ÖYKÜ ROMANA GEÇİLEN BİR YAZINSAL TÜR MÜDÜR?
Bir ülke edebiyatının bugününden, gelişiminden söz
ederken, o ülke
edebiyatının birikimine dayanmamız gerektiği kadar, dünya
edebiyatının
birikimine de dayanmamız gerektiğini düşünüyorum.
Türk öykücülüğünün serüvenini
öykünün büyük serüveninden, insanın
arayışlarından ve yaratma çabalarından
soyutlayıpayrı bir yerde, bambaşka bir
yerde düşünebilir miyiz? Düşünemeyiz gibi geliyor, çünkü arayışlar, yaratma
serüvenleri, öyküler çok yönlü bir etkileşim içindedirler. Eğer bir Cortazar,
bir Calvino, bir Borges, bir Kundera ya da başka yabancı öykücünün bir kitabı,
bir öyküsü size ulaşmışsa, o yazar, o öykü size artık yabancı değildir, ve siz
o kitabı, o öyküyü okumadan önceki kişi değilsinizdir. Dostoyevski, Rus
edebiyat
geleneğindeki yazarlık çizgisini vurgulamak amacıyla,
“Hepimiz Gogol’ün
paltosundan çıktık,” demişti. Bir analoji kurulmak
istenirse, Sait
Faik’in “Semaver”inden, Sabahattin Ali’nin
“Kürk Mantolu Madonna”sından, Orhan
Kemal’in “Murtaza”sından, Bilge Karasu’nun
“Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”ndan,
Vüs’at O. Bener’in “Dost”undan, Adalet
Ağaoğlu’nun “Yüksek Gerilim”inden,
Tomris Uyar’ın “Dizboyu Papatyalar”ından, Oğuz
Atay’ın “Tutunamayanlar”ından
hangi yazarlar çıkmıştır? Türk
öykücülüğünde hiç kimseye benzemeyen
Sait Faik (
ki, Sait Faik’in kendine özgü yazma eyleminin, onun
öykülerinin biricikliğinin
altını çizerek söylüyorum ), hangi
öykücülerden, hangi öykülerden beslenmiş
olabilir? Dostoyevski’yi izleyerek söylersek,
Gogol’ün paltosundan çıkan
yalnızca Rus edebiyatçıları mıdır?
“Öykü nedir?” sorusuna,
“Öykünün tanımını, kuramını değil, kendisini arıyorum. Her yazdığım, öykünün ne
olabileceği üzerine bir arama çabası,” yanıtını veren Bilge Karasu’nun arama
çabasının kaynaklarında onun Gogol, Çehov, Sait Faik okumalarının,başucu yazarlarının, başucu kitaplarının,
başucu kitaplarında yer alan bir tek öykünün olsunkatkısının olmadığı söylenebilir mi? Başka
yazarları tanıdığınızda, başka öyküleri okuduğunuzda, aslında kendinizi tanıyıp
ne yapmakta, neyi aramakta olduğunuzu daha iyi anlamıyor musunuz?
Başka yazarları tanıdığınız,
başka öykü atmosferlerinin içinde yol aldığınız, farkında olduğunuz üslupların
içinde kendinize özgü bir üslup geliştirebildiğiniz, seslerin içinde kendi
sesinizi bulduğunuz, binlerce sözcüğün içinde kendi sözcüklerinizi seçtiğiniz
ölçüde, “ben de varım,” benim yazdıklarım da var, bir de bu var,”
diyebilirsiniz.
Bir öykü hangi dilde anlatılırsa anlatılsın, hangi kültürün ürünü
olursa olsun, anlatılan insandır, anlatılan insana dair bir şeydir, anlatılan
insanın ve hayatın trajedisidir. Anlatılan insanın öyküsüdür, bu yüzden bize
yabancı değildir.
‘Yabancı’ öyküler ‘yerli’
öyküleri, daha doğrusu öyküler öyküleri
besliyor. Okuduğumuz birçok öyküde, bu
öyküler ister ‘yerli’ ister ‘yabancı’
olsun, kimi öykücülerin kendilerine özgü
öyle yazma, öyle anlatma uğraşları,
öyle farklı yazınsal tutumları var ki, bu yazınsal tutumlar, bu
yazma eylemleri
öykünün alıştığımız, bildiğimiz tanımların sınırlarını
zorluyor, öykünün
kısıtlayıcılarını ortadan kaldırıyor ya da kendi öykülerine
yeni kısıtlar
getiriyor. Bu yanıyla öyküler, bir geleneğin içinde
yer aldıkları gibi geleneği
kesintiye de uğratabiliyorlar. Aslında edebiyatta gelenek dediğimiz şey
de bu
şekilde oluşuyor. Bizim öykücülüğümüzden
buna en iyi örnek Sait Faik’tir.
Bu tür bir etkileşimi, öykünün türlerle etkileşimini biraz da öykünün
ele avuca sığmayan, atak özelliğinde, yani öykünün doğasında aramak gerekiyor
kanımca. Öykünün bu yanı, bir yazınsal tür olarak öykünün tanımından başlayarak
birçok özelliğinin yeniden konuşulmasını gereksiniyor diye düşünüyorum.
O halde, tam da şu soruları sormanın yeridir ( her çağda sorulmuş,
yanıtları verilmiştir, yine sorulacak, yine yanıtları verilecektir): Çağımızın
öyküsü nasıl bir öyküdür, ne gibi özellikler taşır?
Bilge Karasu’nun bütün zamanlar için geçerli olabilecek yanıtını
unutmadan, geçen on yıllık dönemlerde öykü üzerine söylenenleri, yazılanları
anımsayalım:
“Öykü sözcük anlamına bakılırsa bir ya da birkaç olaya dayanan bir
anlatı biçimidir. Benim anlayışıma göre öyküde olayın önemi eski değerini
yitirmiştir. Olay yok mudur? Vardır, ancak eskisi değin vurucu nitelikte
değildir. Bakın Sait Faik öykülerine, bir bölüğü kendi kendine konuşmalar
biçimindedir.”
“Roman çok daireli bir apartmansa öykü tek daire bir evdir. Roman
kısa, öykü uzun da yazılsa bu ölçü değişmez.”
