Gecenin ortasıydı. Uykusu yine dağlara ağmıştı
genç kadının. Yatak odasında, transistorlu radyonun
başındaydı. O an, ne eş, ne de çoluk çocuk aklındaydı.
Kendini radyoya vermiş, dünyadan habersizdi. Türkü
arıyordu, beğeneceği türküyü. Henüz bulamamıştı;
ama bıkmadan usanmadan arıyordu. İnat etmişti, bulacaktı.
Yan tarafındaki karyolada yatan kocasının sesiyle ürperdi.
-Safiye! Yahu nedir bu böyle? Saat gecenin kaçı? Yat artık,
yat! Bıktım senin yerli yersiz radyo dinlemelerinden! Gözüne
görünecek var senin!
Kocası “Gözüne görünecek var senin!” tümcesini vurgulayarak söylemişti.
Kocasının tepkisi karşısında sessiz kalmayı yeğleyen genç kadın, radyoyu hemen kapattı.
Açık olan yatak odasının lambasını söndürdü.
Kerpiç yapılı odanın küçük penceresine vuran ay
ışığında soyundu. Gölgesi önce yere, sonra beyaz kireç
badanalı duvara düştü. Bir süre gölgesine baktı.
Kendisini ve gölgesini sanki birileri izliyormuş duygusuna
kapılınca utandı. Hemen fıstık yeşili geceliğini giyip, kocasının
yanına uzandı… Safiye açık buğday tenli, uzun boylu,
etine dolgun biriydi. Omuzlarına dökülen siyah hafif dalgalı
saçları ve zeytin karası gözleriyle birçok erkeğin
aklını başından alacak denli güzeldi.
Sabah kocasından önce uyanıp, kahvaltı hazırladı. Birlikte kahvaltı yaptılar.
Kocasını yolcu ettikten sonra, çamaşır kazanını ateşe vurdu.
Su ısındıktan sonra çamaşırın başına geçti.
Çamaşırları yıkarken ter içinde kaldı. Alnında domur
domur biriken terleri işaret parmağıyla silip attı. Özellikle
kocasının iş elbiseler kolay kolay temizleneceğe benzemiyordu; ama
kararlıydı. Tabure olarak kullandığı kütüğün
üstünde beli ağrıyınca ayağa kalkıp, dizlerinin
üstüne çöktü bu kez. Daha bir hırsla
yumuldu işine…
Ne zaman çamaşır yıkamaya ve temizlik yapmaya kalksa, radyoyu
yanından hiç eksik etmezdi. Şimdi de çamaşıra
başladığından beri radyo yanı başındaydı… Bir yandan
çamaşır yıkıyor, diğer yandan da Türkiye’nin Sesi
Radyosu Yurttan Sesler programında türküler dinliyordu.
Radyoyu açtığında ilkin karşısına Muazzez Türüng
çıkmıştı. Pir Sultan Abdal’dan alınan “Geçti
Dost Kervanı Eyleme Beni” adlı türküyü okumuştu
kendine özgü sesiyle, o da eşlik etmişti. Safiye’nin
sesi güzel olduğu gibi, kendisi de güzeldi. Şimdi, program
yapımcısı sıranın Nezahat Bayram’da olduğunu ve “Hangi
Bağın Bağbanısan?” adlı türküyü okuyacağını anons
ediyordu. Safiye çoğu zaman salt dinlemekle kalmaz,
türküyü okuyan sanatçıya eşlik eder, kendinden
geçerdi. Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda neler
yoktu ki… Arkası Yarın’lar, Yurttan Sesler, Bir Dilden Bir
Telden, Sılaya Dönüş, Ezgilerin Getirdiği, Kahramanlar
Geçiyor, Tarihten Bir yaprak, Geçmişte Bugün, Egeli
Kahramanlar, Çocuk Saati, Tiyatro Saati, Köy Saati ve daha
nice programlar... Daha Yurttan Sesler programı sona ermeden o coşku ve
heyecanla leğen dolusu çamaşırları bir çırpıda yıkayıp
bitirdi.
Yıllar önceydi. Kocası askerden gelmiş, işsiz
güçsüzdü. Köyde, ekip dikecek toprakları da
yoktu. Babasının yanında çalıştığı günlerde
karınlarını dahi doğru dürüst doyuramamışlardı. Ne zaman
kocası 1958 yılının sonlarına doğru devlet demiryollarına işe girmiş,
paranın yüzünü ondan sonra görmüşlerdi.
