Giriş Mustafa filminin 28 Ekim Salı günkü Ankara galasına,
erteleme şansımın olmadığı bir toplantı nedeniyle katılamadım. Cumhuriyet
Haftası dolayısıyla 1 Kasıma kadar her gün doluydum; filmi izleyemeden, kitap
fuarına ve bazı etkinliklere katılmak için İstanbul’a gittim. Film hakkındaki
tartışmalar başlamıştı. Tepki giderek yoğunlaşıyordu.
Programım öyle sıkışıktı ki İstanbul’da da
fırsat bulup filmi göremedim. Görüşümü soran değerli yayıncılardan, filmi izleyemediğimi
söyleyerek af diliyordum.
Filmi izlemediğimi bilen sevgili Uğur Dündar, Atatürk ve Milli Mücadele hakkındaki yalan ve yanlış genel iddialar hakkında bir
program yapmayı önerdi. Yakın tarihimizle ilgili sahte tarihler, hatta
ansiklopediler var. Tarihini böylesine çarpıtan, gerçeğin yerine sahtesini
geçirmeye çalışan bir başka millet var mıdır? Bu, bize özgü, utanç verici bir
durum. (Bu konuda 750 sayfalık bir çalışmam var: Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele). Son zamanlarda yeni kuşak iddiaların da
üretildiğini görmekteydim. Öneriyi memnunluklakabul ettim. Arena programında eski, yeni bazı uydurma iddiaları
sordular, ben de yanıtladım. Program 10 Kasım Pazartesi gecesi yayımlandı.
11 Kasım Salı günü Ankara’ya döndüm. Bilgisayarıma büyük çoğunluğu Mustafa filmini kınayan 400’den fazla mail yağmıştı.
Bazılarına göz attım. Şaşırdım. Çok düşündürücü iddialar ileri sürülüyordu.
Birikmiş gazetelere baktım. Aynı gün Kanal D’den telefon ettiler, 32. Gün için çağırdılar. Konu Mustafa filmiydi, Can Dündar’la filmi konuşacaktık. Yeniden İstanbul’a
gidemeyecek kadar yorgundum. Af diledim. Sayın M. Ali Birand anlayış gösterdi,
“Öyleyse biz Ankara’ya
geliriz” dedi. “Daha filmi göremedim ki.” “Can Dündar yarın sabah filmin cd’sini alıp size, eve gelecek. Birlikte
izlemenizi istiyor. Sonra programı çekeriz.” “Peki.”
Ertesi sabah bir televizyon kanalında
programım vardı. Öğlene doğru eve döndüm. Az sonra da sevgili Can Dündar geldi. Kucaklaştık. Filmin cd’sini
getirmişti. Ekranın karşısına geçtik. Televizyondan bir de kameraman
göndermişler. Birkaç dakika bizifilmi
izlerken çekti.
Can Dündar’ın
sayın annesi ile Basın Yayın Genel
Müdürlüğü İç Basın Şubesinde birkaç
yıl birlikte çalışmıştık. Çok nazik, çok
seviyeli bir genç hanımefendiydi. Kadromuz bir aile gibiydi. Can Dündar’ı bu nedenle biraz da evladımız gibi severiz. Film Atatürk’ü işleyen iddialı, tartışmalı bir filmdi. “Bak..” dedim,
“..Beğenmezsemsöylerim. Ona göre.” “Elbette hocam.”
Filmiizlemeye başladık. Yaklaşık 20 dakika sonra, ilk kanımı söylemek içinfilmi durdurmasını rica ettim. Bu noktaya
kadar filmde, yazılan ve maillerde yer alan ağır eleştirilere, büyük
suçlamalara hak verdirecek hiçbir sahne yoktu. Çekimleri, yönetimi de
beğenmiştim.
Filmin başında M. Kemal’in, üç yaşındayken ölen kardeşinin cesedinin
çakallar tarafından parçalandığını yansıtan birkorku filmi sahnesi vardı. Bu sahne ve anlatım beni tedirgin etmişti ama
bunun olumlu bir anlama dönüştürüleceği umuduyla sustum. Bu konuya yeniden
döneceğim.
İzlediğimiz noktaya kadar suçlanacak,
eleştirilecek bir sahne görmemiştim. Bu bölümle ilgili eleştiriler bana haksız
geldi.
Ama M. Kemal’in Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderildiğinin
açıklanmasından sonrafilmde yanlışlar,
abartılar, eksikler, saptırmalar, haksızlıklar, yersizlikler, küçültücü
anlatımlar, resimlerbelirmeye başladı.
Sona doğru arttı. Son bölüm şaşırtıcıydı. Her duyarlı insanı yaralamıştır
sanıyorum.
Filmdeki güzellikleri, teknik başarıları da,
yanlışları, olumsuzlukları da, ilk görüşte görebildiğim, anlayabildiğim kadar,
söyledim. Düzeltmesini istedim. Bazı olumsuzlukları ise program çekimine geç
kalmamak için not etmekle yetindim. Program çekiminde değinirim diye düşündüm.
Can Dündar beni çok efendice dinledi, değindiğim
hususları kabul etti, yanlışları düzelteceğine de söz verdi. Doğrusu da buydu.
Türkiye’de Milli
Mücadele, Cumhuriyet dönemi ve Atatürk hakkında insafsız, kuyruklu, çıngıraklı,
rezilce yalanlar söylenip yazılırken Atatürk ve dönemi yanlış ve eksik anlatılamazdı. Yanlış anlatım
yalancıların, sahte tarihçilerin, kara çalıcıların ekmeğine yağ-bal sürmek
olurdu. Tarihimizin ve 20. yüzyılın en büyük insanlarından biri söz konusuydu.
Hele eser, ‘belgesel’ diye nitelenen bir film ise, her kare ve her sözcük,
tarihe vegerçeğe dayanmalıydı.
Can büyük bir içtenlikle, “Keşke size
danışsaymışım” demek inceliğinigösterdi.
Saat 15.00’e doğru filmi izleme sona erdi. Can
gitti. Pek az sonra da televizyondan yollanan araç geldi. Dinlenemeden çekim
yapılacak yere gittim.
Ben sayın M. Ali Birand’ın yönetiminde Can’la benim katılacağım ikili
bir program yapacağımızı sanıyordum. Bu genişçe konuşulacak, olumlu sonuçlar
verecek bir program olurdu. Programa 6 kişinin katılacağını orada öğrendim.
İlke olarak böyle kalabalık programlara katılmam. Hiç katılmadım. Gerçekler,
laflamalarının altında ezilip kalıyor. Geri dönmek şık olmayacaktı, programa
katıldım.Çekim yapıldı.
Payıma düşen süre içinde filmin eksiklerini,
yanlışlarını yumuşak bir üslup içinde, emeğe saygımı koruyarak, özetledim.
Program ertesi günü, Perşembe gecesi yayımlanacaktı.
Perşembe sabahı, daha gazetelere bakamadan,
telefonum ardarda çalmaya başladı. Can Dündar’ın Milliyet gazetesinde bir gün önce filmi birlikte izlediğimizi anlatan bir
yazısının yayımlandığını bildiriyorlardı. Yazıdan filmi beğendiğim anlaşılıyor
olmalı ki ısrarla şunu soruyorlardı: Sahi filmi o kadarbeğenmiş miydim?
Yazı, filmi birlikte izlediğimizi gösteren iki
de resimle süslenmişti. İlk paragrafı şöyleydi: “Geçen gün Turgut Özakman’ı televizyonda bizim Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yaparken
görünce çok üzülmüştüm. Çünkü filmi izlemediğini biliyordum.”
İddiasına göre ben filmi izlemeden ‘Mustafa filminden sahnelerüzerinde yorum yapmışım’. Oysa evde, söz
açılınca, Arena programında sadece bana sorulan yeni, eski
yalan ve yanlış iddialara yanıt verdiğimi kendisine anlatmıştım. Bunarağmen 32. Gün’ün çekimi sırasında da ayıp ederek bu
yakışıksız iddiayı yinelemiş,beni bu
gerçeği program içinde bir daha açıklamak zorunda bırakmıştı. Durumu iki kez
açıklamış olmama rağmen yazısının başında, bu iddiayı yine ileri sürüyordu.
Kendisine duyduğum güven solup gitti. Kimi efendi insanlar direksiyona geçince
canavarlaşır, kimi kaleme sarılınca böyle saygısız olur!
Yazının girişi ve genel havası, filmi çok
beğendiğim izlenimini vermekteydi. Can filmi eleştirdiğimi de belirtiyordu ama
neleri, nasıl, ne kadar eleştirdiğimi sessiz geçmişti.
Bu reklam kokan yazıdan olağanüstü rahatsız
olduğumu belirtmeliyim. Bu benim hiç hoş görmeyeceğim bir cinlik. Asla
çiğnenmeyecek nezaket, saygı ve güven kuralları vardır.
Gece yarısından sonra yayımlanacak olan
programı izleyebilenler doğruyu öğreneceklerdi ama izleyemeyenler, ne
düşüneceklerdi? Hâlâ telefonla, maille sorup duruyorlar: “Siz, Can Dündar’ın
yazdığı gibi sahiden filmi beğendiniz mi?”
16 Kasım Pazar akşamı (19.00 seansı), filmi
telaş etmeden, bir daha ve büyük perdede seyretmek için eşimle birlikte
sinemaya gittim, çok dikkatle, not alarak izledim.
İlk izleyişte, belki yoğun İstanbul günlerinin
yorgunluğundan,belki Can’la dostça
konuşa konuşa izlediğimizden, bazı hususları atlamışım. Bu izleyişte,
dikkatimden kaçmış büyük boşluklar ve yeni olumsuzluklar fark ettim. Bilgilerimi, izlenimlerimi birleştirdim.
Film genel yaklaşımı, yanlışları ve eksikleri
ile beni düşündürdü. Artarak, şaşırtarak, üzerek, ürküterekdüşündürmeyi sürdürüyor.
Bu yazıyı yazmak için Can’ın röportajlarını ve
açıklamalarını buldum. Genç Bakış ve 32. Gün’ün kayıtlarını birkaç kez izledim.
Bu yazıyı film hakkındaki düşüncelerimi
genişçe açıklamak, Can’ı bir kez daha uyarmak ve özellikle sevgili
öğretmenlerimizi ve öğrencilerimizibilgilendirmek için yazıyorum.
Yazımı gerektikçe soru-yanıt biçiminde
sürdüreceğim. “Mustafa” Adlı Film Filmin anlatım sanatı bakımından çok ciddi bir
eksikliği var: Filmde tema (anafikir) yok. Tema, kural olarak, bir yargı
cümlesidir. Eser temayı kanıtlamak, anlatmak için var edilir. Tema bütün esere
yön verir, konuyu çerçeveler, anlatımı toparlar, sanatsal disiplin altına alır.