Bir yazarımız, “Tanımın sınırlarını muhafaza etmezseniz başka bir türe
girersiniz; ya mensur şiir, ya anı, ya izlenim ya deneme ya da parça parça
bunları yan yana getiren mozaik bir metin,” diyor.
1980’lerde yazılan öyküye tepki olarak yazılmış şu cümleye dikkat
çekelim şimdi de: “Bugün şiir, öykü, anlatı, metin arasında hemen her türlü
sınır kalkmıştır.”
Öykü nasıl yazılır sorusuna bir yazarın yaklaşımı ise şöyle: “ Öykü
bir tipten, yaşanmış bir halet-i ruhiyeden, duyulmuş bir olaydan çıkacak,
bunların yoğun bir anlatımı olacak.”
Bir başka yazarımız, “öykü, romana, şiire, oyuna en açık yazın türü,
öyküyü kesin sınırlanmış bir alana oturtmamalı”, diyor.
Nedim Gürsel, “ Benim yazdıklarım bir başlangıç, gelişme ve sonuç
çizgisi izlemiyor, daha çok şiirsel bir atmosfer oluşturmaya çalışan yazılar. Yazın
türleri arasında bence kesin sınırlar yok, önemli olan tür değil, yazmak,
kurmaca bir dünyanın içinde bir üslup geliştirebilmektir.” Devam ediyor: “Bir
yazar öykü de yazar, roman da yazar. Örneğin en iyi Amerikan romancıları aynı
zamanda öykü kitaplarıyla da tanınmıştır; Hemingway, Steinbeck gibi. Roman
yazdıktan sonra öykü yazmış olanlara ne diyeceğiz?”
Ferit Edgü, “ Gerçekte genel eğilim, öykücülerin romana geçişi değil.
Genel eğilim, öyküyü romanın ilk basamağı olarak görmek. Roman yazdım, bu
öyküden romana geçiş değildi. Yazmak istediğimin kurgusu daha çok roman kurgusu
gerektiriyordu.”
Tahsin Yücel, “Öykü ile roman anlatı türünün iki ana kolu gerçekte.
Benzerlikleri karşıtlıklarından çok daha fazla. En belirgin karşıtlıkları da,
ne denilirse denilsin, uzunluk / kısalık karşıtlığı. Düzyazı biçimsel
kuralların alabildiğine indirgendiği bir tür. Aynı biçimde, şiir de katı
biçimlerinden sıyrıldı. Böylece, öykü ya da romanın şiire, şiirin öykü ya da
romana çok yaklaştığı oluyor.”
Adalet Ağaoğlu, “Benim ilk romanım “Ölmeye Yatmak”da,o günün alışılmış roman kalıpları karşısında
çok şaşırtıcı bulunmuştu. Çünkü burada anı, günlük, mektup, gazete haberi,
ilanlar, belgeler, şiir, şarkı gibi birçok türü bir arada kullandım,” diyor.
Ağaoğlu şöyle devam ediyor: “ Her yazarın edebiyat türleri arasında öncelik
verdikleri, geride tuttukları vardır. Benim yazı dünyamı başlangıçta öykü
değil, oyun yazarlığı belirledi. Ben, dergilerde tek öyküsü yayınlanmadan
romana meyil etmiş farklı bir yazar soyundanım.(…) Gerçi şairler, öykü soluklu
yazarlar romanı küçümserler; ona yaygın, şişkin, dolayısıyla kolay diye bakarlar.
Ama romanda birçok öykü ve baştan sona şiir sancısı çekenler için bu yaklaşım
geçersiz. Yapı sancısı çekenler için de. Roman yazmak, duyarlık, dil dışında
çalışkanlık, sürekli disiplin ve en önemlisi sabır ister. Tabii iç dünyanın,
kafanın da mümkün olduğu kadar zenginliğini.”
Victor Shklovsky, “Öykü romandan
çok daha fazla bir biçimde sona yöneliktir,” diyor.
Cortazar’ın öyküye yaklaşımı Shklovsky’e benziyor:” Roman puan
toplayarak, öykü nakavtla kazanmak zorundadır.”
Dikkat edilirse, öykü genellikle kendi dışındaki türlerle, özellikle
şiir ve romanla karşılaştırılarak, bu iki türle yakınlığı ve uzaklığı ortaya
konarak tanımlanmaya çalışılıyor. Bu durum, öykünün diğer yazınsal türlere göre
genç oluşuyla, başka yazınsal türlerle etkileşimde bulunmasıyla, öykü için çok
değişik diziliş taktiklerinin (kuruluş biçimlerinin de diyebiliriz) mümkün
olmasıyla açıklanabilir mi?
Yanıtı Erna Kritsch Neuse’un şu sözlerinde aramamız gerekiyor belki
de: “ Kısa öykü modern yazında biçim deneyidir.” Neuse, kısa öyküyle şiir
arasında analoji kurarak, “Kısa öykünün kuruluşu çoğunlukla şiirde olduğu gibi
yüzeyde değildir; tersine gizlidir ve okurun girişeceği yaratıcı bir eylemle
ortaya çıkarılmayı bekler.”
Neuse’un bu yaklaşımından hareketle şu soru sorulabilir: Kısa biçimi
gereği dilin en sanatlı biçimde kullanımı, şiirin kuruluşuna benzer kuruluşu,
bir düzyazı biçimi olan öykünün şiire yakın bir tür olarak ortaya çıkışını
sağlıyor olabilir mi?En güzel öykülerin
teknik açıdan romandan çok şiire yakın düştüğüne inanan Edgar Alan Poe’ya ve
Faulkner’a bakarak, bu soruya evet yanıtı verilebilir.
Öykünün tanımıyla, kuramıyla, özellikleriyle ilgili yaklaşımlara şu ya
da bu şekilde katılabilir, ya da katılmayabiliriz. Ama sanıyorum, benim öyküden
anladığım budur, öyleyse bu öykü değildir, şeklinde bir bakış açısı kabul
edemeyeceğimiz bir bakış açısı olsa gerek. Yaratıcı bir yazma uğraşı olan öykü,
öykü eleştirisindende benzer bir
yaratıcılık bekliyor. Bu beklentinin karşılığını eleştirmen Semih Gümüş’ün şu
sözlerinde buluyoruz: Gümüş şöyle diyor: “Yapıtın derin yapısına yönelen sıkı
dokulu bir çözümleme çabası, soyutlamalarla yapıtın görünmeyen yüzlerini de
okuma kaygısı; yazılmayanı bulma, verilmeyen anlamı çıkarma ısrarı, yapıtı bir
dünya olarak alıp onun karşısına onunla baş edecek bir yazı dünyası çıkarma
endişesi..”