Genç kadın, kocası işe girdiğinde kente göçmek
için can atmış; fakat kabul ettirememişti. Onun da kendisine
göre bir hesabı vardı. Biraz toparlanmaları gerekiyordu. Kocası
haksız da değildi. Askerlik dönüşünde, demiryollarında
iş buluncaya dek ister istemez köydeki birkaç arkadaşına ve
köyün bakkalına borçlanmışlardı. Önce onları
temizlediler, sonra da birkaç kuruş para biriktirdiler.
Göçmek için trene para vermemişlerdi. Ne de olsa
tren personeliydi kocası. Ücretsiz eşya taşıtma hakları vardı.
Tamam, var olmasına vardı; ama iş yalnız eşyayı taşımakla bitmemişti.
İlkin evi kiralamışlar, bunun için de birkaç aylık
depozite vermişlerdi.
1963 yılının Temmuzunda, Ege’nin Sard Harabeleri’yle
ünlü ilçesine göçtüklerinde, iki
çocukları vardı. Biri erkek, diğeri kız. O yıl, çocuklar
okula başlamadıkları için pek masrafları olmamış, kocasının
maaşından biriktirdikleri parayla her ay birer Reşat altını almışlardı.
Ayrıca kocasına işyerinden verdikleri ikramiyeleri de altına
yatırmışlardı.
O zaman, şimdiki radyoyu aldırmak için boynundan yedi Reşat
altınını sıyırmaya dünden razı gelmişti Safiye. Kocası ilkin bu
işe yanaşmamış, karısı diretince boyun eğmişti. Gerçi
kocası da alma taraftarıydı; ama zamanlamayı uygun bulmamıştı. Şehre
göçtükten sonra, bu aldıkları ikinci radyoydu. İlki
bataryayla çalışan, lambalı, sandık benzeri bir şeydi, ona bir
türlü ısınamamıştı. Hem çok büyük, hem de
ağırdı. İstediği yere taşıyamıyordu. En önemlisi, sesi net
çıkmadığı gibi, ikide bir cızırdayıp duruyordu. Çoğu
istasyonları doğru dürüst çekmiyordu. Ne zaman kısa
dalgada yanık bir türkü yakalasa, güzelim
türkü güme gidiyordu. Bu sebeplerden dolayı satıldığına
fazla üzülmemişti. Bir de kocası söz vermişti, yenisini
almak için. Çünkü gurbet birbirlerinden başka
kimseleri yoktu. Onun için radyo, eşi ve çocuklarından
sonra en önemli teselli kaynağıydı. Radyodaki bazı programlarda
yaşantısından birçok şeyler bulmuyor değildi. Radyo bağımlısı
olmuştu. Onsuz yapamıyordu. Radyo, kendisine ihanet etmeyen yakın dostu
ve tek tesellisiydi. Yatarken bile onu başucundan ayırmıyordu. Kocası,
sabahları erken işbaşı yaptığı için akşamları da erken yatmak
zorundaydı… Oysa kendisinin o saatlerde bir gıdım uykusu
gelmiyordu… Kocası ne zaman uyuyup uyansa, karısını radyonun
başında buluyordu. Zavallı radyo genç kadının elinde kan
ağlıyordu. Ağzı dili olsa da konuşsaydı… Gece geç
vakitlere dek kısa dalga, orta dalga, uzun dalga demeden radyonun
ibresini çeşitli istasyonlarda gezindiriyor, hangi istasyonda
yanık bir türkü veya sıla sohbeti yakalasa orada
kalıyor, dakikalarca bıkıp usanmadan dinliyordu. Önceleri,
kente göçmenin verdiği sevinçle olup biteni pek
anlayamamış, çoğu şeyleri sonradan hissetmeye başlamıştı.
Köydeki ana-babasına, kardeşlerine olan sevgi ve özlemi
gün geçtikçe daha da artmıştı. Hele baba evindeki o
küçük kardeşine olan hasreti yok muydu? Yiyip
bitiriyordu onu.
Sıra çamaşırları durulamaya geldiğinde
vücudu iyice tere batmıştı Safiye’nin. Elleriyle dizlerine
yüklenerek ayağa kalktı. Ağrıyan belini iki eliyle kavrayarak
arkaya doğru gerindi. Alnında boncuk boncuk biriken terler, kaşlarının
üstüne doğru sızıyordu. Bu arada, boynunda biriken iri bir
ter damlası aşağıya doğru yuvarlanırken göğüs oluğunu
gıdıkladı. Gıdıklanan göğüs oluğunun üstündeki
damlayı basma bluzunun ucuyla sildi. Güneş yüzü
görmeyen, sutyensiz bu dipdiri, dolgun göğüsler,
kendilerini sıkan basma bluzun altından fırlayıp çıkmak
için başkaldırıyorlardı. Onlarda haklıydılar, sıcakta
sıkıldıkları yetmiyormuş gibi birde terlemişlerdi.
