Geç Kalmış Bir Anarşistlik Denemesi

                  

 

    
Arif Usta, Mağazanın vitrinin önünde durdu. Tam altı ay önce yazdığı, ama parasını  bir türlü alamadığı camdaki yazılarına  baktı.

Emeğini, sanatını karmakarışık duygular içinde  seyretti.


Caddeler, sokaklar, vitrinler henüz uykudaydı. Tam düşündüğü gibi uygun bir saatte gelmişti. Geceden beri kafasında kurduğu planı gerçekleştirmek için  bundan daha uygun bir zaman olamazdı.


Kendini o an bir terörist, anarşist gibi hissetti. Ama bu duygusu uzun sürmedi. Anarşistlikse anarşistlik, dedi. Başkalarının malına, emeğine değil, kendi emeğime,  zarar vereceğim sonunda.  Bedeli ödenmemiş sanatıma.


Yazılarını yazdığı vitrin üç yönlüydü. Önüne, sağına, soluna geçerek tüm camları dolaştı,  yazdıklarını bir kez daha okudu. Sessiz bir veda sayılabilirdi bu. Sanatının güzelliğini bir kez daha görünce, içinde kabaran öfkenin, kinin kırılır gibi olduğunu duydu.  Hayır, hiçbir biçimde pes etmeyecekti. Yazdığı, dünyanın en güzel yazısı, yapıtı da olsa eli, yüreği titremeden kazıyacaktı onu. Bu kadar gelip gitmelere, ricalara karşı meğer ki parasını alamamıştı, bu yazıları da onlara mal etmeyecekti.  Belki kör bir öfkeydi bu. Belki anarşistlikti. Ama ne olursa olsun gerçekleştirecekti bunu.   Hem de bunca yaşına karşın. Anarşistlikse anarşistlik.         


Yanından hiç ayırmadığı, kendi deyimiyle ‘Karnıbüyük’ çantasını aceleyle açtı. Tabelacılığıyla, ressamlığıyla ilgili her türlü boya, fırça, yağ, tiner, palet, üstüpü,  falçata vardı içinde. Tüm bunların arasına, akşamdan hazırladığı bir de jilet makinesi koymuştu. En keskininden olsun demişti satıcıya. Gllette3 yazanlar var ya, işte onlardan. Hem de iki tane.


Jilet makinelerini arayıp buldu. Sanki  o makinelere  duyurmak ister gibi;  bugün işimiz  sizlerle jilet efendiler, dedi. 


J


ilet makinelerinin  ağzındaki koruyucuları sıyırıp kaldırdı. Jiletlerin ikisi de   parlak neon ışıklarının içinde balkıdı. Ne kadar keskin olduklarını denemek için sol kolundaki kıllara tuttu.  Tutar tutmaz da kelleştirdiler orayı. Belli ki kılağsı mükemmeldi ikisinin de.  Anlaşıldı, dedi. İkiniz de benim kadar öfkelisiniz. Anarşistlik görevimizi  sizlerle  birlikte  iyi yapacağız.


İşe nereden  başlayayım diye düşünüyordu ki vitrindeki mankenle göz göze geldi. İlginç, bir dönemler delicesine seviştikleri Safinaz’a nasıl da benziyordu. Heyecanlandı. Gözleri, saçları, üstündeki kabanı, kaşkolünü geriye doğru savuruşu tıpkı onun gibiydi.  Bir mağaza vitrininde kaybettiği kadın,  yıllar sonra yine bir mağaza vitrininde karşısına çıkıyordu. Hem de anarşistliğe bulaşmak istediği öfkeli, dar bir anında. Eskiler, insanların ikiz yaratıldığını söylerlerdi. Söylerlerdi de, bir insanının mankenden de ikizinin olduğunu bilmezlerdi. Kim bilir, belki de Safinaz’a  bakılarak yapılmıştı bu manken. Olamaz mıydı? Bir dönem mankenliğe, modelliğe de sevdalanmıştı Safinaz. Belki de onu yitirdiğinde, arayıp da izini bulamadığında bir manken ustasına modellik yapmıştı. Yoksa durup dururken bu kadar benzerlik olur muydu?..                                                                               