Öykü eleştirisi metne bu şekilde yaklaşırsa, yaklaşabilirse Fethi
Naci’nin deyişiyle söylersek, “Eleştiri öykücünün canına okuyabilir.”
Günümüz Türk öykücülüğüyle
ilgili düşüncelerimi açıklamadan önce,
öykünün büyük serüvenine konuşmamın
başında belirttiğim pencerelerden bakmayı
gerekli gördüm. Çünkü öykünün
geçmişini, öykünün serüvenini bilmeden
öykünün
bugününden söz edemeyiz.
Günümüz Türk öykücülüğü
deyince, ben bundan öykünün parlak dönemi olan
1995’ten günümüze olan dönemi alıyorum. Bu
dönemin başlangıcı Adam Öykü
dergisinin yayın hayatına atıldığı yıl olarak
düşünüyorum. Gerçekten de önce
Adam Öykü, çok kısa bir süre sonra Düşler
Öyküler dergisinin yayın hayatına
atılmaları, ardından Ankara Öykü Günleri’nin
başlaması, öykü günlerinin 14
Şubat Dünya Öykü Günü’nü
doğurmasıyla birlikte öyküde canlanma başladı. Yeri
gelmişken söylemek istiyorum: Ellili, altmışlı yıllar da canlıydı,
bu kadar
olmasa da öykü dergileri çıkıyordu,
öykümüz çeşitlilik gösteriyordu, ama
sanırım öykücülüğümüz bu kadar hareketli
değildi, bu kadar kitleselleşmemişti,
böylesine alanlara, salonlara çıkmamıştı. Semih Gümüş, öykü edebiyatı
üzerine yapılan bir soruşturmada kendisine sorulan bir soruyu, “Öykünün,
yaşamımızdaki yerinin, şiirden ve romandan daha çok olduğuna inanıyorum,”
diye yanıtlamıştı.(1) Son yıllarda öyküdeki hareketliliğe, öykücülüğümüzdeki
nicel sıçramaya bakılırsa, SemihGümüş’e katılmamak mümkün değil.
Gerçekten, ne oldu da, öykü yaşamımızda daha çok yer almaya başladı, bir
yazınsal tür olarak öykü, art arda yayın yaşamına katılan öykü dergileriyle,
yayımlanan öykü kitaplarıyla, geniş bir coğrafyayı dolaşan öykü günleriyle, 14
Şubat Dünya Öykü Günü’yle edebiyatımıza ve yaşamımıza bu denli ağırlığını
koydu?
Elbette öykü edebiyatımızın gündeminde hep
vardı. Sait Faik’ten, Sabahattin Ali’ye, Memduh ŞevketEsendal’dan
OrhanKemal’e, Vüs’at O.Bener’den BilgeKarasu’ya,
LeylaErbil’den Oktay Akbal’a, ErdalÖz’den
Ferit Edgü’ye, TomrisUyar’dan AdaletAğaoğlu’na çeşitlilik
gösteren, farklı kanallarla gelişen öykücülüğümüzle zengin bir birikime sahiptik.
Öykücülüğümüz ellili, altmışlı yıllarda olduğu gibi parlak dönemlerini
yaşamıştı. İlk öykü kitapları yetmişli yıllarda yayımlanan Füruzan, Tomris
Uyar, Adalet Ağaoğlu, Nazlı Eray, Tezer Özlü, Nedim Gürsel, Hulki Aktunç, Osman
Şahin, İnci Aral gibi yazarlarımız öykücülüğümüze yeni açılımlar
kazandırmışlardı. Seksenli yıllarda pek çok öykücümüz ilk öykü kitaplarını
yayımlamışlardı. FeridunAndaç’ın saptamasına göre, bu yıllarda ilk öykü kitaplarıyla öykü
edebiyatımıza katılan öykücü sayısı sekseni aşmaktadır.(2) Bu öykücülerin bir
çoğunun tanınması, edebiyat çevreleri tarafından kabul görmesi için doksanlı
yılları beklemek gerekecektir ama, sekseni aşkınilk öykü kitabı, bir tek bu gösterge bile,
öykünün seksenli yıllarda da gündemde olduğunu gösteriyor. Kaldı ki eski
kuşaktan yazarların yayımladıkları öykü kitapları da dikkatalındığında, bu dönemde yayımlananöykü kitaplarınınsayısının sekseninçok üzerinde olduğu görülecektir.
Salt öykü yayımlayan Seçilmiş Hikâyeler,
Öykü gibidergilerimiz
vardı, pek
çok öykücümüzün gün
yüzüne çıkmasını sağlayan. Şiirin yanı sıra
öyküye de
ağırlıklı olarak yer veren a dergisi, Yeni Ufuklar deneyimi yaşanmıştı.
1975-1976 yıllarında yedi sayı çıkabilen Öykü
dergisinden yaklaşık on yıl sonra Hikâye ve Hikâye Sorunları Dizisi olarak
yılda iki kez yayımlanan Yaşasın Edebiyat
dergisi, öykü dergiciliğimiz adına umutlu bir girişim olmakla birlikte,
seksenli yıllarda ancak iki sayı, doksanlı yıllarda da iki sayı daha
yayımlanabilir. Yaşasın Edebiyat’ın,Milliyet Yaşasın Edebiyat
adıyla yayımlandığı yıllarda da öyküyü ihmal etmediği görülür. İzzet
Kılıçlı’nın Ankara’da
çıkardığı, çevresinde Cemil Kavukçu, Hasan Ali Toptaş, ve Özcan
Karabulut gibi öykücülerin olduğu, öyküye ağırlıklı olarak yer veren Yazıt dergisinin 1988 yılında başlayan
serüveni 1991 yılında sona erer.Yazıt
dergisi son sayılarında salt öykülerin yer aldığı Modern Öyküler adıyla
bir ek verir. Öykünün yanı sıra diğer yazınsal türlerin ürünlerine de
sayfalarını açan Yaba Öykü dergisi,
1978 yılından günümüze yayınını sürdürmektedir.Başta Varlık dergisi olmak
üzere, döneminedebiyatdergilerinin öyküye yeterince yer
verdiklerini söyleyebilmek zordur. Bu dergilerin her sayısında yayımlanma
olanağını bulan öykü sayısı genellikle ikiyi geçmez.