Mustafa’da genel bir tema yok, denilebilir ki her
aşamada değişen temalar, motifler var. Omurgasızlığın, dağınıklığın,
eksikliklerin, iç çelişkilerin, konunun gelişip ilerleyememesinin, final
coşkusuna yürüyememesininana nedeni bu.
Anlatım sanatı, kurallarına uymayanları
cezalandırır.
Film yaklaşık 2 saat sürüyor. Dramatik çatışma
içermeyen, düz bir çizgi halindeki bir filmin iki saat ilgiyle izlenmesizordur. Oysa M. Kemal kargalarla, parasızlıkla, karanlıkla,
yalnızlıkla değil, çok önemli, etkili, büyük güçlerle çatışmıştır: İstibdat,
emperyalizm, komitacılık, Alman subayları, ortaçağlık, bağnazlık, ilkellik,
gericilik, yoksulluk, bilgisizlik, teslimiyetçilik, işbirlikçilik, hainlik,
barbarlık, Batı karşısında duyulan aşağılık duygusu, nankörlük vb. Hiçbir
aşamada bu çatışmalar yer almıyor. Hele emperyalizmden hiç söz edilmiyor.
Emperyalizm yok sayılarak yakın tarihimiz nasıl anlatılabilir ve anlaşılabilir?
Kimlerle mücadele ettiğimizi anlatmadıkça, mücadelenin müthişliği, zaferlerin
büyük anlamı nasıl anlaşılacak? Nitekim anlaşılmıyor.
Kısacası, filmin konusu dümdüz ilerleyen bir
çizgi halinde. Dramatik anlamda ne çatışma var, ne kırılma. Bunun sonucu olarak
merak da yok. Kural olarak finale doğru gelişim yoğunlaşır, hızlanır ve
yükselir. Bu filmde tersi oluyor. Yükselmiyor, düşüyor ve sonunda sürünüyor.
İkinci izleyişimde200 kişilik salonda 27 kişi vardı. Kimse
bırakıp gitmedi ama kıpırtılar, öksürükler, mısır yemeler, fısıldaşmalarilginin gevşekliğini belirtiyordu. Çekimler güzel, bazı yerlerde çok güzel, kurgu
ustaca, teknik olanaklar akıllıca kullanılmış. Yerli, yabancı arşivlerden
yararlanılarak etkili siyah-beyaz otantik filmler, fotoğraflar sağlanmış. Bu
önemli, değerli bir başarıdır.
İkinci izleyişte beni müzik de düşündürdü.
Fazla Balkanlı geldi. Besteci, bir büyük imparatorluğun acı veren ölümünü,
‘yeni Türkiye’nin önsözü Çanakkale’yi, yenilgiyi, işgalleri, Anadolu’yu,Milli Mücadele mucizesini, o çılgınca yurtseverliği, yeni bir devletin
doğuşunu, kurtuluşu, bağımsızlığı, bir hayat hamlesi olan çağdaşlaşma
çabalarını, yani devrimleri, Anadolu aydınlanmasını, bu emsalsiz destanı
nereden bilsin? Aydınlarımızın çoğu bile bilmiyor. Doğrusu Muammer Sun, Fazıl Say, Çetin Işıközlü gibideğerli
bestecilerimizi aradım.
Filmin anlatıcısı Can Dündar. Türkçesi temiz. Ama bu film dramatik anlatım
istiyor. Can bir haber spikeri gibi yorumsuz, heyecansız anlatıyor. Hiç
duygulanmıyor, Anadolu yanıp yıkılıyorken hiç acımıyor, kızmıyor. Zaferlere hiç
sevinmiyor, coşmuyor. Düzayak, tekdüze bir seslendirme.
Bu Bir Belgesel Film Değil –Mustafa bir belgeselfilm
mi? –Hayır. Bir film, bir mektuptan bir parçaya, kahramanın
günlüğündenbirkaç satıra yer
verdiği,bazı belgesel filmlerden
yararlandığı için belgesel olmaz. Bunlar küçük küçük, sevimli, ilginç, hoş
süsler. Gerçek bir belgesel filmde ilke olarak yanlış, çarpıtma, gerçekleri
sulandırma bulunmaz. Gerçeklerle oynanmaz. Belgesel filmin amacı gerçeği,
doğruyu anlatmak, belgelemektir. –Yanlış, çarpıtma, sulandırma var mı Mustafa’da? –Evet var. Olmasa 32. Gün programında söylemezdim, şimdi de bu yazıyı yazmazdım.
Sırası geldikçe bilgi vereceğim. –Belgesel değilse nasıl bir film? –Bu film kendi söyleyişiyle bir Can Dündar filmi. Diyor ki: “Bu benim Atatürk’üm, bana ait bir Atatürk yorumu. Bunun ‘gerçek Atatürk’e daha yakın biri olduğunu belgelerle
kanıtlamaya çalışıyorum.” (9 Kasım günlü Hürriyet, Pazar eki, 8. sayfa) –Kanıtlayabiliyor mu? –Hayır. Aşağıda örneklerle açıklayacağım. Can Dündar devam ediyor: “Biri de çıkıp diyebilir ki,
‘Hayır, Atatürk hiç böyle bir adam değildi. Yüzlerce kişiyle
birlikte yaşadı, asla yalnız kalmadı.’ Tamam, eyvallah, belgelerini ortaya
koysun, o da Atatürk filmi yapsın. Biz de izleyelim ve
tartışalım.” –Allah Allah. Atatürk ve dönemi, belgeselcilerin oyun parkı, yarış alanımı? Onun bunun Atatürk’ü olur mu? –Gerçekleri bilim ahlakı ve anlayışıyla araştırıp
saptayanlar için başka başka Atatürk olmaz.
Maksatlılar, niyeti bozuklar, bilgisizler,
gafiller, aptallar, hainler Atatürk’ü kendilerine göre anlatmaya çabalıyorlar.Bu nedenle de başka başka Atatürk’ler var. Ama bunlar gerçeklere aykırı,
hayali, ısmarlama, maksada göre üretilmiş gerçek-dışı Atatürk’ler.
Doğrusu şudur: Doğumundan ölümüne kadar
gittikçe büyüyen bir tane Atatürk vardır! Ötesi fasafisodur.
Bir sanat filminde bazı yorumlara, farklı
yaklaşımlara, özgün süslemelere yer verilebilir ama bu bir belgesel, yani
doğruyu, gerçeği yansıtmakla sorumlu bir film. Masal değil,hikâye değil, fantezi değil, hayal oyunu
değil. Bir lider ve ölen bir imparatorluk, doğan bir devlet, bir diriliş sürecianlatılacak. Böyle bir konu, yaratıcılarından hem bir
tarihçi vicdanı ve bilinci, hem bir sanatçı saygısı ve duyarlığı, hem de
yeminli bir tanığın dürüstlüğünü ister. Mustafa filminin birçok sahnesinde bu özellikleri özlemle aradım.
Tarih ile oyun olmaz, insanın elinde patlar.
Hele hayatı söz konusu olan kimse bir devlet
kurucu, kurtarıcı, önder, sahici bir kahraman ise, bütün ekip için gerçeğe
bağlılık bir namus ve vefaborcu olur. –Ekipten kastınız nedir? –Can Dündar “Bu benim Atatürk’üm, benim yorumum” diyor, filmin bütün sorumluluğunu
üzerine alıyor ama bu noktada Can Dündar’ı kendine karşı savunmak gereğini duyuyorum. Şöyle ki: Bu
film sadece bir Can
Dündar filmi
değil. Çünkü Atatürk ve dönemini (1881-1938) bütün boyutları,
evreleri ile kavrayacak kadar geniş ve ciddi bir araştırma yapmak ve
belgelemek, kolay iş değildir. Bilen bilir, bu iş uzun yıllar, sürekli bir
çaba, sağlıklı bir bakış açısı ve geniş bir kaynak birikimi ister, doğruolanla yanlış olanı birbirinden ayıracak bir
ölçüye sahip olmayıgerektirir.
Neredeyse ömrümü bu konuya verdim, hâlâ durmadan çalışıyor, araştırıyor,
bilgimi sınamaya, genişletmeye, eksiklerimi tamamlamaya çabalıyorum. Bu nedenle
Can Dündar, haklı olarak, bir araştırma ekibi kurmuş.
Öyle sanıyorum ki bu genç ekip Can’a, yeterli, sağlıklı malzeme getirmemiş. Birikimini
doğru, sağlam bilgilerle genişletmemiş. Ekibin Atatürk kim, olay ne, iyi kavradığını iddia etmek çok
zor. Atatürk’e hayatı ilginç ünlü biri gibi yaklaşıyorlar.
Atatürk’ün Türkiye, Müslüman memleketler, sömürgeler
ve dünya için ne anlama geldiğinin sanırım pek farkında değiller.
Bir küçük dokunuş: Filmin sonunda yararlanılan
kaynaklar listesi var. Listede Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele adlı çalışmama da yer verilmiş. Ama tek
sayfasının bile okunmadığı belli. Okunsa, o yanlışlar ve eksikler filmde yer
almazdı. Göz boyama kaynakça olmaz.
Filmin danışmanları da, biriken malzemeyi
Can’ın doğru, tarihin akışına uygun, düzeyli biçimde değerlendirmesine ve
işlemesine yardımcı olmamışlar. Anladığım kadarıyla danışmanlar dabu içiçe geçmiş büyük dönemleri ve hele Atatürk’ü pek az biliyorlar. Keşke danışmanların da
gerçek danışmanları olsaydı.
Nitekim Atatürk Araştırma Merkezi’nin
eleştirilerini Can
Dündar
değil, film ekibi yanıtlıyor. (Ntvmsnbc.com’un Mustafa filmi ile ilgili bölümünde)
Özetle, bu film bir ‘Can Dündar ve ekibinin’ filmi. Ekibi derken yalnız
araştırmacıları, danışmanları değil, filmin arkasında duran, filme destek veren
kurumları da kastediyorum. Mustafa’yı
destekleyen kurumlar herhalde senaryoyu okumuş, incelemiş,demek ki beğenmiş, galalar yapılarak
yöneticilere,geniş bir tanıtımın
yardımıyla halka, özellikle öğrencilereizlettirilmesini yararlı görmüş, sorumluluğa katılmış ve yardım
etmişler. (Türkcell’in senaryoyu dikkatle inceledikten sonra, bu filmi
desteklemeyi doğru bulmadığı anlaşılıyor. Can diyor ki: “Bu filmin sponsoru Sabancı. Filmi bittikten sonra izlediler. ‘Var
mısınız, yok musunuz’ dedim. ‘Şurasını beğenmedik’ deselerdi, filmi alıp
çıkacaktım.” [Hürriyet, 10 Kasım 2008] Yani Sabancılar filmin bitmiş
halini görmüşler, beğenip onaylamışlar.)
Filmdeki yanlışların, çarpıtmaların,
haksızlıkların altında, destekleyen kurumların da imzaları bulunuyor! Bu
kurumlar yanlışları, çarpıtmaları, haksız yargıları benimseyip
benimsemediklerini açıklamalı.