Güneş, eteklerini toplamış, Beşiktaş’ı, Yıldızparkı’nın koyaklarını terk etmeye hazırlanıyor.  Sağ elinde  Safinaz’ın küçücük eli. Dönüp ona bakıyor. Tıpkı bir yürek gibi atıyor. Bir elin böylesine  attığına ilk kez tanık oluyor. Yıldızpark’ın nilüferli havuzunda yüzen çifte kuğulara ellerindeki simitlerden veriyorlar. Parmakları birbirine kenetli, çamlık tepeye doğru tırmanıyorlar.  Kalabalıktan kurtulup koca bir çamın ardına geçince tutup Safinaz’ı ince, uzun boynundan öpüyor. Safinaz, ağzından, gözünden değil de boynundan öpülmesine şaşırıyor. Tıpkı kuğu  gibisin, diyor Safinaz’a. Onun için boynundan öptüm. Dönüşte yine kısa bir süre kuğulara takılıyorlar. İlginç bir şey, kuğular da boyunlarından öpüşerek sevişiyorlar. O günden sonra  nerede sevişirlerse sevişsinler, o iki kuğuyu anımsıyorlar. Ve kuğu sevişmeleri koyuyorlar  her  birlikteliklerinin adlarını.


Sağ elindeki sıcaklığı bir ara Safinaz’ın eli sandı. Yumulu avucunu açtığında jilet makinesinin balkıdığını gördü. Keskin jilet, kendini göreve çağırır gibiydi. Yine mızmızlanmaya mı başlamıştı? Kararlılığını yerine getirememenin, görevini yapamamanın sorumluğunu duydu. Kuğu boyunlu o Safinaz araya girmese,  bu süreçte kesinlikle işini bitirmişti.


Bakışlarını yine yazılarına aldı. Doğrusu camlara bu kadar güzel yazılar döktürdüğünün ayrımında değildi. Mağazanın adında majüskül harflerin en özgününü kullanmıştı. O lanet patronun adını  ise seript denilen  harf sitiliyle yazmıştı. Yazmak değil, eskilerin deyimiyle nakşetmek de denebilirdi buna.  Harfler birbirine bağlanırken bir  su gibi akmış, kıvrılmıştı. Bunlarla yetinmemiş, kenarlarına konturlar çekmiş, yaldızlı sülüsler çizmişti. Ama olsun, kazırken hiçbirine  acımayacaktı. Jilet makinelerini  yukarıdan aşağıya  vurdu mu indirecekti. Sonra ikinci, üçüncü darbeler. Birkaç darbe de çaprazlama vuruş… Camda ne varsa renk renk, yaldız yaldız sıyrılıp dökülecekti önüne. Al işte sana tabelacılık. Al iste sana yazı. Günlerdir  üç kuruşluk  emeğin  ödenmemesinin sonucu bu işte.


Öfkesi mayalı hamur gibi kabarıp kabarıp iniyordu. Sahi ne duruyordu? Gece boyu düşündüğü an gelmişti işte.   Görevini bitirirse rahatlayacaktı. Zaman o zaman, an o andı… 


Erken saatlerde yatağından  fırladığında tepeden tırnağa öfkeye kesmişti. Aceleyle giyinip çıkmıştı. Sabah Kokulu Çaylar Kıraathanesi’nin önünden geçerken oranın ışıklarının yandığını görmüştü. Arap Hayri ocaktaydı.  Mis gibi çay kokusuyla birlikte  yıkanan bardakların sesi geliyordu. Canı dehşetli çay ve cıgara içmek istedi. Ayakları kendiliğinden oraya yönelmişti  ki son anda vazgeçti.  Bilirdi,  Arap Hayri’nin kendisi de, çayları da bu tür sıkıntıları bertaraf etmek için vardı. Ona takılsa, tavşankanı çayından birkaç bardak devirse, üstüne bir de cıgara tellendirirse, kesinlikle öfkesi geçer, kuzu gibi birisi olup çıkardı. Günlerden beri planladığı bu anarşistliği  kırılır, evcilleşirdi. Hayır, demişti kendi kendine. Ne pahasına olursa olsun takılmayacağım oraya.


Buradaki öfkesini azaltan, kıran Sabah Kokulu Çaylar Kıraathanesi değilse kesinlikle  Safinaz, pardon vitrindeki şu mankendi. Göz süzüşüyle, gerdan kırışıyla, öpülmek için kuğu boynunu uzatışıyla  kendini alıp  ta  o yıllara götürmekle  kalmıyor, kafasını, gönlünü karma karışık ediyordu.   