Seksenli yıllarda yüze yakın roman
yayımlanır.(3) Tezer Özlü, Nazlı Eray, Hulki Aktunç, Orhan Pamuk, Ahmet
Altan, Latife Tekin, Mehmet Eroğlu, Vüs’at O. Bener, Bilge Karasu, Kaan Arslanoğluilk romanlarını yayımlayan yazarlar olarak
dikkat çeker. Bu dönemde yeni romanlarını yayımlayan yazar sayısının da yüz
dolayında olduğu düşünülecek olursa,romanının da edebiyatın gündeminde olduğu söylenebilir.
Doksanlı yıllarınikinci yarısında
öyküde görülen
verimlilikten, ‘sıçrama’dan hareketle, seksenli
yıllarda öykünün edebiyatın
gündeminden düştüğü ve bu düşüşün,12
Eylül 1980 müdahalesinin, olağanüstü bir
dönemin baskılarının, yasaklarının olumsuz koşullarından,
depolitizasyon
ortamından kaynaklandığı biçiminde bir saptama, bugün
öyküdeki hareketliliği
anlamakta güçlük çekilmesine neden olabilir.
Seksenli yıllarda, bir yandan 12
Eylül’ün toplum yaşamında yaptığı büyük yıkım
farklı boyutlarıyla yaşanıyor,
bir yandan seksen öncesinin edebiyat anlayışıyla hesaplaşma
sürüyor, bir yandan
da bireyselleşme keşfediliyordu. Elbette içe kapanmalar,
yasaklara ve engellere
karşı direnmeler de vardı ama, farklı kuşaklardan, farklı
dünyalardan
katılımlarla seksenli yıllarda da öykü edebiyatın
gündemindeydi; ‘yeni’ler,
‘genç’ler öyküler yazıyor, çeşitli
zorluklara karşın kitaplar yayımlıyor, uzun
ömürlü olmasa da öykü dergileri,
öykü ekleri çıkarıyorlardı. Bu çerçevede
seksenli yılları, öykünün doksanlı yıllardaki
yükselişini hazırlayan,
öykü-öykücülüğümüz-öykü
dergileri adına bir birikim dönemi olarak
değerlendirmek daha gerçekçi bir yaklaşım olmaktadır.
Öyküdeki birikimin bir ‘patlama’ya ya da
‘sıçrama’ya dönüşmesi için, FeridunAndaç’ın
deyişiyle belki bir
‘ıslık’ gerekiyordu. Bu ‘ıslık’,
öyküyü,
öykücülüğümüzü gündeme getiren
yazısıyla Memet Fuat’tan geldi.(4) Öykü dergisine gereksinim olduğunu
yazan Uğur Kökten somut bir adım attı.(5) Feridun Andaç da bir
yazısında öykü dergisi önerisinde bulundu:” Öykücülerimiz neden öykü
dergileri çıkartmıyor, öykü üzerine düşündüklerini yazmıyorlar. Genç
öykücülerin, yazarların buna gereksinimi var.” (6) SemihGümüş’ün
yönetiminde Adam Öykü Kasım 1995’te, Özcan Karabulut-Adnan Özer
yönetiminde Düşler Öyküler Nisan 1996’da, KadirYüksel’in
yönetiminde Üçüncü Öyküler 1998’de okurlarıyla buluştu. Bu dergileri,
2000 yılında Öyküden Bir Bilet:Gidiş-Dönüş dergisi izledi.
Doksanların ikinci yarısında art arda
yayımlanan öykü dergileri kısa sayılabilecek bir sürede
canlı öykü edebiyatı
ortamını oluşturdular. Hiç kuşkusuz, öykü dergileri
‘yeni’lere, ‘genç’lere yer
açtı, okuru öykü yazmaya özendirdi,
öykü edebiyatımıza bir canlılık kazandırdı.
Dergiler ‘yeni’, ‘genç’
öykücüler tarafından öykü bombardımanına
tutuldu. Öykü
kabına, öykü dergilere sığmadı, sığmıyor. Canlı bir edebiyat
ortamı için
edebiyat dergilerine gereksinim vardı, ve edebiyat dergilerinin
sezgisine,
bilgisine, deneyimine sahip olan MemetFuat’ın, UğurKökten’in, FeridunAndaç’ın işaret fişeği işlevi taşıyan yazıları önemliydi. Öte
yandan, öykü yazan insanların sayısındaki artış,yazılmakta ve yayımlanma olanağı bulamayan
öyküler, öykü dergilerinin yayınlanmasını kaçınılmaz kıldı, diye düşünülebilir.
Öyküler, öykü dergilerini dürttü adeta. Son dönemde yayımlanan öykü dergilerinin
serüvenlerini Seçilmiş Hikâyeler, Öykü gibi dergilerin serüvenlerinden
ayıranetkenlerden biride okurlardan, ‘genç’lerden dergi çevrelerine
uzanan bu hareketlilik olsa gerek.
Öykü dergileri, Varlık, E gibi edebiyat dergilerini harekete geçirdi. Edebiyat
dergileri öyküye daha çok yer vermeye başladı. Örneğin, Varlık dergisi “Ustaların Seçtikleri” başlığı altında, henüz
öyküsünü yayımlanmamış ya da adını duyurmamış öykücülerin ürünlerini
değerlendirmektedir. E dergisi yayımlandığı
süre içinde öykü eki verdi. Türk Dili
dergisinin 1975 yılında yayımladığı “Türk Öykücülüğü Özel Sayısı”ndan sonra, Hece edebiyat dergisi kitap boyutunda
kapsamlı bir çalışma yaparak, Ekim-Kasım 2000 sayısını “Türk Öykücülüğü Özel
Sayısı”na ayırdı. Kum dergisi de,
Mart 2003 sayısında Türk Öykücülüğünü işledi. Gazetelerin kitap ekleri de
öykücülere, öyküye, öykünün sorunlarına da sayfalarında daha çok yer vermeye
başladılar.