Bazı illerimizde Milli Eğitim Müdürlüklerinin
de öğrencileri filmi izlemeye zorladıkları yazılıyor. Biraz düşünen bu
zorlamanın nedenini çakar. Umarım bu haber doğru değildir. Yeni Belgeler, Bilgiler –Yeni belgeler, bilgiler var mı filmde? –Uzun yıllardır tarihimiz okullarda doğru ve yeterliokutulmuyor. Tarihimizi doğru öğrenmediğimiz,
okumaya da meraklı olmadığımız için, genel izleyici bakımından birçok bilginin
yeni olduğu söylenebilir. Ama bu, değerlendirme çıtasınıyerden sadece bir karış yukarda tutmak
demektir. Çok değil, biraz tarih bilenler için yeni bir bilgi, belge yok.
Sadece iki Fransız gazetesi var. Biri hastalığından söz ediyor. Öteki Atatürk’ü diktatör olarak niteliyor. Birçok olumlu,
yücelticiyabancı gazete haberi, yazı,
açıklama var; ekip nedense bu yazıyı seçmiş! Filmde bu haksız nitelemeye karşı,
kısa da olsa bir yanıt yer almalıydı. Çünkü diktatörlük bambaşka, korkunç bir
şeydir. Nitekim Can
DündarGenç Bakış programında diyor ki: “Fransız gazetesinin
diktatör nitelemesine karşı bir duruşumuz olmalıydı.” (5 Kasım gecesi, Kanal D)
Filmde böyle bir karşı duruşun zerresi yok.
Tersine, bu iddiayı destekleyen ifadeler var. Aşağıda belirteceğim. –O dönemde birçok yabancı yazar, düşünür, bilim adamı ve
politikacının, özellikle de mazlum milletler liderlerinin Atatürk ve dönemi hakkında yazıp söylediği birçok
övücü,gurur verici açıklamalar var.
Nedenhiçbirine yer verilmemiş de bu
Fransız gazetesinin nitelemesi seçilmiş? –Bu soruyu Can Dündar’ın ve ekibinin yanıtlaması gerekecek. Düşündükçe birçok
şey zihnimi kemirip duruyor. Nedensiz ne yaprak kımıldar, ne debir seçim yapılır. Bu konuda Mustafa’cılara dört değerli kaynağı hatırlatmak
istiyorum: Bilâl N.
Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk; Özer Ozankaya, Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti; S. Çiller, Atatürk İçin Diyorlar ki (Varlık Yayınevi, 1965); Atatürk’e Saygı (TDK, 1969). –Umarım okurlar. –Bir de dayanaksıziddialar, yakıştırmalarvar ki
bunlara yeni bilgi demek bilgiyi aşağılamak olur. –Ya Atatürk’ün not defterleri? –Atatürk’ün not defterlerinden ikisi Şükrü Tezer ve Afet İnan tarafından yayımlanmıştır. Harp Tarihi Dairesi’ndeki not
defterleri 21 tanedir. Yeni ortaya çıkmış belgeler değildir, uzun yıllardan
beri biliniyor, yayımlanıyor. Meraklılar bilir. (Toplu bilgi için: Ali Mithat İnan, Atatürk’ün Not Defterleri, Gündoğan Y., Ankara, 1969) Hangi Atatürk? –Can Dündar, Hürriyet’te sayın Ayşe
Arman’a
şöyle diyor: “Benim bildiğim, benim okuduğum adam, bana anlatılan adama
uymuyor. Benim oğluma anlatılan da benim bildiğim adam değil.” (9 Kasım, Pazar
eki, 8. sayfa) Bu konuda ne düşünüyorsunuz? –Can Dündar’ın Atatürk’ü, Mustafa
filminde anlattığı Atatürk ise, bu Atatürk’üngerçek Atatürk’le pek az ilgisi var.
Can, Atatürk ve dönemini parça parça incelemiş. Geneli görmemiş.
Ormana bakmıyor, ağaç dallarıyla ilgileniyor. Mesela Atatürk’ün laiklik anlayışınıdin karşıtlığı gibi algılıyor. Atatürk’ün içkisine, yalnız bırakıldığına takıntılı.
Hele Cumhuriyet dönemini hiç anlamamış. Atatürk’ün sofracısı Cemal Granda’nın şişirilmiş, uyduruk anılarını ve benzeri
anıları, doğru ile yalanı daha ayırdedemediği için gerçek sanıyor. Bu arada
zaman zaman yeni tribünlere oynadığı izlenimini de alıyorum.
Bir de şu var: Atatürk’ü psikolojisi ile anlatmak istiyor. Yararlı
bir yaklaşım. Ama bunu bir psikolog ya da ciddi bir hoby olarak psikolojiyi
seçmiş olan biri yapabilir. Can psikoloji bilmiyor. Vamık D. Volkan ile Norman İtzkowitz’ın yazdığı Ölümsüz Atatürk adlı kitaptan yararlanmış. Kitabı çok
başarılı buluyor. (Hürriyet, 10 Kasım, s.6) Bir psikoloğumuzbu kitabı inceleseydi şaşırtıcı, akıl
karıştırıcı, bilimselliği çok şüpheli, Atatürk’ü acayip kalıplarla çözümlemeye çalışan,
tuhaf, esrarengiz bir kitap olduğu açığa çıkardı. Atatürk’ü anlamak için başvurulacak bir kitap
olmadığını söyleyip bu konuyu kapatacağım. (Ek-1’de [s.60] Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat’ın yazısı var.)
Psikoloji, amatörler için çok kaygan,karmaşık bir alandır. İnsanı gülünç eder.
Dikkat!
(Bu kitabın etkisiyle Can diyor ki: “Babasız
büyümek, bir ülke için baba figürüne dönüşmenizde etken olabilir.” [Hürriyet, 10 Kasım, s.6] Söz konusu kitapta işte buna
benzer birçok yakıştırma var. Mesela Atatürk’ün yurtseverliği şöyle anlatılıyor: “M. Kemal anasına duyduyu sevgiyi, anasının ölümü
üzerine vatanına yöneltmiştir.” (Bağlam Y., 1998, s.290) Nasıl? Ne kadar
bilimsel değil mi?)
Atatürk’ü anlamaya, anlatmaya, açıklamaya,
çözümlemeye çalışan birçok dürüst, doğru, değerli çalışma var. Can bunlardan
yararlanmak yerine bu komik kitaba takılıp kalmış. (Kendisine aydınlatıcı,
dürüst, baba bir kitap tavsiye edeyim: Prof. Dr. Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2004)
Bu nedenlerle filmde ortaya, değişik bir Atatürk çıkmış. Ben oğlunun bildiği Atatürk’ün –bilgisini koruyorsa– gerçek Atatürk’e daha yakın olduğuna inanıyorum. Çünkü
özellikle sevgili, sayın öğretmenler Atatürk’ü saygıyla, özenle, ona yaraşır, yakışır bir dille
anlatıyorlar. Ne yapacaklardı yani? Öğrencilerine, Atatürk’ü, filmdeki gibi özetle, ‘içkici, kadına
düşkün, yalnız bırakılmış, arkadaşsız, diktatör, unutulmaktan ödü patlayan, Mussolini’yi çağrıştıran, emeklilik psikozu içinde
birtakım işlere kalkışan bir adamcağız’ diye mi anlatacaklardı? Bu mudur Atatürk? İnsaf!
Can Dündar da, ekibi de, danışmanları da, bence Atatürk’ü hiç anlamamışlar. Atatürk olgusunun yüzeyinde, uzağındakalmışlar. Bilgi yetersizliğinden kaynaklanan
bazı önyargıları var ve bütün filmde hiç sevgi yok. Büyük insanlara, meraklı komşu gibi, paparazi
gibi, hele softa gözüyle bakılamaz. Can nerede durduğunu, kendisini savunan ve
alkışlayan bazı kalemlere bakarak kavrayabilir.
Fatih Sultan Mehmet, Kadırgalı Abdullah Molla anlatılır gibi anlatılamaz. Tersi de olmaz.
Biçim öze uymalı. Bu kural anlatım sanatının temel kuralıdır. Ayrıca takt diye birşey vardır ki Türkçeye
denlilik, incelik diye çevrilebilir. Bu yazık ki genç kuşakların örneğini pek
az gördükleri bir tutum. Bir şeyi incelikle anlatamıyoruz. Kabalık
yaygınlaştıkça yaygınlaşıyor. Oysa bilginin üslubu nazik, sesi sakindir.
–Can DündarAtatürk’ün Armstrong’un Bozkurt kitabını hoşgörüyle karşıladığını anlattıktan sonra
genele seslenerek diyor ki: “Böyle hoşgörülü Atatürk’tensiz sansürcü, ceberrut bir portre yaratmışınız ve bize onu yutturmaya
çalışıyorsunuz. Ben o Atatürk’ü benim liderim saymıyorum. Ben kendi tanıdığım lideri
anlatmaya çalışıyorum.” Siz ne diyorsunuz? –‘Sansürcü Atatürk’ ne demek anlamadım. Lafın gelişi söylemiş olmalı.
‘Ceberrut Atatürk’e gelince: Hiçbir uygar, vicdanlı, sağduyulu,
gerçeğe saygılıinsan, Atatürk’ü ceberrut diye nitelememiş, tanıtmamıştır. Şimdi
de Atatürk’ü öyle anlatan ciddi, gerçekçi tek bir
inceleme, araştırma, hikâye yok. Kimse Atatürk’ü Can’ın iddia ettiği gibi ‘ceberrut
diyeyutturmaya’ kalkışmıyor.
Atatürk’ü yakından tanıyan birçok kimse anılarını
yazarak Atatürk’ü anlatmıştır. Birkaçı: Yunus Nadi, Falih Rıfkı Atay, Y. Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın, Kılıç Ali, Salih Bozok, M. Müfit Kansu, Ali Fuat Cebesoy, İsmet İnönü, Celal Bayar, Damar Arıkoğlu, Fahrettin Altay, Hasan Rıza Soyak, Hüsrev Gerede, Kâzım Özalp, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Süreyya Ağaoğlu, Y. Kemal Tengirşenk, Aralov, J. Grew, MadameGaulis, General Sherill vb...