Kentin en kalabalık caddelerinin birinde en tanınmış mağazanın vitrinini yazarken  birisi gelip arkadan gözlerini kapatıyor. Küçücük  ellerini tutunca  yine tıp tıp atışını duyuyor. Bildim, sen  Safinaz’sın diyor. Safinaz ellerini gözlerinden çekiyor. Uzak dur, yağlıboya kokuyorum, dese de dinletemiyor. Sarılıp  yanaklarından öpüyor. Boyalarıma senin kokunu da katacağım, diyor. Göreceksin, daha güzel  olacak yazdığım tabelalar, yaptığım resimler. Safinaz, gamzeli yanaklarıyla gülümseyerek muştulu haberini veriyor: Hani bir mağazaya  tezgahtar olarak girmek istemiştim ya, diyor. Oraya kabul ettiler beni. Haftaya işe başlıyorum.  Dediği gibi  de bir hafta sonra işe başlıyor. Buluşmaları  daha az sürse de geleceğe dönük daha sık ve sağlıklı evlilik düşleri kurmaya başlıyorlar. İşe gidip gelirken hep onun çalıştığı   mağazanın önünden geçiyor. Bazen tezgahta buluyor onu. Bazen vitrini düzenlerken görüyor.  O günden sonra da tüm mankenler gözünde gizli    bir Safinaz kesilmeye başlıyor…

O günden beri bu koca kenti sevginin, barışın, dostluğun, kardeşliğin türlü renklerine boyadın da ne oldu  Arif Usta, dedi kendi kendine. O renklerin anlamını senden başka bilen, anlayan oldu mu? Hayır. Her rengin büyüsünde, gizinde kendi kendini arayıp durdun.  Bulduğunu sandığın yerde her şeyi yeni baştan yitirdin.  Onun için ki kimse ciddiye almadı seni. Sanatının, ellerinin, gönlünün  hakkını alamayınca kendi kendine  yetemeyen  kocaman bir boşluk olup kaldın.


Saatine baktı. Zaman ilerliyordu. Olsun,  dedi. Vitrinlere yazı yazmak zordur, ama onu jiletlerle bir öfke  gibi sıyırıp indirmekse kolay. Senin yapacağın da bu Arif Usta. Gerekirse o haksız patronun önünde de yaparsın  bunu, telaşlanma.


Sahi bu koca kente yazdığı tabelalarla kendini çoğaltmamış mıydı? Şimdi onlardan birisini kazıyarak kendini  yeniden azaltmak mı istiyordu? Kafası karıştı. Şu kentte kaç yere yazı yazmış, imza atmıştı? Bir ara saymak istemiş, ama  ipin ucunu kaçırmıştı. Cama yazı yazmayı rahmetli Artin Usta öğretmişti. Camda sinek durmazken boya nasıl durur  orada  ustam, demişti başlarda. Ama şaşıra şaşıra çabuk kavramıştı. En sulu, en cıvık boyaları bile o cam duvarlarda nasıl tutacağını, oraların renk renk çiçek bahçesine nasıl  dönüştürüleceğini bellemişti. Bununla da kalmamış, tabelalarının  sağ köşesine imza atmayı da hünerleri arasına eklemişti. Bu yüzden olmalı, Artin  Usta’nın sesi kulaklarından hiç gitmemişti… İmza deyip geçmeyeceksin, derdi Artin Usta. Tahtakale’de küçücük bir iş yeri vardı. Tabela yazmayı, kalıp, şablon çıkarmayı, renkler içinden yeni renk elde etmeyi öğretmişti de, bir tabelanın, tablonun köşesine imza atma yetkisini son güne kadar kendisine  vermemişti. Hele acele etme, Arif Kalfa demişti. Her imza imza değildir bir kere.  Haydi onu da geç, o imzayı atmak için çok bedel ödeyecek,  hak edeceksin.  Renklerin, çizgilerin, kontrastların, yaldızların, sülüslerin  seninle konuşacak, bu hakkı önce onlar verecekler sana.  Biz tamam olduk, at artık imzanı usta, diye fısıldaşacaklar kulaklarına.  Bu sesi duymadan imza atarsan o bir imza değil, küfürdür Arif kalfa. Yıllar sonra utandırır seni,  cümle âleme mahcup eder.


Yıllar sonra da olsa  hep duyardı bu sesi. Sokaklardan, caddelerden geçerken durup  kendi yazdığı  tabelalara, camlara bakar, onca renk selinin, yazı karakterinin  içinde bir an da olsa kaybolup giderdi. En çok da alt sağ köşesine  attığı imzası heyecan verirdi kendine. O imzayı hak ettiğine inanırsa, yıllar sonra da olsa elinin, yüzünün, hatta ruhunun mührü gibi görür, ondan gurur duyardı. Kişiliğini, kimliğini o imzada bulur, onunla birlikte tabela tabela çoğalıp taşardı.


