Yağmur
dinmişti. Şemsiyemi kapattım. Taksiden az önce inmiştim. Emek 8.
Caddenin üst kısmında bir yerlerde inmiş olmalıydım, elimdeki
adrese göz atıyordum; 'Huzur apartmanı, No. 21/8, Emek, 8.
Cadde...»
Son anda aklıma geldi; önünden geçmekte olduğum
çiçekçi dükkânına girdim. Yedi tane
beyaz gül seçtim, henüz açmamışlardı;
çiçekçi gülleri saydam kâğıda sararken
dikkatle izledim, açık eflatun renkli bir kurdele bağlattım
saplarına...
Çiçeği alıp dükkândan çıktım.
Az önce yağan yağmur hafif bir serinlik getirmişti ilkbahar
havasına. Kızıl kahve tayyörümün yakasını
düzelttim, önünden geçtiğim bir nalburun
camekânında saçıma göz attım. Sabah taratmıştım, her
zamanki doğal biçiminde omuzlarıma dökülüyordu...
23 Numaralı apartmanı geçtim, 21 numaralı Huzur Apartmanı'nın
kapısı bir akasya ağacının arkasına saklanmıştı... Dıştaki aşınmış iki
basamağı çıkıp karanlık bir koridora girdim.
Asansör yoktu. Işık düğmesini bulup bastım.
Çocukluğumdaki İstanbul'un Kuledibi'ndeki eski apartmanlarındaki
sesi anımsatan bir gürültü ile, ölü bir otomat
girişi, bir köşeye dizili posta kutularını, yukarıya doğru
kıvrılan dar merdiveni aydınlattı.
Üst kat pencerelerinden birinde çiçekler
görmüştüm: gideceğim yer orası olmalıydı. Sessiz, sakin
bir apartmandı; iki kat merdiveni dönerek çıktım.
8 numaralı daireye geldiğimde, kapıdaki pirinç plaketi dikkatle okudum.
Nedense birden heyecanlandım. Yüreğimin çırpınışını boşu
boşuna bastırmaya uğraştım. Bir an durdum, sonra kararlı bir
biçimde kapının ziline iki kez dokundum.
Gül buketini tutan elim titriyordu... Nedense gülmek geldi kendi halime.
Kırk yaşını geride bırakmış, olgun bir kadındım. Toplumda belirli bir
yerim, saygınlığım vardı. Ama işte şu kapının önünde, sınav
çocuğu gibi heyecanlanıvermiştim...
Kapı usulca açıldı. Karşımda, altmış yaşlarında var yok, ufacık
tefecik, saçları özenle geriye toplanmış; tombul bir kadın
duruyordu. Üzerinde siyah bir ev giysisi, ayağında rahat
terlikleri vardı. Serinletici bir kolonya kokusu geldi ondan bana...
«Hanımefendi, sizi rahatsız etmiyorum ya? Ben Leyla Erbay... Dün sabah size telefon etmiştim...» dedim.
Elimde tuttuğum gül buketini yaşlı kadına uzattım.
«Buyurun Leyla hanım... Estağfurullah, niçin rahatsız
edeceksiniz... Ne kadar güzel güller! Neden zahmet ettiniz
efendim...» dedi.
Beni içeriye buyur etti.
Eski stil döşenmiş, kahverengi kadife koltuk takımlı, bir
köşede özenli bir büfesi olan; ufak bir salona girdim.
Gördüğüm kadarıyla ev tertemiz ve çok
düzenliydi. Televizyonun üstüne el işlemesi bir
örtü çaprazlama örtülmüştü.
Girişteki duvarda asılı olan Saatli Maarif Takvimi'nde günün
tarihini okudum: 17 Nisan 1986, pazartesi...
Odanın ortasındaki alçak sehpanın üstünde duran saplı
şekerlikte badem şekerleri vardı. Yanılmamıştım; pencerenin
içindeki saksılarda, atlaslar, begonyalar, renkli kolyozlar ve
büyücek bir paşa cadın gördüm.