Hiçbirinde Atatürk ceberrut olarak anlatılmaz, anılmaz, ima bile
edilmez. Hiçbir okul kitabında da böyle bir niteleme yoktur.Çünkü Atatürk ceberrut değildi. (Ceberrut= acımasız, zorba)
Can’ın ‘ceberrut Atatürk’ iddiasının ciddi bir dayanağı yok. Kendi
ileri sürüyor, kendi karşı çıkıyor. Gölge boksu yapıyor. –Atatürk’ün ceberrut olduğunu yazmaya yeltenen hiç kimse yok mu? –İstisnasız kural olur mu? Birkaç kişi var. –Kimler? –Bunlar Can Dündar’ı ve Mustafa
filmini alkışlayanlar arasında yer alıyorlar. Atatürk’e,“diktatör, bütün yetkileri elinde topladı, söylediği kanundu,
muhaliflerini temizledi” filan diyen, Mussolini gibi kepaze bir adamı anıştıran da Can Dündar’ın kendi ve ekibi. Filmde bir-ikisahne dışında, Atatürk’ün büyük, güzel özelliklerini anlatan,
yansıtan bir hava yok. Ne kadar sevgisiz bir işleyiş. Film gittikçe
karamsarlaşan, olumsuzlaşan, durgunlaşan bir havayla sürüyor, final tüy dikiyor.
Can’ın yaptığı ile söyledikleri birbirini
tutmuyor. Şimdiye kadar, birkaç dinci veArmstrong’tan başka hiç kimse Atatürk’ü, Mustafa filmi gibi anlatmadı. Resmi anlatımın gölgesinde
kalmayayım derken, gerçeğin çok dışına, uzağına düşülmüş. Bu asla unutulmayacak
bir talihsizlik. –Can DündarAtatürk’e sansür uygulandığından yakınıyor. –Atatürk’ü sansürlemek akla ve ahlaka aykırıbir şey. Ama koca bir hayatın içinden
cımbızla birkaç cümle, birkaç ayrıntı seçip de bunları bir karakterin anahtarı
diye ileri sürmek de sansür kadar akla veahlaka aykırıbir davranış olur.
Atatürk Filmleri –Can DündarHürriyet’teki Ayşe
Arman
röportajında diyor ki: “Kimsenin bir Atatürk filmi yapma niyeti yok. Yapsalar 70 yıldır yaparlardı.
Kimse bir şey yapma derdinde değil..”Sizce doğru mu söylüyor? –Konuyauluslararası
maceracılardan söz ederek gireyim. Biri Laurence Olivier’nin oğluydu. Allahtan bunlara bir Atatürk filmi çektirilmedi. Yalan yanlış olacağına
hiç olmaması daha iyidir. Mustafa filmi
bu konuda uyarıcı bir örnek. Bilmeyen, anlamayan, dersine çalışmayan bu
konuyaelini sürmesin!
Rahmetli Behlül DalAtatürk’le ilgili beş-altı kısa film yaptı, Devlet Tiyatrosu
sanatçıları da oynadı. Zaman zaman televizyonlarda yayımlanıyor.
Kültür Bakanlığı 1992’de Atatürk’le ilgili bir dizi film yaptıracaktı. Bu
yararlı düşünceyi gerçekleştirmek için birçok yazara senaryo ısmarlandı. Fakat
neden bilmem yalnız biri filmleşti: Refik Erduran’ın Metamorfoz’u. Yönetmeni Feyzi
Tuna. Bu
film de TRT’de yayımlanmıştır.
Son olarak TRT 1990’larda sayın Ziya Öztan’a iki dizi (ve film) yaptırdı: Kurtuluş ve Cumhuriyet. Bu çalışmalar 1921 ile 1933 arasındaki en yoğun,
anlamlı, eşsiz dönemi kapsıyor. Bunlar Ziya Öztan’ın bilgisini, bilincini ve ustalığını
kanıtlayan, işlediği dönemi dürüstçe ve sanatlıca anlatan çalışmalar. Çekimleri
toplam üç yıla yakın sürmüş, on binlerce insanın katkısıyla var olmuşlardır.
Çok büyük yankı uyandırdıklarını söylemem gereksiz.
Özellikle bu iki önemli çalışmayı bir kalemde
silip geçmesini, Can
Dündar’a hiç
yakıştıramadım. Ustaya, emeğe, gerçeğe saygı lütfen! Ama Mustafa filminin bir yararı oldu. Atatürk filmi yapmak için çeşitli grupların
çalışmalara başladığını duydum, çok sevindim. Atatürk’ü doğru anlatmak, bu olumsuz, tuhaf, gerçeğe
aykırı çalışmalar, çabalar, yorumlar karşısında, bir vatan görevi, bir ahlak
borcu oluyor. –Ek olarak “Biri yapsa da beynine binsek diye bekliyorlar”
diyor, eleştirileri ‘linç’ diye niteliyor. –Bazı hususlardaki eleştirilerin haksızlığını, filmdekarşılıklarının bulunmadığını ben de kabul
ediyorum.. Bunlara tepki göstermekte haklı. Kendisine bu nedenle ‘sabır’
dilemiştim. Ama birçok ciddi eleştiri, uyarı, yerme var ki, onları ‘linç’ diye
nitelemek kesinlikle doğru olmaz.
Mustafa filminin bazı sahnelerinde, bir milletin
tarihi boyunca en çok saygı duyduğu, arkasından en çok ağladığı bir kahramanın
anısı vesaygınlığı, yaralanıyor,
incitiliyor. Asıl linç bu.
Buna tepki gösterilmemesi, doğruların
açıklanmamasıçok hazin, rezil, acı bir
şey olurdu. Can
Dündar, bu
tepkilere, eleştirilere, suçlamalara katlanmalı ve hiç gecikmeden bu
yanlışlıkları, eksiklikleri düzeltip filmi gerçeğe uygun, kahramanına saygılı
hale getirmelidir. Yani bana verdiği sözü tutmalıdır. Atatürk’ü Anlamak ve Anlatmak –Can Dündar diyor ki: “Atatürk’ün özel hayatını anlattığımız söyleniyor. Ama aslında
film onu anlatmıyor. Başka bir mücadele var Atatürk’ün hayatında, ben onu fark ettim ama gelen
tepkilere bakıyorum da filme çok yedirememişim.” –Fark ettiğini söylediği mücadeleyi açıklamayı biraz
sonraya bırakalım, önce şu sözlerini konuşalım. Atatürk’ün özel hayatını anlatmıyorsa, filme bazı
alışkanlıklarını, bazı nitelemeleri sokuşturmasının nedeni, anlamı ne? Ne
kazandırıyor bunlar filme, Atatürk’e, Cumhuriyet’e, genç kuşaklara, çocuklara? İncelikten, denlilikten yoksun bu üslup pek
çok insanı incitiyor.
Bazı öğrencilerin filmden etkilenerek
söyledikleri Atatürk aleyhindeki sözleri duyuyor ve ürperiyorum.
Film bütün okullara pazarlanıyor. Can filmin öğrencilere pazarlanacağını
bilmiyor muydu? Bilmemek olur mu? Asıl hedef kitle öğrenciler! Para ordan
gelecek. Pazarlanınca bazı sahnelerin, sözlerin, nitelemelerin çocukları nasıl
olumsuz etkileyeceğini hiç mi hesaba katmadı?32. Gün’de iki kişi, bu anlatımı, resmi söylem
dışında özel bir eser olmanın gereği gibi savundu.
Resmi söylem dışında, özel bir eser olmak,
kalın, kaba, hoyrat, sorumsuz olmayı mı gerektiriyor? Haksız davanın savunucusu
olmak ne güç. İnsanı yanlışın arkasında durmaya zorluyor.
Sanatçının önüne malzeme yığılır. Sanatçı
aklı, sağduyusu, zevki ve bilinciyle bu yığını ayıklayıp seçmesini bilen
kişidir.Yoksa çalışma, deli kızın çeyiz
bohçasına döner ya da saatli bombaya ya da zehir çanağına. Mustafa adı verilen filmin büyük kusuru şu:
Atatürk olgusu iki saate sığdırılamaz elbette ama
film bu olgunun özünü yansıtmalıydı, o yok. Bu olguyu iki sözcükle özetleyeyim:
Kurtuluş ve çağdaşlaşma.
Dört yandan işgal edilmiş yoksul, çağdışı bir
ülke. Para yok, silah yok, örgüt yok, galipler yüz yıllık hazırlıklarının ürünü
olan Sevr Andlaşması’nı dayatarak Türkiye’yi parçalamak veebediyen denetim altında tutmak istiyorlar.
Anadolu’yu 400.000 silahlı kuvvet işgal ediyor. Teslimiyetçi ve işbirlikçi
İstanbul yönetimi Sevr’e, parçalanmaya, denetim altında yaşamaya razı olmuş. On
yıl süren savaşlar halkı bitirmiş. Atatürk işte bu yaman koşullar içinde kurtuluş ve bağımsızlık
bayrağını açıp milletiyle birlikte vatanını kurtaran adamdır. Bu kadar mı? Hayır.
Dahası var: Bağımsızlığın kazanılmasından
sonra her alanda çağdaşlaşmayı ve kalkınmayı başlatır. Bu, bir büyük hayat
hamlesi, sömürücü Batıya karşı da çok ciddi bir önlemdir. Büyük ve ebedi
kurtuluş budur. Sömürüden, horlanmaktan,bilgisizlikten, ilkellikten, bağnazlıktan, kurbanlık koç olmaktan, Batı
karşısında elpençe divan durmaktan, maddi manevi kölelikten kurtuluş!
Bu hamle iki ayaklıdır: Birinci ayak sosyal,
kültürel, manevi kalkınma, ortaçağdan yeni çağa geçiş, kadının eşit haklar
kazanması, aklın ve vicdanın özgürlüğe kavuşmasıdır, milletleşmedir, yani
Anadolu rönesansı ve hümanizmasıdır.
İkinci ayak maddi kalkınmadır. 1923’te yüz
küsur fabrika vardı, 1933’te, on yıl içinde, fabrika sayısı iki bin küsur
olmuştur. Durgun, çağdışı bir köylü toplumu Cumhuriyet’le birliktesilkiniyor, üretici, çağa açık, yaşayan bir toplum olmaya başlıyor. 15 yıllık
kalkınma hızı ortalaması %10, sanayileşme oranı % 19’dur ki dünya rekorudur. Atatürk işte bu müthiş hayat hamlesinin de öncüsü,
mimarıdır. Bugün neyimiz varsa hemen hepsini kendisine borçlu olduğumuz insan. Açıkçası, dünyada hiç benzeri olmayan biri! Mustafa filminde bu yok işte, Atatürk yok! Başka? Emperyalizm yok, kapitülasyonlar yok,
Sevr yok, Lozan yok, çağdaşlaşma yok, devrimler yok, laiklik yok, millet
mektepleri yok, halkevleri yok, eğitim destanı yok, demiryolcular yok, sağlık
mücadelesi yok, Medeni Kanun yok, aklın özgürleşmesi yok, gençlik yok,
konservatuar yok, sanat yok, öğretmene verilen büyük önem yok, üniversite yok,
fabrikalar yok, Atatürk’ün bağımsızlık ve uygarlık bayrağı altında toplanan
halk, o fedakâr, çalışkan, bilinçli millet yok, o canlılık, saygınlık, umut,
güven, yaşama sevinci, birlik ve dirlik yok.