Öyküdeki hareketlenme karşılığını öykü
antolojilerinde de buldu. Enver Ercan,
“Tanzimattan Günümüze Türk Öykü Antolojisi”ni geliştirerek 1994 yılında
yayımladı. Ömer Lekesiz, “Yeni Türk
Edebiyatında Öykü” başlıklı antolojisini 5 cilt halinde doksanların sonunda
hazırladı. Bu çalışmaları Mehmet
Hengirmen’in hazırladığı “2000 Yılında Türk Öykü Antolojisi” ve diğer
antolojiler, seçme öykülerin yer aldığı kitaplar izledi.
Öykünün yaşamımızda daha çok yer almasında
bir başka etken, yayınevlerinin romanın yanında artan bir biçimde öykü
kitapları yayımlamalarıdır. Can, Gendaş yayınları bu yayınevlerinin başında
gelmektedir. Burada belirtilmesi gereken birnokta, son dönemdeAdam,
Okuyanus, Can gibi yayınevlerinintematik öykü kitaplarına yönelmeleridir.
Doksanlı yıllar, usta öykücülerimizin eski
ve yeni öykü kitaplarıyla okurun karşısına çıktıkları yıllar olarak dikkati
çekmektedir. Uzun süre öykü kitabı yayımlamayan ya da romana yönelenyazarlarımız, son dönemde art arda öykü
kitapları yayımladılar. İnci Aral, Adalet Ağaoğlu, Erdal Öz, Adnan
Özyalçıner, Feyyaz Kayacan, Hulki Aktunç, Mustafa Balel, Necati Güngör,
yıllar sonra bir öykü kitabı hazırlayan Pınar
Kür anılan yazarlara örnek olarak verilebilir.
Öykünün yükselişe geçmesi şairleri de
etkiledi: Artık şairler de öykü yazıyorlar! Tarık Günersel, Haydar Ergülen,
Adnan Azar, İzzet Yasar, Ali Cengizkan öykü yayımlayan şairlerin başında
gelmektedir. Ahmet Telli, Hayati Baki
doksanların ikinci yarısında ilk öyküleriyle göründüler. Adları anılanşairlerin tamamı öykülerini öykü dergilerinde
yayımladılar.Ahmet Erhan ve Adnan Özer
yine bu dönemde ilk öykü kitaplarıyla okur karşısına çıktılar.İki binliyıllarla birlikte,eleştirmen M. SadıkAslankara’nınilk öykü kitabını yayımladığı,eleştirmen FeridunAndaç’ın da
öyküleriyle dergilerde görünmeyebaşladığı anımsanmalı.
Öykü eleştirisinde ve kuramsal yazılarda
durum istenilen verimlilikte olmamakla birlikte, öykü üzerine düşünen, yazan
öykücülerin, yazarların sayısındaumut
verici bir artış görülmektedir. Bunu biraz da öykü dergilerine bağlamak
gerektiğini düşünüyorum. Necati Mert, Ömer Lekesiz, Behçet Çelik, Hürriyet
Yaşar,Kemal Gündüzalp, Ahmet Sait Akçay
öykü üzerine yazan yazarlar olarak dikkati çekiyor. Hiç kuşkusuz, Semih
Gümüş, Feridun Andaç ve M.Sadık Aslankara öykü eleştirisine en büyük
katkıyı yapan eleştirmenlerimiz. Fethi Naci yazıları özlenen, Füsun
Akatlı ise ‘keşke daha çok yazsa’ dediğimiz usta eleştirmenlerimiz. M.Sadık
Aslankara, doksanların ikinci yarısında yayımlanan
öykü dergilerinin toplam kırk sayısında doksan dokuz genç öykücünün yayımlanmış
iki yüze yakın öyküsünü saptamış.(7) Bu veriler bir yazınsal tür olarak öykünün
büyük bir çekim alanı yarattığını gösteriyor. Burada SemihGümüş’ün
değerlendirmesine başvurabiliriz: “Öykü, bugün
yaşadıklarımızı romandan ya da şiirden daha çok kavrıyor. Olanakları daha çok
elveriyor. Öncelikle yaşam biçimimizin hızlılığına denk düşüyor. Bireyliğini
kazanan insan, yaşamın ayrıntısına daha çok yer verir. Yaşamın ayrıntılarının
da en çok öyküde kendini bulduğunu düşünüyorum. Öykünün yaşamımızdaki yeri
gitgide daha çok önem kazanıyor.”(8)
Yetmişli yıllarda yazılan, devrimci öznelerin,
öncülerin, mücadelenin ön plana çıkarıldığı, yüceltildiği, insanın ve yaşamın,
bireye dair yalnızlıkların, aşkların ihmal edildiği, ertelendiği bir şiire
tepki olarak, seksenlerden başlayarak öykünün öne çıktığı düşünülebilir. Bu
durum, dünya şiiri ölçeğinde çok iyi bir yeri olan Türk şiirinin gerilediği, zayıfladığı
anlamına gelmez elbette, şiirin edebiyatın gündemindeki yerini öyküye bıraktığı
anlamına gelir olsa olsa. Nitekim,seksen öncesi şiir‘ayak
değiştirmek’te zorlanmış, okur şiirden, yayınevleri şiir kitabından, hatta şair
bile şiir kitabından uzak durmuştur.
