hatta Ahmet
Oktay ve Hasan Bülent Kahraman gibi eleştirmenler salt toplumcu
gerçekçiliğin ikiye ayrıldığını söylediler. Bu yüzden de yapılan birçok
değerlendirme eksik kaldı. Sanırım Hasan Bülent Kahraman sonradan bunun
yanlışlığını anladı ve bir düzeltmeye gitti. O dönemde, anılan her iki yazarı
da eleştirerek kendimce yeni toplumcu ve gerçekçi şiirin değil, buna sonradan
birikimcilik diyecektim, şiirin iki kanaldan yürüdüğünü anlatmaya çalışacaktım.
Hatta Mehmet H. Doğan’ın yazdıkları başta olma üzere yalnızca
İkinci Yeni eksenli bu şiir önemsendi ve tutunması, yaygınlaştırılması için,
değişen siyasal iktidarla birlikte sanatsal erke de gelen Enis Batur,
başlangıçta İkinci Yeni etkisinde yazdığı Bakış Kuşu dışında, sol
heyecanla iki güzel kitapla ortaya çıkan, ancak sonra yavaş yavaş önce şiirin
yapılan bir şey olduğunu savunarak, günümüzde de gizemciliğin efsunlu sularında
şiirin kanına giren Hilmi Yavuz gibi ozanlarca sürekli tek tip bir şiir;
metin ağırlıklı, hiç bir şey anlatmayan, azıcık tarih göndermeli, ama daha çok
mistisizmle donanmış bir şiir ortaya sürüldü. Bu dönemde yapılan hiçbir şey
değişen koşulların dayatması sonucu doğal bir değişim değildi. Her şey, şiir de
olmak üzere bilinçli bir biçimde, hatta Enis Batur’un “karşı-dil”
oluşturma dediği şeyle, o dönemde egemen olan “toplumcu-gerçekçi” şiire karşı istenilen
düzeyde yürütüldü. İşte bugün o dilin anlamı dışlarken, kendisini de
olumsuzlayan, dışladığıyla kendini soyutlayan ve toplumun gözünde hava-cıva
denilen şiirine gelindi. O zaman da insanlar içinde kendi yaşamlarından hiçbir
şey olmayan, çalıntı imgelerle oluşturulan bu entellektüel gevezeliklerden
hızla uzaklaştı ve işte çok yakınılan, ama bir tür “varoş” ya da “kenar” şiiri
de sayılabilecek Yılmaz Erdoğan, Yusuf Hayaloğlu, Ahmet Selçuk İlkan ve
kimi İslamcı, kimi sunucu olan insanların yazdıklarını şiir sanarak ona
sarıldı. Buna da “cahil” halkın popüler kültüre yenilmesi denildi.
Galiba 1980’den hızla bugüne kadar geldim. Ancak dönemin dergilerini
de kısaca anımsamak gerekiyor: Kuşkusuz bu dergilerin en önemlilerinden birisi
yılların eleştirmeni-denemecisi Memet Fuat’ın yönettiği Adam Sanat
olmuştur. Hürriyet Gösteri de büyük ölçüde ağırlıklı oldu. Doğan
Hızlan, Arif Damar’ın sözleriyle komünist ve faşist olmanın kolay
olduğu yerde zor olanı, demokrat olmayı yeğleyerek başarılı bir biçimde yönetti
Gösteri’yi. Her dönemde olduğu gibi, bu dönemde de Kemal Özer, Cengiz
Gündoğdu ve Enver Ercan yönetiminde
Varlık birkaç kez boyut, biçim ve yön değiştirmesine karşın yine de
etkili oldu. Yine özellikle Seyyit Nezir’in Broy’u ve İzmir’de
çok kısa bir dönem çıkan Ayrım Şiir önemli dergilerdi. Başlangıçta Türkiye
Yazıları, sonraları Düşün-Yeni Düşün ve arada bir çıkan Dönemeç de
dönemin önemli dergileri arasında yer aldı. Elbette başka dergiler de oldu.
Örneğin, Özgen Seçkin’in bütün çabasına karşın belli bir sol çevreyi
aşamayan Damar, sosyalist gerçekçi bir sanatı ve şiiri savunurken, bir
taşra dergisi olarak Kıyı da unutulmamalıdır. Bunun dışında
seçkinci-yenilikçi-“modernist” çevrelerde kısa ya da uzun süreli çıkan birtakım
dergilerin de dönemin şiirini rayından saptırma çabası gösterdiğini
belirtmeliyim. Özellikle Şiir Atı bunlardan birisidir. Son yılarda ise
“ölü doğmuş” şiirlere çokça yer vererek karıştır-barıştır politikasına uygun
biçimde İslamcı-burjuva şiirleri birlikte sunan kimliğiyle Kitap-lık da
anılmalıdır. Kuşkusuz son yıllarda merkeze eklemlenme çabasında olan ve kısmen
de etkili olan birçok taşra dergisinin yanı sıra özellikle Yasakmeyve de
artık egemen bir söylem haline gelen yeni şiirin yanı sıra zaman zaman
gerçekçi, toplumcu şiire de yer vermektedir.