Vatan padişahın mülküydü, milletin oldu;
saltanat hanedanın hakkıydı, millete geçti; halk padişahın kuluydu, vatandaş
oldu. Bu bir Doğu ülkesi için hayal bile edilemez,emsalsiz, olağanüstü, mucize gibi bir
devrimdir. Atatürk bunlar demektir.
Filmi ruhsuz, özsüz, etkisiz, eksik yapan
bunların olmaması, kurtuluşu ve atılımı yansıtmamasıdır. Bunlarla ilgili birkaç
sözcük yok değil. Ama bir kurtuluş destanı ve büyük hayat hamlesi bir-iki fırça
dokunuşuyla anlatılamaz. Filmdeki bu ruhsuzluk, Atatürk’ü küçültmeye, Milli Mücadele’yi önemsizleştirmeye, Cumhuriyet’i yermeye çalışan kafa ve kalemleri
sevindirmiş, memnun etmiş görünüyor. Bu durum Can gibi çağdaş bir Cumhuriyet genci için iftihar edilecek bir durumdeğil. –Atatürk’ü neden anlamakta, anlatmakta zorlanıyoruz? –Biz dâhisi az bir milletiz de ondan. Bir dâhiyi anlamanın,
kavramanın, açıklamanın, yorumlamanın, çözümlemenin, tanımlamanın, betimlemenin
acemisiyiz. Deneyimimiz çok az. Biz Fatih Sultan Mehmet gibi bir dâhiyi de gerektiği gibi
yorumlayabilmiş, açıklayabilmiş değiliz. Atatürk’ü, tarihin bir döneminde var olmuş ünlü bir
asker, bir siyasi lider gibi anlamak ve böyle anlatmak, Atatürk’ü hiç anlamamış olmak demektir. Bir dağ gibi
yaklaştıkça büyüyor, görme alanımızın dışına taşıyor. F. Rıfkı Atay diyor ki: “Bir fıkrasından, bir hikâyesinden,
bir yazı veya nutkundan hemen anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir.” (Çankaya, s.686)
Şimdi neyi fark ettiğine gelelim.
–Fark ettiği hususu şöyle açıklıyor: “Asıl mücadele, ne
Yunanlılara, ne asi Kürtlere, ne de gericilere karşı veriliyor. Atatürk’ün asıl mücadelesi, ‘iktidarı gökyüzünden
yeryüzüne indirme meselesi.’ Ben bütün mücadelesini topyekûn elden geçirdiğimde
bunu gördüm...” –Akşamdan sonra sabahlar hayrolsun! Bu anlattığı şey,
çağdaşlığın, cumhuriyetin, özgürlüğün ve milliliğin özünü oluşturanlaiklik. Şu bildiğimiz laiklik. Fransız
devriminden ve TBMM’nin Ocak 1921’de kabul ettiği anayasanın ilk maddesinin
yürürlüğe girmesinden beri dünyada ve Türkiye’de geçerli olan devlet niteliği.
1921 Anayasası’nın ilk maddesişöyle:
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Böylece ilahi egemenliğin yerini halk
egemenliği alır. Egemenliğin kaynağı gökten yere iner. Bunu doğal olarak
saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, hilafete son verilmesi, eğitimin
birleştirilmesi, Medeni Kanun’un kabulü, laikliği güçlendiren öteki devrimler,
kurumlar ve kanunlar izleyecektir. Şunu da belirteyim, Atatürk’ün asıl mücadelesi çağdaşlaşmadır. Laiklik
çağdaşlaşmanın bir parçası, olmazsa olmaz özelliğidir. Türkiye’nin uygar
yüzünüçağdaşlaşma çabası oluşturur.
Kısa bir ek yapayım: Laiklik dinsizlik
değildir, din karşıtlığı da değildir, Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün din ile, dindarlar ile hiçbir sorunu olmamıştır. Cumhuriyet’in ve Atatürk’ünkarşı olduğu husus din ticareti, din aktörlüğüdür; dini çıkar, iktidar,
siyaset, halkı kandırmak içinkullanmak,
sömürmektir, insanlarımızı aldatmaktır, hurafelerdir. Bu sömürüye, aldatmaya
kuşkusuzher gerçek dindar da karşıdır.
Din sömürücülerio zaman da sorundu,
bugün de sorundur, yarın da sorun olacaktır.
Can DündarMustafa filminde laikliği, onun hayati önemini, demokrasinin
altyapısı olduğunu anlatıyor mu? Hayır. Konuşmasında üzerinde duruyor ama
filmde önem bile vermiyor. Filmde Atatürk’ün laikliği tanımlayan, anlatan, açıklayan, savunan,
yerleştirmeye çalışan, güçlendirenbirçok sözünden bir-ikisini kullanıyor, röportajlarında bu sözleri din
karşıtı söylemler gibi yorumluyor. Hatta Ayşe Arman’la yaptığı konuşmada diyor ki: “Bütün
insanlık tarihinde dinin, tamamen siyasal ve toplumsal hayattan silinmesinden
söz ediyor. Bu kadar radikal bir lider.” Koskocaman bir yanlış!
Atatürk –ve arkadaşları– dünyadan ve tarihimizden
ders ve ibret alarak, dini vicdanlara emanet etmiş, din ile siyasal hayatı ve
devlet işlerini birbirinden ayırmışlardır. Ama toplumsal hayattan silinmesini
istememişlerdir. Dini toplumsal hayattan silmek istemek, düpedüz yasaklamak
demektir. Hepsi buna güçlerinin yetmeyeceğini bilecek kadar akıllı ve dine
saygılı insanlardı.
Atatürk ve arkadaşları dini, ibadeti, ezanı, kurbanı,
orucu, fitreyi, zekatı, dini bayramları, mevlidi, imamları, müezzinleri,
müftüleriyasakladı mı? Hayır! Camileri,
mescitleri kapattı mı? Hayır! Atatürk, Elmalılı M. Hamdi Yazır’a kendi cebinden para vererek Kuran’ı
çevirtmiş ve yorumlatmış mıdır? Evet! Öyleyse Atatürk’ü bu taş gibi gerçekleri dikkate almadan
anlatmaya, açıklamaya çalışmak, iyi niyetle, gerçeğe saygı ile bağdaşır mı?
Atatürk’ün aklıyla vicdanı arasında kaldığı anlar
olabilir. Arayışlardan geçen iman daha güçlü, bilinçli imandır. Ben din
bakımından Atatürk’ün kişisel durumu konusunda, ölene kadar
yakınında bulunmuş olan Hafız Yaşar Okur’a inanırım. O, Atatürk’ü inançlı, saygılı bir Müslüman olarak anlatıyor. Yabancı
gazetelerde çıkan uydurma röportajlara, hele bizim sahte tarihçilere hiç
inanmam. Ben Atatürk dönemini yaşadım. Hiçbir iddia, hayattan,
gerçeklerden daha güçlü olamaz. (Meraklısı için: Hafız Yaşar Okur, Atatürk’le On Beş Yıl, Sabah Yayınları, İstanbul, 1962) İnsan Atatürk –Bazı izleyenler, filmde insan Atatürk’ü gördüklerini söylüyorlar.. –Bu kimseler galiba insan kavramını zaaflar karşılığı
kullanıyorlar.“Atatürk şöyle içki, böyle sigara içerdi” vb. deyince
bu, insan Atatürk’ü anlatmak mı oluyor? Atatürk’ün gizli saklı bir hayatı yok. Her şeyi
bilinir. Birçok kitapta anlatılıyor. Bilmeyen bilgisizliğinden bilmiyor.
Ne var ki bir çalışma çocuklara da yönelik bir
çalışma ise özenli, dikkatlibir dil
kullanılması ya da bunların ihmal edilmesibir uygarlık gereğidir. Ayrıca, insan zaaflardan, alışkanlıklardan
ibaret değildir. Sağlıklı bir kişilikte zaaflar küçücük bir yer tutar. İnsanı
insan yapan başka özellikler, nitelikler, değerler var. Bir karakteri zaaflar
değil, bunlar çizer.
Filmde, Atatürk’ü büyük insan yapan özelliklere, niteliklere,
güzel duygulara, büyük düşüncelere hiç değinilmiyor. İnsan Atatürk’ü anlatan ne kadar çok, ne kadar güzel,
zarif, olağanüstü olaylar, hele yöneticilerin, siyasilerin, düşün adamlarının
örnek ve ders alması gereken nice davranışları var. Biri bile anımsatılmıyor.
Bu konuda Hegel’in bir açıklaması var. Çok beğendiğim için
aktarmak istiyorum. Diyor ki: “Hiçbir kahraman uşağı için kahraman değildir.
Kahraman, kahraman olmadığı için değil, uşak, uşak olduğu için. Kahraman uşağa,
kahraman olarak değil, yiyen, içen, giyinen, kısacası ona kendi özeline özgü
arzuları, düşünceleri ve gereksinimleri olan bir birey olarak görünür.” Bütün biyografi yazarları için bir başucu
sözü.
Hegel “Kahramanlara uşağının gözüyle bakmayın,
anahtar deliğinden değil, cepheden bakın, bakışlarınızı kahramanın başına
kaldırın’’ diyor! (Atatürk’ün özel hayatı hakkında bilgi edinmek
isteyenler için üç kitap: Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Y., İstanbul, 1955; İlknur Güntürkün Kalıpçı, Her Yönüyle İnsan Atatürk, Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü Yayını,
Bursa, 2002; Dr. İsmet
Görgülü, Atatürk’ün Özel Yaşamı, Uydurmalar,
Saldırılar, Yanıtlar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2003)
–“Bu film Atatürk’ü yarı ilahlıktan yere indiriyor, aramıza
getiriyor” diyenler de var. Ne diyorsunuz? –Bunlar sanırım Atatürk hakkında pek az kitap okumuş, o dönemi iyi
incelememiş kimseler. Atatürk hiçbir ciddi, önemli, kaynak niteliği taşıyan kitapta
ilahlaştırılmış değildir. Elbette bizden biridir ama çok farklı biri, bir
dâhidir,büyük bir kahramandır, büyük
asker, büyük devlet adamı, büyük önder, büyük insandır. Türkiye’yi ölüm
uçurumuna yuvarlanmaktan kurtaran insandır. Böyle olduğu için böyle anlatılır. Resmi
olarak da böyle anlatılır, özel olarak da böyle anlatılır. Resmi anlatıma
benzemesin diye bu nitelikleri, başarılarını, yaptıklarını yok mu sayacağız?
Yok saymak, gerçeği karartmak olur, yalancılık olur, hatta edepsizlik olur.
Noksan anlatmakla abartmak arasında hiçbir fark yok. İkisi de yalancılık.