Eleştiri, özeleştiri, sorgulama başlayınca, özellikle 78’liler olarak
adlandırılabilecek bir kuşağın üyelerinin yaşadıklarını yazaraköyküye yöneldikleri, kendilerini öyküyle
gerçekleştirdikleri ileri sürülebilir. Seksenden sonra yayımlanan, bir tür ’12
Eylül Öyküsü’ olarak adlandırılabileceköykü kitaplarında bunun örnekleri görülebilir.(9) Ayrıntılar karşılığını
öyküde buluyor, öykü yaşamı ve insanı daha iyi kavrıyor dediğimizde, bu
saptamanın, seksenli yıllarda yaşadıklarıyla hesaplaşarak öykü yazan, öykü
kitapları yayımlamaya başlayan insanlarda bir karşılığı olmalı. Çünkü, İnciAral’ın
dediği gibi,“Öykü özü dolayısıyla muhaliftir, çıkışsız
olanın kapısını zorlar. Dolayısıyla hem toplumsal, hem de bireysel arayış
dönemlerine uygun bir türdür” de.(10)
Son yıllarda artan sayıda öykü, roman
yazılıyorsa, bunun bir nedeni de, zaman zaman dile getirildiği gibi, okurla
yazar arasındaki mesafenin kısalması, hatta kapanması olabilir. Günümüz okuru
edebiyat metnini yeniden üreten, karşılaştırmalı okuyabilen ve çözümleyen bir
profile sahiptir ve bu beğeni, bu bilinç düzeyiyle ‘ben de yazarım’, ‘bir de bu
var’ diyebilen potansiyel yazar özelliği taşımaktadır. Öykü dergileri öykü
günleriyle birlikte yazar adaylarını da harekete geçirmiştir. On yıl boyunca
yayımlanan öykü dergileri ve yine on birinci yılına giren öykü günleri
deneyimi, pek çok potansiyel yazarın ilk öykülerini, ilk öykü kitaplarını öykü
dergilerinin yayımlandığı, öykü günlerinin yapıldığı bu on bir yıllık dönemde
yayımladıklarını göstermektedir.
Öykünün, başta şiir olmak üzere, oyuna,
denemeye, günceye daha yakın bir yazınsal tür olması, bu tür öykü örneklerine
sıkça rastlanması da,son yıllarda
öykünün daha çok yazılmasında bir başka etken olabilir. Hiç kuşkusuz bunun
tehlikeli bir yanı var; ‘genç’öykücüler öykü yazmayı kolay bir uğraş olarak
görebilir, bunun tuzağına düşebilirler. Öykü geleneğimizi bilmeden, usta
öykücüler okunmadan, iç döküşlerle birbirini çoğaltan, içtenlikten,
inandırıcılıktan, toplumsal duyarlılıktan, diyaloglardan uzak öykülerin
yazıldığı söylenebilir, söyleniyor. Bu görüşlerde haklılık payıvar. Nitelikli öyküyü, yıldızı parlayan
öykücüyü ortaya çıkaracak olan öykü eleştirisidir elbette.
Öykü yaşamla, insanla iç içe yazılıyor.
Öykü, çağın isterlerine karşılık gelen bir tür.
Tomris Uyar’ın deyişiyle,
“Öykü, dünyanın bugünkü hızına daha
uygun, daha çağdaş bir tür.” Evet, insanların
söyleyecek sözleri, anlatacak öyküleri var.
İnsanlar, kendilerini öyküyle ifade
ediyorlar, öyküyle gerçekleştiriyorlar.
Çünkü insan öyküsüyle var.
Öyleyse,
öykü insanın, edebiyatın gündeminde hep var, hep var
olacak.
Zengin bir öykücülüğünüz varsa; SeçilmişHikâyeler’inizle, Öykü’nüzle,
a derginizle, Yeni Ufuklar’ınızla,YaşasınEdebiyat’ınızla, Yazıt’ınızla köklü bir edebiyat dergiciliğine, öykü dergisi
deneyiminesahipseniz; SaitFaik’ten başlayarak pek çok usta öykücünüz varsa; öyküler Çehov’ların, Edgar AlanPoe’ların, Borges’lerin, Cortazar’ların öyküleriyle besleniyorsa; genç öykücüleriyle,
dergileriyle, günleriyle öykücülüğümüzden bu atılım, bu gelişme beklenmeliydi,
diye düşünüyorum.
2000’li yıllarda roman yükselirken, öykü
geriliyor mu? Gerçekten de roman nicel olarak yükseliyor, romanın nicel olarak
yükselişi öykünün gerilediği anlamına mı gelir?
Adam Öykü dergisinin Mayıs-Haziran 2003 sayısında yazdığım yazıda, “Sayısal veriler,
seksenlerden günümüze artan sayıda roman yazıldığını göstermektedir. Başka bir
deyişle, önümüzdeki dönemde , öykünün yanında roman da edebiyat gündemindeki
yerini koruyacaktır. Öykü romana bir ‘geçiş türü’ değildir hiç kuşkusuz. Ancak,
son dönemde öykücülüğümüzdeki nicel sıçramanın romana da yansıyacağını kestirmek
çok güç olmasa gerek,” saptamasında bulunmuştum.
Nitekim son üç dört yıl nicel olarak
romanda da sıçramanın yaşandığı yıllar olarak dikkati çekiyor. 2004
yılındaTürkiye’de 279 yeni roman
yayımlandı. 2005 yılında da artış sürdü ve 300 yeni roman yayımlandı. Bu sayı
2006 yılında 300 üzerine çıktı. Avrupa’da romanın birincil tür olduğunu,
örneğin Fransa’da binlerce roman yayımlandığını biliyoruz. Buradan hareketle
300 sayısı düşük görülebilir, ama romancılığımızın yüz yıllık serüveni
düşünüldüğündeulaşılan rakam daha önce
görülmeyen bir üretim olduğu için küçümsenmeyecek bir rakamdır. Son yıllarda
Türkiye’de şairler, öykücüler, gazeteciler roman yazıyor. Edebiyat yaşamına
romanla başlayan yazarların sayısı da dikkat çekiyor. Gerçekten de Türkiye’de
polisiyeden bilim kurguya, fantastikten siyasal romana, psikolojik-gerilimden
güncel toplumsal-bireysele kadar çeşitlilik gösteren bir tür roman. Aşk romanı
da yazılıyor tarihsel roman da.