80 Sonrası Şiiri’nin en önemli sorunlarından birisi de bana kalırsa
eleştirmen yokluğu değilse bile eksikliğidir. Şu unutulmamalıdır, bir dönemin
etkin olması, kalıcılığı kadar, anlamı ve anlamlandırılması kuşağın kendi
eleştirmenini yetiştirmesine bağlıdır. Ancak 1980 sonrasında belki dayatılan
kültür politikaları ve hâlâ var olan korkunun da etkisiyle, son yıllardaki
akademisyen kökenli birkaç ad dışında dönemi etkileyecek, örneğin bir Nurullah
Ataç, bir Asım Bezirci ya da bir Mehmet Yaşar Bilen’i
olmamıştır. Kuşkusuz başlangıçta bu görevi çok başarıyla yerine getiren bir iki
ad vardı. Örneğin bunlardan birisi ilk kitabından sonra eleştiriye ve büyük
ölçüde yazmaya son veren İbrahim Oluklu’ydu. Bir başkası da Ramis
Dara’ydı. Geçmiş dönemde eleştiriden vazgeçen insanlar akla gelince, İbrahim
Oluklu’nun da alandan çekilmesi anlaşılabilir, ama dönemin sahipsiz
kalmasına yol açtığı da söylenebilir. Benzer şeyler Ramis Dara için de
söylenebilir. Bir nedeni de acaba bu eleştirmenlerin merkezde olmaması olabilir
mi diye düşündüğüm olmuştur. Çünkü merkeze eklemlenemeyen zamanla çok rahat bir
biçimde dışlanarak elenebiliyor. Başka deyişle bıktırılarak yıldırılıyor. Salt
geçim derdi değil, örneğin yazacak yer bulamamak da önemli bir neden olabilir
bu geri çekilmelerde.
Kuşkusuz önceki dönemlerden farklı olarak artık eleştirinin ciddiye
alınmadığı, zaman içinde kültür endüstrisinin gereği ve yayıncılık
politikasının sonucu olarak gittikçe tanıtmaya dönüşmesiyle eleştiren ve
sorgulayan değil, yalnızca öven bir anlayış egemen oldu. Dolayısıyla eleştiri
işlevsizleşti ve olumsuz bir etkinlik olarak algılandı. Bunda eleştirinin
yazınsallık boyutunun öncelenmesinin de payı vardır. Son yıllarda artık şiir
çözümlemelerinin yapılmaması, herhangi bir kitap ya da ozanın eleştirilmemesi
de bunun doğal sonucudur. Yine de döneme katkıları olan bazı adları
anımsatmakta yarar vardır: Geçmişten gelen birikimiyle Ahmet Oktay, Hasan
Bülent Kahraman, Orhan Koçak, Orhan Kâhyaoğlu, Metin Celâl’in
dışında Veysel Çolak ve alçakgönüllülüğe hiç gerek yok, başkaları
önemsemese de yaptıklarını bilen bir kişi olarak, bu konuda yüzlerce yazı
yayımlamış, istediği gibi yayımlama olanakları bulamadığı için ötekiler kadar
yeterince etkin olamayan Kemal Gündüzalp’i sayabilirim. Daha genç kuşaktan
ise Yücel Kayıran ve Baki Asiltürk’ü bazı olumsuzluklarına
karşın, çabaları bağlamında anmak gerekir. Doğrudan eleştiri olmasa da uzun
süredir tanıtma düzeyinde “kardeşçe” eleştirel denemeler/tanıtmalar yazan Gültekin
Emre ve Ahmet Günbaş’ın emekleri de unutulmamalıdır.
Burada dikkati çekmiştir sanırım, şu ana kadar Gülten Akın
dışında hiç kadın ozanlara ve kadınların yarattığı şiire değinilmedi. Bu konuda
şunu da belirtmeliyim, başka yerde de yazmıştım, bence bir insanın erkek ya da
kadın olmasından çok öncelikle ozan olması önemlidir. Ayten
Mutlu şöyle diyor: “Ama özellikle 80 sonrası süreçte
başlayan şair kadınların şiirdeki etkinliği 90’lı yıllarda artarak sürdü.
2000’li yıllarda ise pek çok genç kadın şiirle uğraşıyor. Hem de şiiri
sorgulayıp, ne olduğuna kafa yorarak.” Gerçekten de geçmişte çok
fazla kadın ozan yoktu. Cemal
Süreya da buna dikkat çekmişti.
Aynı dönemde Gülten Akın da olmasına karşın neredeyse tek sesti.
Ardından Sennur Sezer, Melisa
Gürpınar görülür. 70’li yılarda da
çok fazla kadın ozan yok gibidir. Arife
Kalender, Oysa Uysal ve Neşe Yaşın önemli adlar olarak görünürler. 80’den sonra sayının biraz daha
arttığına tanık oluyoruz: Leyla
Şahin, Gülsüm Cengiz, Zerrin Taşpınar, Ayten Mutlu yalnızca birkaçıdır. 90’lı yıllarda sayı
gittikçe çoğalmaktadır: Zeynep
Uzunbay, Betül Tarıman, Selma Ağabeyoğlu, Arzu K. Ayçiçek, Bejan Matur bunlardan birkaç örnektir. 2000’lerde ise
daha şimdiden önceki dönemleri aşan sayıda kadın ozan var, bunlardan Derya Önder, Gonca Özmen, Fatma Nur, dikkati çeken birkaçıdır.
1990’dan sonraki yıllarda şiirin gelişimi ve ortaya çıkardığı adlar
başka bir yazıda ele alınacaktır. Bu bağlamda kadın ozanların yeri daha iyi
görülecektir. Konuyla ilgili bu yazı başka bir dergide de yayımlanabilir.
Alıntı ve Dipnotlar:
1. Cenk
Gündoğdu, “1970’ler: Her Şey İdeoloji!”, Üç Nokta Dergisi,
Kasım-Aralık 2006
2. Cenk
Gündoğdu, “Ahmet Telli’yle Yüz Yüze- söyleşi!”, agd, Kasım-Aralık
2006
3. Cenk
Gündoğdu, “Enis Batur’la Yüz Yüze- söyleşi!”, agd, Kasım-Aralık
2006
4. Ayten Mutlu, “80 Mağaralarında Şiir ve
Şair Kadın”, agd, Bahar 2007 (Mart-Nisan-Mayıs)