«Ben Şadiye... Hoş geldiniz,» dedi kadın, elimi sıktı.
«Siz şöyle buyurun... Ben çiçekleri vazoya
yerleştireyim.»
Evin içini, bulunduğum odayı dikkatle süzüyordum.
Heyecanımı bastırabilmek için rugan çantamı karıştırıp,
sigara paketimi arıyordum ki; Şadiye hanım bir paket Silahlı Kuvvetler
uzattı bana.
«Buyurun... Rica ederim buradan yakın, Leyla hanım... Ne denli
genç ve güzelsiniz... Dergilerdeki fotoğraflarınız size
haksızlık ediyor doğrusu...»
Oturduğum yerde kımıldadım.
«Sağ olun efendim,» dedim.
Sigaramı yaktım. Baktım, Şadiye hanım içmiyordu, gülleri
vazoya yerleştirmiş, karşımdaki koltuğa oturmuştu. Belli etmemeye
çalıştığı bir merak ve ilgiyle bana bakıyordu.
Gözlerimi sehpanın üstündeki gümüş çerçeveli resimlerde gezdirdim.
Şadiye hanım:
«Rahmetli eşim Ragıp bey... Üç yıl oldu onu
yitireli... İnanın yokluğuna çok güç alıştım. Bazan
şu koridordan yürüyüp kapıda beliriverecekmiş gibi gelir
bana...
«Kızım Emel ve damadım... Onlar da Ankara'da oturuyorlar... Şu fotoğraftaki de oğlum Metin...» dedi.
Ailenin resimlerine ilgiyle baktım.
Emel güzeldi, dalgalı saçları yandan ayrılmıştı... Damat,
kara yağız bir tipti. Şadiye hanımın gençlik yıllarına ait bir
fotoğrafı da öteki sehpanın üstündeydi.
«Sizin yaşamınız renklidir... Dünyanız geniştir, Leyla
hanım. Moda dünyası... Defileler, mankenler... Kreasyonlarınız...
Yurt dışı gezileriniz... Dergilerde sizinle yapılan
röportajlar...» dedi o.
Sevgiyle güldüm.
«Evet, mesleğim çok renkli. Ama moda
desinatörlüğü o denli de yorucu... Bilmem ki
hiçbir defileme teşrif etmiş miydiniz, hanımefendi? Örneğin
geçenlerde sunduğum 'Seksen altı ilkbahar ve yaz modelleri'
defilemi izlemiş miydiniz?» diye sordum.
Şadiye hanım başım salladı.
«Ne yazık ki, yalnızca basından izleme olanağını buldum. Diş
çekimi, protez problemlerim var şu aralarda... inanın sosyal
yaşamım çok ölü.»
îçini çekti.
«Arada bir kızıma giderim. Onlar bana gelirler... Oğlum Metin,
elektronik yüksek mühendisi, henüz bekâr... Yirmi
sekiz yaşında. Ehh, o* ayrı oturur... Ama düşkündür
bana, haftada üç gün uğrar. Apartman komşularım iyi
insanlar... İnanın işte tüm dünyam bu kadar benim. Televizyon
yetiyor bana; sinemaya, tiyatroya da gitmez oldum. Zaten Ankara'nın
havası da dokunuyor. Astımım var...» dedi.
Hafifçe öksürdü.
«Geçmiş olsun efendim,» dedim, «Ankara'nın
havası gerçekten berbat.» O an aklıma, 'Ankara havası'
adlı açıklı koyulu grilerden tül ve ipek karışımı bir gece
giysisi çizmek geldi.
Şadiye hanım öne eğilmişti.
«Geçen yaz Metin, birkaç günlüğüne,
deniz kenarına, kuma götürdü beni. Ağrılarıma iyi
geldi... Eşimin ölümünden bu yana, yazlan hiçbir
yere gitmek istemedim. Askeri kampları görmek istemedim bir
süre... İşte örgü, tığ işi, falan filan oyalanıyorum şu
sıralar...