Romandaki bu sıçrama son yıllarda Türk
edebiyatının en çok üzerinde durulan olaylarından biri hiç kuşkusuz. Bazı
yazarlar bu durumu, yalnızlaşan bireyin romana yöneldiğiyle açıklıyor. Kimi
yazarlar için romanın geniş anlatım olanaklar var. Okurun romana olan
ilgisiyle, yayınevlerinin ticari kaygılarla ilk romanları basmalarının da
etkisi olduğunu düşünen yazar sayısı az değil. Yazarların tanınma, ünlü olma
arzusunun da roman yazılmasında etkili olduğunu söyleyen bir kesim var. Hangi nedenle ve nasıl olursa olsun insanların
roman yazmaları iyi bir şey bence, ama aynı şeyi yazılan romanların kalitesi
için söyleyebilmek zor. Türkiye’de öykü kalite olarak romandan çok daha iyi bir
durumda, öykü yetkin örnekleriyle dünya öykücülüğünde çok iyi bir durumda
bence. Romanın henüz istenilen kalitede olmamasının nedenlerinden birini belki
de Tomris Uyar’ın şu sözlerinde bulmalıyız:” Öyküyü, roman yazmak için bir tramplen
olarak görmüyorum. Bunlar birbirinden çok farklı iki tür. Kimi roman yazan
öykücülerimizin, öykülerinin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ancak bazı genç
romancılarımızın hiç öykü yazmamış olmasını şaşkınlıkla karşılıyorum. Çünkü
öykü bir yoğunluk ister, böyle bir yoğunluğu denemeden, romanın esnekliğine
geçmenin tehlikeli bir edebiyat serüveni olduğunu düşünüyorum.”
Yine de, Türkiye’de romanın nitel olarak
yükselişini saptamamız için bir süre daha beklememiz gerektiğini düşünüyorum.
Burada yeri gelmişken, romanın bundan sonra nicel yükselişiyle ilgili olarak
şunu söyleyebilirim: Orhan Pamuk’un Nobel’i almasından sonra Türkiye’de romana
yönelişin hızlanacağını, romanın edebiyatımızın en önde gelenyazınsal türlerinden biri olacağını kestirmek
zor olmasa gerek.
Yeniden öyküye dönecek olursak: Öykü,
öyküyü yazan için de okuyan için de zor
bir tür. “Öykü, tümcelerin birbiri
ardına estetik bir kaygıyla sıralanmasıyla yarattığı kurmaca niteliği
çerçevesinde, bir dünyayı kısa ve bağdaşık olarak
yoğun bir biçimde algılamanın
düşüncelerimiz üzerinde yarattığı etkidir.” Bu
cümle öykü üzerine bir tanım
denemesi. Lale Demirtürk’ün bu tanımı
öykünün gerçekten de zor bir tür olduğunu
yeterince ortaya koyuyor. Okur dünyanın her yerinde romanı,
öyküye tercih ediyor.
Yayınevleri de okurun tercihi yönünde roman yayımlamayı
tercih ediyorlar.
Türkiye’de bu böyle.
Dünyanın pek çok ülkesinde öykünün durumu
tartışılıyor. Çağımızın öykücülüğün sonuna tanıklık ettiği, öykü öldü,
biçiminde tartışmalar yapıldığını biliyorum. Okurun ve yayınevinin tercihi
romanı birincil tür gösterebilir, ama ben kendi payıma öykünün zor ve köklü bir
tür olduğunu, zengin bir öykü birikimine, aynı şekilde zengin bir öykü
dergiciliği birikimine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Öykü yaşamla, insanla iç
içe yazılıyor. Öykü, çağın isterlerine karşılık gelen bir tür. Tomris Uyar’ın
deyişiyle, “Öykü, dünyanın bugünkü hızına daha uygun, daha çağdaş bir tür.”
Romanın son üç dört yıldaki nicel
yükselişine karşın ( ki bu yükselişi de bir yerde
öykünün yükselişine
bağlıyorum), azımsanmayacak sayıda öykü kitapları
yayımlanabiliyor, öyküler
dergilerde her zamankinden fazla yer bulabiliyor, Ankara Öykü
Günleri’nin on
birincisi yapılabiliyor, öykü günleri geniş bir
coğrafyayı dolaşabiliyor, 14
Şubat Dünya Öykü Günü projesi hayat
bulabiliyor. Bu iki etkinlik bile
öykücülerin öyküde ısrar ettiklerini,
kendilerini aynı zamanda bir ilişki
biçimi olarak öyküyle gerçekleştirdiklerini
ortaya koyuyor. O zaman roman
yükselirken, öykü geriliyor mu? sorusuna benim
verebileceğim cevap şu oluyor:
Seksenli yıllar, öykünün doksanlı yıllardaki
yükselişini hazırlayan,
öykü-öykücülüğümüz-öykü
dergileri-öykü günleri adına sessiz bir birikim
dönemiydi. Öykü, 90’ların ikinci yarısında
hiçbir dönemde görülmeyen
yükselişinin ardından 2000’li yıllarda romanın da bir yerde
yükselişini
hazırlarken doğal olarak biraz duruldu. Her yükseliş, her fırtına
doğal olarak
bir sessizliği, bir duruluşu, bir dinginliği getirmez mi, yeniden atağa
geçmek
ve yükselmek için?
Yirmi beş yılı aşkın bir süredir öykü
yazıyor, öykü üstüne düşünüyor, öykü etkenlikleri yapıyorum. 2000’li yılların
başında sokakta çalışan çocuklarla ilgili bir projeyi hayata geçirmek için
Diyarbakır’a gittim. Diyarbakır, kentin insanları, birtakım olaylar beni çok
etkiledi. Kafamı meşgul eden, yazmadan rahat
edemeyeceğim temalar vardı. Birkaç öykü yazabilirdim, ama bana kendini duyuran
temalar, elimdeki ‘malzeme’ daha fazlasını dayatıyordu: Bu bir romandı. Öyküden
gelmiş bir yazar olarak, romanın revaçta olmaya başladığı bir dönemde roman
yazmamak için çok direndim. Sonunda roman düşüncesi baskın çıktı; yazmaya
başladım.
İki kez ısmarlama öykü yazmam istendi.