Ben, yetersizliğimi aşabilmek için Atatürk ve dönemi hakkında bir şeyler yazmadan önce, Atatürk’ü görmüş, o dönemi yaşamış bütün görgü
tanıklarının anılarını, notlarını okuyarak, Atatürk hakkındaki gözlemleri, bilgileri derlemiş,
sınıflandırmış, büyük bir dosya hazırlamıştım. Atatürk’ü bu yolla bir bütün olarak tanımaya,
anlamaya, kavramaya çalıştım. Atatürk ve dönemi hakkında ancak bundan sonra yazı yazmaya
cesaret edebildim.
Atatürk hakkında bir şeyler söylemek, yazmak
isteyenlere böyle bir ön hazırlık yapmalarını tavsiye ederim. İnsanı hemtarihin, hem milyonların önünde gülünç ya da
hazin duruma düşmekten kurtarır. Görgü Tanıklarının Gözüyle Atatürk –Bu görgü tanıkları Atatürk’ü nasıl anlatıyorlar? –Özet
olarak aktarıyorum: Zarif, nazik,
terbiyeli, dâhi, belleği çok güçlü,
gerçekçi, dikkatli, çok çalışkan, ateş
altında korkusuzca duran, iyimser, düzenli, temiz giyinen, savaşta
bile her gün
tıraş olan, her gün yıkanan, görev ânında ciddi, genel
olarak neşeli, bazen
muzip, güzel ve etkili konuşan ve yazan, sanatsever, kadınlara
çok saygılı,
insancı, çok kitap okuyan, onurlu, vefalı, duygulu, şefkatli,
utangaç,
sohbetten hoşlanan, doğa âşığı, çocukları seven, halkın
arasına karışmaktan
hoşlanıp mutlu olan, halkına güvenen, ahlakça demokrat,
çağdaşı liderlerin
aksine demokrasiyi öven, bütün komşularıyla ve
dünya milletleriyle barışık,
güzel dans eden, zeybek oynayan, türkü, şarkı
söyleyen, kendisiyle alay
etmesini de bilen bir bilge, halkına hesap veren, kitap yazan, durmadan
yurdu
dolaşan bir önder, kendinden sonra da işleyecek, demokrasiye
açık bir rejim
kurmuş ileri görüşlü, sahici bir devlet adamı, bir
öğretmen, bir öncü, bir
devrimci, askerlik sanatına katkıda bulunmuş bir büyük asker;
rahatı değil,
milletinin yararı için suikast ve iftiralarla doluçetin bir geleceği göze almış bir sosyal
kahraman, bir insan, adam gibi bir adam. Görgü tanıklarının ortak olarak
anlattıklarıAtatürk bu. –Bu özelliklerin Mustafa filmindeki Atatürk’le bir ilgisi var mı? –Hayır. Ne gezer! Can Dündar ve arkadaşları çok dar bir açıdan bakarak,
bambaşka bir Atatürk kurgulamışlar. Gerçeğe ihanet etmişler.
Filmin Adı –Filmin adını nasıl buluyorsunuz? –Atatürk’ün adı, ortaokul birinci sınıftan beri Mustafa Kemal’dir. Samsun’a M. Kemal Paşa olarak çıkmıştır. Sakarya Savaşı’ndan sonra Gazi M. Kemal Paşa olmuştur. Eşi Latife Hanım kendisine ‘Kemal’ diye seslenir. Milli Mücadele sırasında halk, askerlerden, “Kemal’in
askerleri” diye söz eder. Bu söylem bugüne kadar gelmiştir. Şimdi benden
kitaplarımı imzalamamı isteyenler “Kemal’in öğretmeni”, “Kemal’in öğrencisi”,
“Kemal’in kızı” diye yazmamı diliyorlar. Soyadı kanunundan sonra adı Kemal Atatürk olmuştur. Kendisine genel olarak Atatürk diye seslenilmiştir. Film adı olarak Mustafa, M. Kemal Paşa’yı, Gazi’yi, Gazi M. Kemal Paşa’yı, Kemal Atatürk’ü, Atatürk’ü kucaklamıyor, kapsamıyor, içermiyor, temsil etmiyor.
Yabancı, uzak duruyor. Film Atatürk’ü annesinin gözüyle, onun açısından anlatsaydı, Mustafa adı doğru bir seçim olurdu. Ama Zübeyde Hanım 1923’te , Cumhuriyet ilan edilmeden, Türkiye tam bağımsız olmadan
önce öldü. Oysa Atatürk’ün hayatının en anlamlı, yoğun, olağanüstü
dönemi annesinin ölümünden sonradır. Sadece çocukluğu anlatılsaydı Mustafa adı uygun düşerdi. Orhan Asena’nın bu adı taşıyan bir çocuk oyunu var.
Atatürk sözcüğü birçok olguyu, oluşu, değerleri
içeren bir kavram olmuştur. Mustafa bu
kavramı karşılamıyor. Atatürk’e yabancı düşüyor. Yanlışlar –Yanlışlıklara, kusurlara geçelim mi? –Peki. Önce, şu başlangıçtaki mezar sahnesine
değineyim. Bir kurtarıcının hayatının anlatıldığı bir filmin bir korku filmi
gibi başlaması açıklanamaz bir tutum. İlk izlediğimde bu kara sahne ile
başlayan film giderek açılacak, aydınlanacak ve öyle bitecek umudunu
taşımıştım. Film bu ilk sahneyi çağrıştıran karamsar, karanlık bir sona doğru
yürüdü ve bitti. Özensiz, bilinçsiz, karanlık, zevksiz bir yaklaşım. –Atatürk’ün kardeşi Ahmet’in cesedinin çakallar
tarafından parçalandığı doğru mu? –Yazan Şevket Süreyya Aydemir. Yazıyor ama gerçek demiyor,söylenti (nakil) olduğunu belirtiyor. (Tek Adam, 1. c., s.29) Söylentiyi şöyle aktarıyor: “3
yaşında ölen Ahmet sahilde kumluk bir mezara gömülmüş, gece dalgalar cesedi
açığa vurmuş, çakalların saldırısına uğramış.”
Söylenti olduğu şuradan da belli ki Müslüman
mezarları deniz kıyısında, kumsalda olmaz. Ölü toprağagömülür.
Bu söylenti filme ne katıyor? Hiç. Filmden ne götürüyor?
Çok şey. Destansı bir hayatın filmi böyle başlar mı? Çanakkale –Gelelim Çanakkale’ye. –Filmde Sofya’dan sonra Çanakkale savaşına
geçiliyor ama pat diye. Filmde diyor ki: “Kendini Çanakkale’de buldu.” Kendini
savaşta bulmadı, cephede bir görev alabilmek için Harbiye Nezareti’ne cephede
görev verilmesi için ısrarla yazmış, sonunda 19. Tümen’e atanmıştır.
Gelibolu Yarımdası’nın bir çıkarmaya karşı ilk
savunma düzenini Atatürk kurmuştur. Liman von Sanders Paşa bu düzeni tersine çevirmiş, kuvvetleri,
silahları geriye çektirmiş, bu yanlış, binlerce Türkün kanıyla
kapatılabilmiştir. Filmde anlamca deniyor ki: “Savaşta,
Bulgaristan’da edindiği askeri bilgilerden yararlanacaktı.” Bulgaristan’da
askerlik bakımından Atatürk’ün bilemediği, öğreneceği ne vardı acaba? Can
ve ekibi anladığım kadarıyla Atatürk’ün askerliğin büyük sanatçısı olduğunu bilmiyorlar. –Çanakkalenasıl anlatılıyor? –Hiç anlatılmıyor desem yeridir. Oysa
Çanakkale’nin Türk tarihinde çok büyük, kutsal bir yeri vardır. Atatürk de tarih sahnesine Çanakkale’de çıkar. Orada,
iki yüz yıldır karşısında titrediğimiz emperyalizmi yendik.
Atatürk Çanakkale’de dört büyük zaferin kahramanıdır:
Arıburnu, 1. Anafartalar, 2. Anafartalar ve Conkbayırı. Savaşın geneline,
düşmanlara, subay-asker Çanakkale kahramanlarına ve bu zaferlerin ilk üçüne hiç
değinilmiyor. Sadece iki şeye yer veriliyor: Atatürk’ün Madam Corinne’e yazdığı bir aşk mektubundan birkaç satır (Hoş bir
mektup ama Corinne’den okumak için roman istediği mektup daha anlamlıydı. Atatürk’ü daha iyi anlatıyordu) ve Conkbayırı
Savaşı’na kısa bir dokunuş. Conkbayırı Savaşı da ne yazık ki doğru, iyi, güzel
aktarılmıyor. Tarihteki son büyük süngü savaşıdır. Çanakkale Savaşı’nın dönüm
noktasıdır. Bu savaşta düşmanı kovalayan askerlerimize‘Uçan Türkler’ denilmiştir. Filmde Atatürk’ün askerlere yaptığı ünlü konuşma verildikten
sonra uydurma bir parça geliyor. Güya savaş sona erince bir komutan Atatürk’e sormuşmuş, “Ordularınız nerede?” diye; Atatürk de ‘ceset tarlalarını göstererek’ demişmiş
ki: “İşte ordularım!”
Ne böyle bir soru, ne de böyle bir cevap var.
Yabancı ve yalancı bir kaynaktan alınmış uydurma bir diyalog. Biz ‘ceset
tarlası’ demeyiz, şehitlerimize saygımız vardır, olsa olsa ‘şehitler’ deriz.
Nereden buluyorlar böyle uydurma lafları? Magazinci bakış böyle bir şey olmalı.
Conkbayırı Savaşı’nda ‘ordular’ yoktu.
Conkbayırı Savaşı’nı iki kahraman alay başlatmıştır. Conkbayırı Savaşı’nın tarihi
de rumi takvime göre veriliyor, 28 Temmuz diye. Güncelleştirilmesi gerekirdi.
Conkbayırı Savaşının tarihi 10 Ağustostur, böyle bilinir. Anadolu’ya Ne Zaman Gitmiş –“İstanbul’da işi ve parası bitince Anadolu’ya
geçti” gibi bir cümle var mı filmde? –Tam anımsamıyorum ama buna yakın bir anlatım
var. Salt bu cümle var mı yok mu diye doğrusu filmi bir daha izlemeye
katlanamam. Anlaşılan Can ve ekibi, Atatürk’ün Kasım 1918’den Mayıs 1919’a kadarki süre içinde
İstanbul’da ne yaptığını bilmiyor. Alev Coşkun’un Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay adlı son çalışmasına bir göz atmalarını
dilerim. Vahidettin Sahnesi –Vahidettin’le vedalaşma sahnesi için ne diyorsunuz? –Bu sahneyi anlatan kim? –Sahi kim? –Atatürk’ün kendi. Mütareke dönemi anılarını Falih Rıfkı Atay’a, Mahmut Soydan’a ve Yunus Nadi’ye anlatıyor, bu anılar aynı günlerde yayımlanıyor. Atatürk, veda sırasında Vahidettin’in şöyle dediğini aktarıyor: “Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet
ettin. Bunların artık hepsi bu kitaba girmiştir. Tarihe geçmiştir. Bunları
unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa,
devleti kurtarabilirsin.”