Son günlerde çok şeyler değişmişti. Mesleğinin ilk yıllarında fırça  tutuşuna, boyaları bir şıkırdım gibi konuşturuşuna hemen herkes hayranlıkla bakarken, şimdilerde aynı ilgiyi, itibarı  göstermiyorlardı. Bilen de, bilmeyen de hemen laf tıkıyordu bir yerlere: ‘Arif Usta, artık fırça şablon, kalıp dönemi kalmadı, dünya âlem bilgisayara döndü, diyordu.  Çağın gerisine düşme, vazgeç artık bu ilkel yöntemlerden. Yeni tekniklere  uydur  kendini.

Bunları kendisi bilmiyordu sanki. Kızgınlığına, öfkesine yenilmeden yanıt veriyordu onlara: Be hey teknoloji fareleri, diyordu. El sanatıyla makineyi bir mi sayıyorsunuz siz?   Fırçanın önemini nasıl unutursunuz? Bilgisayar dediğiniz o makineyi de denedim ben. Hem de bunca yaşıma karşın. Ama anladım ki kan, can yok içinde.  Ruh dediğiniz şey ise  hiç yok.  Bilesiniz ki ben, kansız, cansız, ruhsuz bir şeyle uğraşmam. 

Hödükler anlamadan gülüyorlardı kendine. Boyaların, fırçaların ruhu, canı mı olurmuş usta, diyerek kendilerince dalgalarını sürdürüyorlardı.

Arif Usta, çok ünlü bir ressam, tabelacı olmasa da rüyalarının çoğu renkler üzerineydi. Gün boyu resim yapıp tabela  çalışması yetmiyormuş gibi, bunları bir de rüyalarına taşırdı. Renklerleri yoğurur, biçimler, kendini de içlerine katarak dağları, denizleri, gökyüzünü, sevgileri, aşkları. düşleri  yeniden boyardı. Rengin her tonu, çeşidi insan ilişkilerinde kendini belli ederdi. Pembe umudun, hoşgörünün adıydı. Siyah dargınlığı, küskünlüğü ifade ederdi. Mavi iki kişi arasında güvendi. Beyaz barış, yeşil dostluk, arkadaşlıktı. Bir insanla kendisinin arasına sarı rengi koymuşsa artık onulmaz uçurumlar açılıyor demekti. Temkinli yaklaşırdı ona. Moru kösnül duygular için saklardı. Gri, kurşun gibi ağır, güvenli ilişkinin rengiydi. Dönekleri, yalancıları, hak yiyenleri çiğ sarıyla anlatırdı. Yazdığı yazıların parasını  ödemeyen patronla kendisinin arasına  altı aydır kavganın vazgeçilmez rengi  kırmızıyı koymuştu. Bir mankenin varlığında Safinaz’la göz göze gelince  anlamıştı ki  sevişmenin rengi  öpülesi  kuğu boynundan  geçilip gelinen yavruağzı rengiydi…


Her şey böylesine güzel giderken, şimdilerde düşleriyle birlikte emeğine de düşman etmişlerdi kendini o haksız insanlar. Her şeyi düşünürdü de, özene bezene yazdığı öz ürününü  jiletlerle  kazıyıp indirmek  isteyeceği aklına gelmezdi. Patronla kendi arasına meğer en parlak kırmızıyı  koymuştu,  dönüşü yoktu artık  bunun, mutlak yapacaktı.


Son olarak sağ, sola bakıyordu ki vitrindeki  ucuzluk, indirim  etiketlerini okudu. Sözde yüzde kırklara, ellilere varan  indirimler yapmışlardı.  Her şey hile yalan üzerine kurulursa sonuç böyle olurdu. Mankenler bile bu yalanlara inanmazken, dudak uçlarıyla gülerken insanların inanması akıl alacak gibi değildi. Camdan içeri girebilse çekip yırtacaktı onları. Aynı etiketlerin üzerine kocaman bir yalan diye yazacaktı.


Elinde jilet makinesi, kazıma işine nereden başlayayım diye düşünüyordu ki vitrindeki Safinaz’la  yeniden göz göze geldi.    