İlki, sular altında kalmaya başlayan Halfeti ve çevresiyle ilgili. Belkıs’a,
Tılmısa’ya hayat veren Fırat bu tarihi yerleri yok etmek üzereydi. Birecik
Barajı’nın suları, Saba Melikesi’ni, Rumkale’yi, Kız Mağarası’nı,
zeytinlikleri, fıstık ağaçlarını yutacak, insanlar yıllardır yaşadıkları
toprakları terk etmek zorunda kalacaklardı. Etkilenmemek, tepki duymamak mümkün
değildi. Fırat’a Karışan Öyküler kitabının projesini yapan öykücü
arkadaşların isteğini kabul ettim. Zeugma’nın öyküsünü yazacaktım. Yazmaya
başladım da. Araştırarak, imgelemde yol alarak yazıyordum. Dört sayfa kadar
yazdım. Öyküyü yazdığım sıralarda yolum Dıyarbakır’a düştü. Çocuk işçiliğinin
sona erdirilmesiyle ilgili bir proje nedeniyle Güneydoğu’daydık. Aynı proje
çerçevesinde, Gaziantep’e, oradan Adana’ya geçecektik. Diyarbakır’dan
Gaziantep’e yol alıyorduk. Halfeti yolumuzun üzerinde bir yerde olmalıydı. Bölgeyi
gözlerimle görmek, Fırat’ın sularına dokunmak istedim. Küçük bir motorla
barajın suları üzerinde ilerliyor, adını andığım tarihi yerleri geziyorduk.
Sulara dokundum ve elimdeki öyküyü bitiremeyeceğimi anladım.
İkincisinde, Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni
İlknur Özdemir ana teması gece olan bir öykü yazmamı istedi. Elimde
‘Diyarbakır romanı’ olduğunu, roman çalıştığımı gerekçe göstererek “gece
öyküsü”nü yazamayacağımı söyledim. Israr etti. Ismarlama öykü yazmak bana ters
gelse de İlknurÖzdemir’i kırmak istemiyordum. İki hafta izin
istedim, bir paragraf yazabilirsem kabul edecektim. İstediğim sürede istediğim
paragrafı yazınca evet dedim. Yaklaşık üç ayda içime sinen bir öykü yazdım.
Öykünün adı, “Gece, Bir Otel Odasında.” Bu öyküyü İlknur Özdemir’e borçluyum.
Ismarlama öykü yazmak bana ters
gelse de, Gece, Bir Otel Odasında öyküsünü bu koşullarda yazdım. Öykünün teması,
alt temaları romanımında temalarıydı.
Öyküde romanın temalarını işleyerek romanın bütününü görmek istedim bir yerde.
Bir parça gördüm de. Romanın ortaya çıkmaya başladığı günlerde gördüğüm ise,
temaları ne olursa olsun romanın öyküden çok farklı bir yapıya sahip olduğuydu.
Diyeceğim, son altı yılda Dernek yöneticiliğinin yanında, öykü etkinlikleri
gerçekleştirip öykü dergisi çıkarırken elimdeki romanı bitirmeye çalıştım. Uzun
süre yayımlayamamamda, elimdeki romanı bitiremememde eylemli olmamın yanı sıra
dünya romanındaki çıtanın yüksek olmasının da etkisi olduğunu görüyorum.
Okuduğum her iyi roman romanımı geciktirip duruyordu. Bu sürede şunu fark
ettim: Roman kendisinin dışındaki türlere, uğraşlara pek izin vermeyen,
mümkünse yazarının yirmi dört saatçalışmasını gerektiren bir yazınsal tür.
Romanımın konusu hayatımız (belki de
küresel hayatımız demeliyim). Romanda, “Kadınlar senin için ölsün,” dendiği
andan itibaren aşk da var, meşk de. Romanın ana karakterlerinden biri olan
başörtülü kadının yaşadığı yasakaşk,
aşk söz konusu olduğunda her şeyin mümkün olduğunu gösteriyor bize. Kentlere ve
ülkelere yapılan yolculuklar var romanda ( insanın kendine yaptığı yolculuklar
da diyebilirim). Yol hep Diyarbakır’a çıkıyor ama. Yol Diyarbakır’a çıkınca,
son çeyrek yüzyılda hayatımızı farklı boyutlarıyla etkileyen kimi olayların
romana girmemesi mümkün mü? Kimlik ve aidiyet sorunu da romanın ilgi alanında
ister istemez. Sahiden biz kimiz, farklı aidiyet duygularıyla kendimizi nereye
ait hissediyoruz? Çocuk işçiler sadece Diyarbakır’ın ve Türkiye’nin sorunu
değil, aynı zamanda dünyanın da bir sorunu. Kiralık çocuk işçiler, köle çocuk
işçiler, fuhuş yaptırılan çocuk işçiler…Romana kalırsa, sosyal patlamasokakları işgal etmekte olan çocuklardan geliyor. Çocuk işçiliği
alanında uygulanan çifte standartlar gelişmiş ülkelerin ve süper devletlerin
siyasal alanda uyguladıkları çifte standartları da düşündürüyor ve en çok bu
ülkeleri ve devletleri sorgulanır hale getiriyor.Evet, romanım bir aşk romanı, ama aynı
zamanda bir kent romanı da. Öte yandan, siyasal öyküler de yazmış bir yazardan
siyasal bir roman beklemekşaşırtıcı
olmasa gerek.
Roman bittiğinde bir de roman yazmış
olacağım, tüylerimi diken diken eden, beni roman yazmaya mecbur
eden bir roman
olmuş olacak. Romandan sonra da öykü yazmaya devam edeceğim
elbette. Şimdi elimde üzerinde beş yıldır çalıştığım
bir roman olsa da, benim yazınsal türüm öykü.
Yazmaya öyküyle başladım ve kendi yazınsal
türümü buldum. Kısa öykü benim hayat tarzıma
uygun bir tür, yaşadığımız
karmaşık ilişkilere, entrikalara, parçalanmış hayatlara,
parçalanmış zamanlara
denk düşüyor. Öykü yazarak, kendimi, insanı,
dünyayı anlamaya ve yorumlamaya
çalışıyorum. Çekim alanından kurtulamadığım şeyleri.
Öykü yazarken yazınsal
türler arasında dolaşıyorum; günceyle anının, anıyla
denemenin, denemeyle
oyunun, ama daha çok şiirin. Öyküyü
‘melez’ bir tür olarak görüyorum. Uzun bir
zamandır, öykü yazmanın biçim denemesi yapmak olduğunu
düşünüyorum. Kendi
sesimi bulma yönünde bir arayış gibi görüyorum
yazma eylemini. Bunu
benimsersek, farklı biçim denemeleri yapabilir,
öykünün sınırlarını
zorlayabiliriz.