Mustafa filminde bu sözler yer alıyorama arkası gelmiyor. Oysa Atatürk, Vahidettin’in bu cümlesini bir amaçla aktarıyor. Aktardıktan sonra,
bu sözün gerçek anlamını yorumluyor, açıyor, Vahidettin’in bencilliğini, acizliğini, ufuksuzluğunu, Milli Mücadele ile hiç ilgisinin olmadığınıanlatıyor.
Mustafa filminde Atatürk’ün anıları, dincilerin istedikleri gibi
kullanılıyor. Bu iyi niyetle de, bilinçle de, belgeselcilik ahlakıyla da
bağdaşır bir tutum değil. Tek kelimeyle ayıp!
Bu konuyu uzatmaya gerek yok. Meraklısı Atatürk’ün Hatıraları’nı okuyabilir. (F.R. Atay, s.122-124, T. İş Bankası Y., 1965; yeni
yayını: İsmet
Görgülü, Atatürk’ün Anıları, s.219-222, Bilgi Y., 1997)
Ayrıca benim Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele adlı kitabıma bakılabilir. Bu kitapta Vahidettin ve Atatürk ile ilgili bütün iddialar, yanlışlar, yalanlar ve
doğruları yer alıyor, tabii bu veda sahnesi de (s.232-285).
Okurlarımın affına sığınarak bir hususu
belirtmeyi gerekli görüyorum: Söz konusu kitabım, Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele hakkındaki bütün yalanların, yanlışların ve
yutturmacaların derlendiği, sağlam belgelerle doğrularının açıklandığı 780
sayfalık bir çalışmadır. Bu çalışmaya bakmadan yakın tarihimizi anlatmaya
çalışanların çoğu, yalan, yanlış ve yutturmaca tuzaklarına yakalanıyorlar.
Dinciler, o cümleyi, Atatürk’ün açıklamasını vermeden,yani hokkabazlık yaparak, Vahidettin’i aklamak, Milli Mücadele’yi planlamış gibi göstermek için kullanırlar.
Bu hayali kanıtlamak için bin dereden su getiriyor ve gülünç oluyorlar. Hem
tarihe, hem okuyucularına, hem sağduyuya saygısızlık ediyorlar.
Can Dündar bir belgeselci olarak ya bu sahneyi Atatürk’ün yorumu ile tamamlamalıydı, ya da bu
sahneye hiç yer vermemeliydi. Tamamlamadığı için tarihi tersine çevirmeye
çabalayan yutturmacılar kafilesi içinde yer almış oluyor.
32. Gün’de şöyle bir açıklama yaptı: “Bu sahneden
sonra İngilizlerin Atatürk’ün geri çağrılmasını istedikleri, Vahidettin’in de İngilizlerin bu isteğini yerine
getirdiği veriliyor.” Bu bilgi, Vahidettin’in Milli Mücadele’yi planlamadığını belirtiyormuş.
Belirtmiyor oğlum!
Ne kendini kandır, ne bizi oyala. Düzelt o
sahneyi! Samsun’a Gidiş – Filmde “meçhule gidiyordu” deniliyor. – Atatürk’ün programının kaynakları çok eskilere dayanır. Mesela
Misak-ı Milli’nin esaslarını 1907’te belirlemiştir (A. Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s.135 vd., İnkılap K.). Şapka hakkındaki
görüşünün tarihi 1910’dur. Cumhuriyet hakkındaki görüşünü arkadaşı Kâzım Özalp’e 1913 Ekiminde, Milli Mücadele ile ilgili düşüncesini 5 Kasım 1918 günü
Adana’da, A. Fuat
Cebesoy’a
açıklamıştır.
Atatürk, Samsun’a, olgunlaşmış, birçok olasılığı
dikkate alan, geniş bir programla çıkmıştı. Genelkurmay İkinci Başkanı’yla
birlikte hazırladığı yetki belgesi de, konuşma ve eylemleri de bunun açık ve
ayrıntılı kanıtıdır. Atatürk için meçhule (bilinmeze) gidiş söz konusu değildi.
Ordusunun başına, özelliklerini ateş altında tanıdığı halkının içine gidiyordu. K. Karabekir Paşa Olayı – Filmde Atatürk’ün Erzurum’da, askerlikten istifa ettikten
sonra K.
Karabekir’in
bir bölükle geldiğini görünce tutuklamaya geldiğini sanarak heyecanlandığı,
korktuğu anlatılıyor. K. KarabekirAtatürk’ü selamlayarak, “Emrinizdeyim Paşam, ben, subaylarım ve
erlerimle emrinizdeyim” diyor. Bunun üzerine Atatürk rahatlıyor. Bu sahne doğru mu? – Hayır. Bu sahne bu haliyle sadece Rauf Orbay’ın Atatürk’ün ölümünden sonra, 1941’de K. Karabekir’e yazdığı özel bir mektupta yer almaktadır. O
günü yaşayan birçok insan var: Başta K. Karabekir, Kâzım Dirik, Cevat Abbas, Hüsrev Gerede, M. Müfit Kansu, Süreyya Yiğit ve Refik Saydam. R. Saydam’ın dışında hepsi anılarını yazmıştır. Hiçbirinin anısında
Rauf Orbay’ın anlattığı gibi bir sahne yok. Zaten Atatürk’ün tutuklanacağını sanarak heyecanlanması,
korkması için bir neden de yok. Çünkü hepsi üç gün önce, 6 Temmuz 1919 Pazar
günü toplanmış, her durumda emirlerini dinlemek üzere, baş olarak Atatürk’ü seçmişlerdir. Verdiği sözü çiğneyerek,
İngilizlerin uşağı İstanbul’un emri ile Atatürk’ü tutuklamaya gelmesi Karabekir Paşa için şerefsizlik olurdu. Bu sahne özellikle Karabekir Paşa’ya hakarettir.
Atatürk’ün, o kadar sevdiği, kutsal saydığı
askerlikten ayrıldığı için üzüntülü olması doğaldır. Bu hava içinde Karabekir Paşa gelir, Atatürk’ü teselli eder. Anılarında bu sahneyi şöyle
yazıyor: “Ben kendisine hürmet ve samimiyette kusur etmeyeceğimi pek samimi ve
ciddi bildirdim. Hazır ol vaziyetinde selamla, ‘Bundan sonra dahi ne emirleriniz
varsa yapmayı şeref bilirim’ dedim.” (Karabekir, İstiklal Harbimiz, 1969, s.71; Rauf Bey’in mektubunu hatıraların sonuna ekleyen Karabekir Paşa değil, kitabın yayıncısıdır. Aynı sayfada
notu var.) Gerçek budur, bu kadardır.
– Rauf Orbay’ın bu güzel sahneyi böyle abartmasının, olmayan
duygularla gölgelemesinin nedeni nedir? – Bu uzun bir konu. Özetin özeti olarak Rauf Orbay’ı abartıcı, duygucu diye tanımlamakla
yetineyim. Yakın tarihimizi ve kahramanlarını anlatmaya
soyunan bir insan ya da bir ekip, önce alan taraması yapar, önemli bütün
eserleri bulup inceler, fişler, bir olaylar ve kişiler çizelgesi çıkarır,
kaynaklar arasındaki çelişkileri, yanlışları, tutarlılıklarısaptar, akışa ve güvenilir kaynaklara
uymayanları ayırır, doğru verilerden yararlanarak, gerçeğin resmini belirler.
Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir belgesel
filme bu kadar yanlış ve eksik nasıl sığdırılır?
Bu özel bir marifet. TBMM’nin Açılışı – Filmde Atatürk’ün Meclis’i, 23 Nisan 1920’de birçok dini
değeri kullanarak açtığı söylendikten sonra deniyor ki: “Dayandığı bu güçlerle
ilerde hesaplaşacaktı.” Böyle mi oldu gerçekten? – Meclis’i açarken o dönemin kurumlarından,
eğilimlerinden yararlanmaktan daha doğal ne olabilir? 600 yıllık bir düzene
karşı çıkılacaktı. TBMM bir ihtilal kuruluşudur. Ama Atatürk ve Cumhuriyet, ilerde, din ile değil, irtica ile, ortaçağ ile,
yobazlıkla, bunlara kucak açanlarla hesaplaştı. Altını çize çize söylüyorum, Atatürk’ün de, Cumhuriyet’in de dinle, dindarla bir sorunu olmamıştır.
Birçok olaylar uydurarak tersini iddia edenler
Atatürk karşıtı dincilerdir. Şimdi bu iddiayı
paylaşan forması başka Atatürk karşıtları da vardır. Doğru tarihi bilselerdi,
hiçbiriAtatürk karşıtı olmazdı. Sahte tarihler ve maksatlı
söylentilerle yetiştiler. Bu yüzden Atatürk’e karşılar. İnanıyorum ki bir gün doğru tarihi
öğrenecekler ve bu yapma, tehlikeli ikilik bitecek.
Can Dündar bu yanlış, haksız, sonradan uydurma
iddiaların izinde görünüyor. Umarım daha fazla yürümeden durur ve düşünür.
Kurtuluş Savaşı Dönemi – Kurtuluş Savaşı dönemi filmde nasıl anlatılıyor? – Çok yönlü, karmaşık, yoğun, hummalı,
olağanüstülüklerle dolu bir dönem. Doğal olarak tümünü anlatmak imkânsız. Ancak
özetlenebilir. Ama iyi, tam, doğru özetlenmeliydi. Yazık ki bu dönem de
geçiştiriliyor.
Bence filmdeşu ikidestana saygıve önemle yer verilmeliydi. Biri karınca
dizileri gibi İnebolu’dan Ankara’ya silah, cephane, erzak taşıyan kağnıcı
ninelerimiz, öteki de Sakarya Savaşı’dır. İlki yok. Sakarya Savaşı Türk tarihinin en önemli savaşıdır. O da hem iyi
anlatılmıyor, hem doğru anlatılmıyor.
İki büyük yanlış, bir eksik var. İlki Atatürk Başkomutan olarak cepheye üniformalı
gönderiliyor. Oysa Temmuz 1919’da askerlikten istifa etmiş olan Atatürk savaşı bir sivil olarak yönetti. Kendisine
Mareşal rütbesi ve Gazi sanı, zaferin kazanılmasından 6 gün sonra TBMM’nce
verilmiştir. İkinci büyük yanlış şu: Filmde tekalif-i milliye (milli vergi)
emirlerineSakarya Savaşı’ndan sonra değiniliyor. Oysa Sakarya Savaşı’na halk, varının % 40’ını vererek katılmış,
zaferde pay sahibi olmuştur. Bu unutulabilir bir olay mıdır? Dünyada benzeri
yok. Atatürk filmini yapanların Sakarya Savaşı’nın bu çok önemli özelliğini bilmemeleri
şaşılacak bir şey. Eksik de şu: Milleti yaşasın diye ölüme atılan Sakarya
ordusundan bir karecik bile yok.