Safinaz’ın kokusunu boyalarına kattıktan sonradır ki  tabelaları, tabloları yeni bir anlam, boyut kazanıyor.  Cama kondurduğu bir A salt A değil artık. A’dan Z’ye kadar uzanan tüm harflerde göz göz yürekler biçimleniyor. Aşk, sevda denizini batıp çıkmayan hiçbir renk  gelip  tablolarına bulaşmıyor…  Kendine bu sanatı öğreten Artin Usta’yı da yanına alarak onu babasından, annesinden istemeye karar verdiğinde Safinaz, iş yerine gelmez oluyor.  Üç gün, beş gün derken günler geçip gidiyor… Nereye varsa, kime sorsa Safinaz’ı bir daha bulamıyor. Buradan geçer diye Galata Köprüsü’nün başında günlerce, haftalarca oturuyor. Boşalan, dolan vapurların, trenlerin arkalarından koşuyor. Onun bir yokluğa karışıp gittiğini anlasa da kabul edemiyor….Safinaz, uykusuz bir gecenin karanlığında  apansız çıkıp  geliyor. Lepiska saçlarımdan fırça yaptım sana,  diyor. Gözlerimin yeşilini, dudaklarımın kırmızısını, dişlerimin akını, saçlarımın sarısını boyalara döküp gamzelerimin  çukurunda eritebilir ve gecenin yüreğine portremi çalışabilirsin... Geceyi uyandırmadan yatağından  kalkıyor. Kendi gözyaşlarıyla ıslattığı fırçasını yine gözyaşlarında yıkayarak resmini çalışmaya başlıyor. Safinaz’ın kaşını, gözünü, kirpiklerini,  dudaklarının     kıvrımlarını, kuğu boynunu, tenini gecenin kocaman, sessiz yüzüne çalışıyor… Hiçbir yerde olan Safinaz o günden sonra yaptığı her tablonun renginde, yazdığı her yazının kıvrımlarında  çoğala çoğala yaşıyor; tıpkı bu vitrinde yaşadığı gibi…    


Kullanmak için jilet makinelerine sarılmıştı ki vitrindeki yazıların birinde küçük bir eğrilik gördü. Sahi nasıl yapmıştı bu hatayı? Hem de bunca yılın ustası olmaktan övündüğü bir dönemde. Çizginin yanlışı, rengin uyumsuzu her zaman rahatsız ederdi kendini. Ürün bir başkasına ait olsa da içine sindiremez, uzanıp düzeltmek isterdi. Öfkelendi. Kan beynine fırladı. Elinde tutup durduğu jilet makinesini  Karnıbüyük’ün içine fırlattı. Kendi emeğini, yapıtını silmek, yok etmek adına burada bulunsa da öncelikle düzeltmeliydi onu.


Aceleyle fırça, boya takımlarını, tinerini, paletini, üstüpüsünü çıkardı.  Caddede yankılanan kepenk, kilit, ayak seslerine bakılırsa bir takım iş yerleri açılmaya başlamıştı.  Eğriliği olan harfin renklerini buldu. Paletine damlattığı boyaları ezdikten sonra  özenli birkaç  fırça darbesiyle  işini bitirdi. Uzağına geçip baktı. Şimdi eğrilik meğrilik kalmamıştı. Sevindi. Camdaki yazıyı kazıyıp indirmek için bir iki kez daha niyetlendiyse de o gücü kendinde bulamadı.  Bedenini ter, sıkıntı bastı. Lanet olsun, dedi.  Korkaklıksa korkaklık. Yapmayacağım.  Bana göre değil bu iş.


Karnıbüyük’ü alıp yürürken Safinaz’a benzeyen mankene  son olarak baktı. Onun hüzünlü bakışlarında hoş bir gülümseme hisseder gibi oldu. Kendi de ona gülümsedi. Bununla yetinmedi, hoşça kal der gibi elini kaldırıp bir ayrılık öpücüğü gönderdi.  Tam o an içindeki fırtınaların durduğunu hissetti.


Aynı caddede, hatta İstanbul’un pek çok yerinde  yıllar öncesinden yazdığı başka vitrinler, taktığı başka tabelalar  vardı. Belki bir gün gelir onların da bozulan yerlerini, yanlışlarını, eğriliklerini düzeltirdi.


Canı müthiş çay istiyordu. En iyisi Sabah Kokulu Çaylar Kıraathanesi’ne varmaktı yine. Arap Hayri, yandan çarklı bir çay yap, tavşan kanı olsun! diye bağırmanın, ardından bir cıgara tellendirmenin keyfini çıkarmaktı…


Bir türkü tutturdu: Sarı kız, sarı gelin/Dünyanın varı gelin…


Evlenseler, Safinaz’da bir  Sarı Gelin olacaktı. Yol boyu yürürken onun  küçücük elini elinin içinde duydu… 

 

  
 Mehmet Güler

®  Öz Yapım oHG   © H@vuz Yayınları                                  © Ocak - Şubat 2009 ISSN 1864-0524