Güneş yükselmiş, kerpiç ve ahşaptan yapılmış evin
bahçe duvarının gölgesi
küçülmüştü.
Güneşin altında daha fazla kalmamak için yıkadığı
çamaşırları teneke leğene doldurup, çeşmenin yanına
getirdi.
Çeşme, avlu kapısından girişte, sol taraftaki bahçe
duvarındaydı. Önünde küçük bir yalak bile
yoktu. En az bir metre yükseklikteki musluktan akan tazyikli su,
zamanla toprağı oyduğu için musluğun altına çamur olmasın
diye çakıl taşları atılmıştı.
Musluğu açtı. Havanın sıcaklığından dolayı borudan bir süre
sıcak su geldi. Soğuk su akmaya başlayınca, ter içindeki
yüzünü bol suyla yıkadı. Serinledikten sonra, ıslak
ellerini boynuna, kulak arkalarına ve ensesine sürdü…
Terleyen ellerini tekrar musluğun altına tuttu… Sağ eliyle
aldığı bir avuç suyu yanan memelerine serpti, onlar da serinledi
böylece. Musluğu kapattı. Yan tarafındaki çamaşır dolu
leğeni çeşmenin altına çekti. Musluğu tekrar
açtı... Duruladığı çamaşırları sıkıp sıkıp yanı
başındaki kargı selenin içine atarken, tahtadan yapılmış,
çift kanatlı avlunun kapısı tok tok vuruldu.
Ter içinde kalan genç kadın yorgun bir sesle:
-Kim ooo? Dedi.
-Ben Zehra! Saatçinin karısı.
Sesi tanıyan genç kadın, sıkmakta olduğu çamaşırları bırakarak:
-Dur hele! Dur! Geliyorum! Dedi. Kapıya yürüdü. Kapının
arkasındaki demir sürgüyü çekerek, kanadın birini
açtı. Karşısındaki orta yaşlı, delişmen kadına:
-Abacım hoş geldin! Şöyle geç.
Zehra yarı kırıtarak:
-Hoş bulduk kardeş. Kolay gelsin.
Safiye, tabure olarak kullandıkları kütüklerden birini
oturması için Zehra’nın önüne uzattı…
-Bana beş dakika müsaade. Şunları sıkıp, serivereyim…
Safiye işini bitirdikten sonra Zehra’ya:
-Haydi abacım! İçeri geçelim. Gölgeler iyice kısaldı, güneşte kaldık. Orası daha serindir şimdi.
Oturdukları ev kerpiç ve ahşaptan yapılmış. Alt katta bir oda,
mutfak ve sofa; üst katta yatak odası ve önü açık
hayat. Döner bir merdivenle üst kata çıkılan bu iki
katlı evin alt katına geçtiler. Gerçekten
Safiye’nin de dediği doğruydu. Küçük ahşap
pencerenin zar zor aydınlattığı, bu koyu gölgeli odanın içi
loş ve serindi.
Zehra söze her zamanki gibi “şey” diye başladı. Konuşmasının arkasını getirdi:
-Bakar mısın bu sabah başıma ne geldi? Bizim eve
candarma komutanıyla iki asker çıka gelmesin mi? Kocamı
sordular. Ben de seyyar saat tamirciliği yaptığını, köylere
kasabalara gittiğini, çoğu zaman dışarılarda olduğu
söyledim. Önce inanmadılar, ısrarcı olunca inanmak
zorunda kaldılar. Kendilerine ‘Hayırdır inşallah, gelişinizin
sebebi nedir?’ dedim. Başlarındaki komutan “Bayan”
dedi. “Bizim telsiz konuşmalarında parazit oluyor. Dışarıdan
frekans karışıyor, geceleri ve hem de geç saatlerde. Bir
süre takip ettik. Sizden geldiğine kanaat getirdik. Bu
nedenle geldik. Sizde telsiz veya buna benzer bir cihaz var mı?”
deyince şaşırdım. ‘Komutan Bey,’ dedim. ‘Siz ne
diyorsunuz? Ne telsizi, ne cihazı? Öyle şeyler ne gezer bizde. Biz
kendi geçimimizden aciz insanlarız. Kocam ekmek parası
için köy köy, kasaba kasaba boşuna mı
dolaşıyor?’ dedim. İnanmadı. Zaten komutan beyin bakışları
da bir hoştu. Gözünü benden ayırmadan
“Takibe aldık. Diğer görevli arkadaşlarımız da takip
etmişler. Günlerdir ışığınız gece yarılarına dek yanıyormuş. Doğru
söyleyin, yoksa evi aramak zorunda kalacağız,” dedi.