«Ama kendi dikişimi kendim dikerim. Moda dergilerini izlerim. Sizi yakından tanıyorum,» dedi.
«Çok mutlu oldum efendim,» dedim.
«Kahve içerdiniz değil mi?» diye sordu.
«Hiç zahmet etmeyin...» dedim.
«Ne zahmeti!» dedi, izin istedi, mutfağa doğru kayboldu.
Yerdeki düz renkli halıya, camekânın içindeki
uçuk pembe renkli porselen çay takımına; gerideki bir
vazoya yerleştirilmiş, bir iki dal yapma çiçeğe,
özenle yıkanmış halı püsküllerine-, penceredeki tül
perdenin arasından giren öğleden sonra ışığına, köşedeki ufak
radyoya bakıyordum ki; Şadiye hanım yuvarlak bir tepsinin
üstünde iki fincan kahve ile geldi.
Ayağa kalkıp aldım kahvemi.
«Biliyor musunuz,» dedim, «Benim de bazen kendi
kendime olmaya, yalnızlığa, biraz sessizliğe öyle gereksindiğim
oluyor ki! Profesyonel yaşam çok yorucu ve yıpratıcı... Bir
defilenin tüm programı, modellerin hazırlanışı, dikişler, terziler
ve mankenlerle çalışmalar; müzik seçimi,
koreografı... Hepsi aylarca sürüyor...
«Geceyarısı bir ayrıntı aklıma takılır, sabaha değin uyuyamam. Bir sigara yakar not alırım...
«Son defilemdeki tül ve ipek giysilerin tümü
mankenlerin üstünde satıldı. Ama zarar gören elbiseler
de oldu. Kızlar kuliste acele soyunup giyinirken, ince elbiseler
yırtılıyor, fermuarlar takılıyor bazen. Elde olan bir şey değil...
Sonra siparişler gelir... Zevkli fakat yorucu, yıpratıcı bir
yaşam...»
«Ama,» dedi Şadiye hanım, yan gözle bakıp bana,
«Siz hiç yıpranmamışsınız... Mankenleriniz kadar
genç, ince ve alımlısınız. Hem işiniz çok
kazançlı. Ününüz yaygın...»
«Aman efendim,» dedim, başımı önüme eğdim.
Şadiye hanım bir an daldı.
«Ben çocuklarıma çok emek verdim,» dedi,
«İyi yetişsinler, topluma yararlı kişiler olsunlar diye uğraştık,
Tanrıya şükür, gördüm bu günleri. Kızım da,
oğlum da aklımı ak çıkardılar, îşte bir de evlense Metin,
bir yuva kursa... Ben ona kızlar beğeniyorum; güzel, eli
çabuk kızlar... Hiçbirini beğenmiyor.»
Küskün küskün sustu.
Bana döndü:
«Sizin çocuğunuz var mıydı?» diye sordu.
«Fakülteye giden bir kızım var,» dedim.
«Maşallah! Allah zihin açıklığı versin,» dedi, «Ya beyiniz?»
«On beş yıldır yalnız yaşıyorum,» diye yanıt verdim.
Şadiye hanım ellerini dizlerine vurdu.
«Aman yalnız yaşamak çok zor... Siz şimdi anlamazsınız
ama, yaşlanınca yalnızlık çekilir şey değil... Bakın halime.
Ragıp bey rahmetli oldu gitti... Çocuklarım kapımı
çalsınlar diye bekliyorum. Kulağım telefonda... Yeni bağlandı o
da... İki hafta önce. Ya böyle, yalnız kalmamaya bakın
yaşamda. Gençsiniz, güzelsiniz...» dedi.
Sesimi temizledim, bir sigara daha yaktım. İçime derin bir nefes çektim.
«Şadiye hanım,» dedim, «Ben bugün buraya, sizinle bir şey konuşmaya geldim.»