Ödüm koptu. Bu arada kızlarım uyanacak diye korktum. Bu
durumdan çocukların haberi olsun istemedim. Olayı dışarılarda
anlatırlar, millet de bir şey var sanır. Sonra birden aklıma geldi.
İçimden ‘Sakın bu, geceleri bazen türkü ve
haberler dinlerken araya giren bazı seslerle ilgili olmasın,’
dedim. Artık köşeye sıkıştırılmıştım, kaçacak yer yoktu.
Kararımı verdim. ‘Açıkla Zehra,’ dedim.
‘Canını alacak değiller ya. Bir suç işlemedin,
görmedin. Neyden çekiniyorsun?’ Başladım anlatmaya:
“Komutan Bey, gündüzleri seyrek; ama çoğunlukla
geceleri radyoda türkü, şarkı veya haber ararken araya bir
takım yabancı, doğru dürüst anlaşılmayan, bazen de radyonun
sesini bastıran sesler geliyordu. Bu seslerin içine askeri
sesler de karışıyordu,’ dedim. Komutan birden başındaki jandarma
erlerine dönerek: “ Ben size demedim mi yüzde yüz
bu evdir diye? Kolay kolay yanılmam,” dedi. Ardından, bayan şu
radyoyu getirin bakayım, demez mi? Radyoyu getirip, önüne
koydum. Elinde tuttuğu telsizin sesini açtı, askerlerden birine
verdi. Askerin telsizde bir şeyler konuşmasını söyledi. Asker
telsizle konuşurken o da radyoyu eline aldı. Sesini açtı,
ibresini gezindirmeye başladı. Bazı yerlerde telsizde konuşan askerin
sesi olduğu gibi duyuluyordu. Birden ciddileşti. ‘Bu radyoyu
nereden ve kimden aldınız?” Dedi. Ben de ‘Bilmiyorum
komutan bey? Kocam aldı. Ne aldığı yeri, ne de kimden aldığını
bilirim,’ dedim. Aslında yanında çalışan Kütahyalı
bir arkadaşından almıştı; ama adamın da başı derde girer diye
söylemedim. Sonra sertçe “Kocan ne zaman
gelecek?” dedi. ‘Bir iki güne kalmaz, gelir,’
dedim. “Gelir gelmez, İlçe Jandarma Komutanlığı’na
gelsin,” dedi. Tabi komutan bey, tabi! Hay hay!’ dedim.
Alttan aldım. Çekip gittiler.
Zehra bunları anlatırken Safiye’nin rengi atmıştı.
Bunu gören Zehra:
-Ne o kız? Dedi. Bakıyorum, gerçekten korktun. Ya bir de evinize gelseler?
Korkudan, Safiye’nin göğsü güm güm atıyordu.
Körük gibi kalkıp inen yüklü göğüslerini
elleriyle bastırıp:
-Allah korusun! Dedi. Ben de asıl ondan korkuyorum.
Dediğin şey birkaç kere bizim radyoda da oldu; ama yeni değil,
epey önce. Askeriyeyle ilgili konuşmalar oluyordu. Sesler
birbirine karışınca ben de kapatıyordum. Korkudan kocama
söyleyemedim. Hemen parlayıverir. “Ulan karı! Sen benim
başımı belaya mı sokacaksın, ekmeğimden mi edeceksin?” der. O
zaman şapa otururum. Eğer, bizim eve de çıkar gelirlerse
yandım. Kocamın karşısında rezil olurum. Rezil olmayı bir yana bırak,
kemiklerimi kırar. Senin bu başına gelen, bana büyük bir ders
oldu. O zaman öylesine bir iki dinlemiştim. Ne bileyim ben
öyle bir şey olacağına. Bir daha mı? Tövbe. Neyime benim?
Ağrımaz başımı ne diye ağrıtayım? İyi ki anlattın abacım. Yoksa benim
de başıma gelirdi.
Zehra hemen araya girdi:
-Dur bakalım, gelmeyeceği ne malum?
Safiye ateşe basmış gibi:
Aman abacım! Tövbe de. Ağzından yel alsın. Zaten bana, ta baştan
beri “Gözüne görünecek var senin!”
diyordu.