Gözleri bir an parladı, baktı bana.
«Buyurun Leyla hanım, dinliyorum sizi,» dedi.
«Şadiye hanım,» dedim, «Oğlunuz benden üç buçuk aylık hamile.»
Şadiye hanım bana bakmayı sürdürüyordu. Yüzünde bir anlamsızlık bulutu dolaştı.
«Metin...» dedim, «Oğlunuz Metin, benden gebe
kaldı... Üç buçuk aylık... Bu çocuğu
istiyoruz. İlk tahlilleri Sadık Honça laboratuarında
yaptırdık... Sonuç müspet çıkınca çok
sevindik. Şimdi Hacettepe'ye kontrole gidiyor.
«O, bunu size söylemeye cesaret edemedi. Bugün ben bunun için geldim.»
Şadiye hanım birden sapsarı oldu.
«Oğlum... Metinim! İnanamam. Böyle bir şeye inanamam... Olamaz böyle bir şey!» diye bağırdı.
«Sakin olun Şadiye hanım, lütfen sakin olun. Sizin bu konuyu
olgunlukla karşılayacağınızı ümit ediyoruz... Seviyoruz
birbirimizi... Bir süredir birlikteyiz zaten,» dedim usulca.
«Olamaz! Bir tanem oğlum benim! Okulunu en iyi derecelerle
bitirdi. Gelecek onun... Amerika... Yepyeni iş alanları... Nasıl hamile
kalır? Nasıl doğurmak ister? Nasıl olur da mesleğini mahveder?»
diye haykırdı.
Eli tepsiye çarptı. Fincanlardan biri yere düşüp tuzla buz oldu.
«Özür dilerim,» dedim, «Gitmeliyim.
Besbelli yanlış oldu buraya gelmem... Sizi istemeyerek çok
sarstım.»
Kalktım.
Şadiye hanım oturduğu yerde sendeledi; gözleri yukarı doğru devrildi, koltuğun üstüne yığıldı. Bayılmıştı.
Çantamdan ufak kolonya şişemi bulup çıkarttım.
Çabucak mendilime bir iki damla damlatıp alnım sildim. Burnuna
tuttum.
«Sakin olun Şadiye hanım...» dedim, «Alacağım onu... Evleneceğiz yani...»
Bir an baktı bana.
«Olmaz, olmaz!» dedi, ağlamaya başladı.
«Niçin?» diye sordum.
«Siz ona göre değilsiniz... Ben ona genç bir ev kızı
bulacaktım... Ona bakacak, yemek pişirecek... Ev tutacaklardı bana
yakın. Gül gibi geçinip gideceklerdi...» dedi.
Hıçkırıklara boğuldu, devam edemedi.
«Seviyoruz birbirimizi...» dedim, «Sevgi zor bulunan
bir şey... Ben çocuğu istiyorum. O da istiyor.»
«Yeteri» dedi Şadiye hanım, «Bir elektrik yüksek
mühendisi çocuk doğurup ona bakacak ha!
Çıldırmışsınız siz. Yeter!»
Kapıya doğru yöneldim.
Şemsiyemi aldım.
İndim merdivenleri, sonunda ulaştım, sokağa.
Her yanım sinirden titriyordu. Yoldan geçen bir taksiyi çevirdim.
«Gaziosmanpaşa'ya...» dedim.
Yol boyunca dudaklarımı kemirdim durdum.
Metini düşündüm. Onun, şu günlerde hafif
kalınlaşmaya başlayan ince uzun bedenini; sevgi dolu gözlerini,
pırıl pırıl aklını, bana olan sevgisini düşündüm.
İndim taksiden. Tam anahtarımla açıyordum ki evin kapısını, Metin açıverdi.
Yüzümden anladı her şeyi.
«Demiştim sana... Anneme böyle bir şeyi anlatmak zordur.
Belirli kalıplara alışkın o... Ama er geç kabul edecek,
alışacak...» dedi.