– Büyük Taarruz nasıl anlatılıyor ? – O da eksik, yanlış, duygusuz anlatılıyor.
Halk içinyazılmış, kısa, sade savaş
kitaplarımız var, Celal
Erikan’ın 100 Soruda Kurtuluş Savaşı gibi. Böyle bir kitaba baksalardı hem
anlatım, hem hareketli harita doğru olurdu. Filmde Çanakkale, Sakarya ve Büyük Taarruz gibi üç büyük, önemli savaşa değiniliyor, fakat ekibin
içinde bir askeri danışman yok.
Atatürk ve Karanlık – Bu dönemle ilgili bir konu daha var. Atatürk’ün karanlıkta yatmadığı. – Bu olay Atatürk’ün hizmet eri Ali Metin Çavuş’un anılarında yer alıyor, filme
değiştirilerek aktarılıyor. Bu dönemle ilgili ne kadar dokunaklı, düşündürücü,
saygımızı, hayranlığımızı artırıcı, insanca olaylar var. Bula bula bunu
bulmuşlar. (Anının aslı için: Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış Anıları, Anlatan: Ali Metin, Yazan: Ziya Oranlı, Ankara, 1967, s.71-72; yeni baskısı: Zeynel Lüle, Ali Çavuş, Doğan Y., 2008)
Gece odalarda, sofalarda idare lambası denilen
kandil benzeri lambacıklar ya da mumlar yakılırdı ki gece uyanıp kalkan bir
yerlere çarpmasın, tuvaletin yolunu bulsun. Evlerde de böyleydi, yatılı
okullarda da. Benim çocukluğumda da bu adet sürüyordu. Atatürk buna alışmış,
gece hafif ışık istiyor. Anı filmde şu biçimi almış: “M. Kemal çocukça zaafını açıkladı: ‘Çocuk, ben karanlıkta yatamam.’”
Anıda ne ‘çocukça zaaf’ sözü var, ne
karanlıktan korktuğunu düşündürecek bir ifade. Can Dündar
yüzlerce yıllık doğal bir âdeti, bir ihtiyacı
anlatan anıyı filme böyle değiştirerek,
‘çocukça zaaf’ deyimiyle korkuya
dönüştürerekaktarıyor. Anıların yeni baskısına yazdığı
önsözde de korkuya vurgu yapıyor: “Atatürk’ün karanlıkta yatmaktan korktuğunu –ilk baskısından–
öğrenmiştim.” (s.11) Atatürk’ün isteğini, geçmişimizi hiç bilmediği için korkuya
bağlıyor. Yaşlıca birine sorsaydı öğrenirdi. Ayşe Arman’la yaptığı röportajda yine korku motifini
sürdürerek diyor ki:
“Bir arkadaşımın oğlu demiş ki, ‘Atatürk gibi ben de karanlıktan korkuyorum. Demek ki
bu anormal bir şey değil.’ Buradaki empati duygusu o kadar önemli ki... ‘O da
benim gibiymiş’ diyebiliyor. ‘Demek ben de onun gibi olabilirim’ duygusu yer
alıyor. Bundan daha güzel ne olabilir? Tartışma şu: Biz yeri asla dolmayacak,
dogmalaştırılmış bir kutsal önder peşinde miyiz, herkesin onun gibi olmasını
isteyeceği bir örnek kişilik mi?” (9 Kasım 2008)
Bu açıklamanın neresinden tutmalı?
Karanlıktan korkan çocukları ‘Atatürk de korkardı’ diye mi tedavi edeceğiz? İki
saatlik Mustafa filminin verdiği zararları bu küçük yarar
karşılar mı?
Atatürk’ün karanlıktan korktuğunu gösterir hiçbir
anı, dayanak, bilgi kırıntısı yok. Atatürk’ün karanlıktan korktuğu Can’ın yorumu ya da yakıştırması.
(Ali Metin
Çavuş’un
torunu Zeynel
Lüle de
yeni basımda özgün anıda değişiklik yapmış, ‘karanlıkta yatmazdı’yı ‘karanlıkta
yatamazdı’ yapmış. Anılar üzerinde oynanır mı? Saygısızlık değil mi bu?)
Bir karakteri işleyen yazar düşünür: Ömrü
yıllarca, geceli gündüzlü, cephede, siperde, at üzerinde, kışlada, savaş
alanında, bir ara hapishanede, ateş altında, Makedonya dağlarında, çölde,
ormanda geçmiş, dövüşmüş, toprakta yatmış, insanların parçalandığını görmüş,
Çanakkale’de aylarca ceset kokusu solumuş, yaralanmış, sokak savaşı yapmış bir
adam karanlıktan korkar mı? Akıl var, izan var. Bir karakterin bütünlüğü olur.
Bu bütünlük bir fantezi uğruna bozulamaz. Biz yazarlar yeminli tanıklar gibi, özellikle
gençlere geçmişi ve kişileri doğru-dürüst anlatmakla yükümlüyüz. Bu bizim şeref
borcumuz.
Can Dündar eleştirilince, geri çekildi, korktuğunu iddia
etmediğini söyledi, kendini savunmak için bu sahneyi ‘mum alacak paraları bile
olmadığını belirtmek için yazdığını’ söyledi. Bu açıklama doğru değil. Çünkü Ali Metin Çavuş anısında para bittiği için değil, Ankara’da
mum bulunmadığı için mum alamadığını anlatıyor.
Atatürk için ‘karanlıktan korkuyordu’ demek komik
olur ama çekindiği, görmek, yaşamak istemediği şeyler vardı: Mesela kurban
kesimine, kana bakamıyor; arkadaşlarının ölümüne zor katlanıyor; çocuk
ağlamasına dayanamıyor;sarhoştan
çekiniyor; dalkavukluktan, yalandan,
ikiyüzlülükten, dedikodudan iğreniyor. Bir
de korkusu var: Kız kardeşinin açıklamasına göre,
küçüklüğünde, çoğumuz gibi o
da fareden korkarmış.
Bence bu filmde bir sırasını düşürüp çocuklara
verilebilecek en yararlı, güzel mesaj Atatürk’ün şu açıklaması olurdu: “Çocukluğumda elime iki kuruş
geçse, birini kitaba verirdim.”Karga,
çakal ve korku hikâyelerinden bin kat yararlı bir mesaj olurdu.
– Can Dündar soruyor: “Biz yeri asla dolmayacak, dogmalaştırılmış bir
kutsal önder peşinde miyiz, herkesin onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek
kişilik mi?” Ne diyorsunuz? – Atatürk’ü dogmalaştıranlar, abartılı anlatımlarla uçuranlar var.
Fakat bunların sayısı yok denecek kadar az. Üstelik bu yaklaşımçok geride, geçmişte kaldı. Atatürk’e haksızlık edenler, onu çocuklara, gençlere,
bin türlü yalan söyleyerek yanlış tanıtanlar ise hayli çok. Sahte tarihler,
ansiklopediler insanın midesini bulandırıyor. Bu iki ucun arasında, Atatürk’e minnet ve saygı duyan, gerekli saygının
gösterilmesini isteyen vefalı, kadirbilir, vicdanlı, sağduyulu, sağlıklımilyonlar var.
Bu milyonlar için Atatürk dogma değil, ilah da değil. Ama çok değerli
bir insan. Atatürk’ü dogma gibi gösteren, benzersiz, eşsiz
olması. Değerine, büyüklüğüne yaklaşan kimse yok. Keşke benzerleri, ona
yaklaşanlar olsa. Sorunlarımızı çözse, onurumuzu tazelese, dik durmamızı
sağlasa, bizi yeniden yekpare bir millet yapsa. Süpermen de değil elbette ama
onu eleştirenlerle karşılaştırınca insanın gözüne süpermenden de daha güçlü,
daha büyük ve harika görünüyor. 32. Gün
çekiminin yapıldığı gün, kendim dahil, katılanlara baktım: Atatürk’ün yanında nokta biledeğildik ve Atatürk’ü tartıyorduk.
Rahmetli Atatürk’ü kıyısından köşesinden, sofrasından
yatağından didiklemeye yeltenmek, insanca yaklaşmak, insanca anlatmak değildir.
Bu palavraya, ucuzluğa, basitliğe bir son verelim.
Atatürk’ün örnek alınacak, saygı duyulacak,
imrenilecek birçok niteliği var. Okul kitaplarını bilirim. Üç yıldır da okul
okul geziyorum. Okullarda, okul kitaplarında Atatürk’e ait şu güzel, insanca nitelikler
anlatılıyor: Doğaya saygısı, bir çınar ağacının bir dalının kesilmemesi için
kendisi için Yalova’da yapılan evi raylar üzerinde kaydırtarak o tek dalı
kurtarması, çocuk sevgisi, hayvan sevgisi, okumaya merakı, yurt sevgisi,
kurtarıcılığı, insanlara, milletine, annesine, kadınlara, öğretmenlere saygısı
vb. Hiçbir kitapta Atatürk ulaşılmaz, erişilmez insan-üstü bir insan
olarak anlatılmıyor. Ama elbette saygıyla, sevgiyle, övülerek, gururla
anılıyor.
Can Dündar’asoruyorum:
Oğlum, Mustafa filmi ile Atatürk’ü, ‘herkesin onun gibi olmasını isteyeceği
bir örnek kişilik’ olarak mı işledin? Bize böyle bir Atatürk mü sunuyorsun? Bir düşün, iyi düşün, çok iyi düşün! Latife Hanım – Latife Hanım’ın Atatürk’ü köşküne davet ettiği söyleniyor. Bunun yanlış olduğunu
sanıyorum. – Haklısın, yanlış. Yüzbaşı Armstrong’un uydurmalarından biri de bu. Masala
bayıldığımız için birçok kitabımızda bu masal yer alıyor. Filmde de yer almış.
İzmir yangını dolayısıyla kalınabilecek evler gezilirken Uşakizadeler’in beyaz köşküne de bakılır. Atatürk ve Latife Hanım ilk kez bu vesile ile karşılaşmışlardır. Kürtlere Özerklik – Atatürk 1923 yılında İzmit’te bazı gazetecilerle yaptığı
toplantıda bir soru üzerine ‘Kürtlük sorununa’ değinerek bilgi vermiştir.
Filmde yer alan Atatürk’ün açıklaması tartışma yarattı. – Evet, çünkü Atatürk’ün açıklaması iyi özetlenmemiş. Özetten salt
Kürtlere yerel özerklik verildiği anlamı çıkıyor. Atatürk Kürtlere özerklik vaadetmiyor. Kürtlük adına
bir sınır çizmenin mümkün olmadığını söylüyor. Sonra da TBMM’nce kabul edilmiş
olan 1921 Anayasası’nın 11. maddesine değiniyor. Bu maddeye göre illerin ve
nahiyelerin tüzel kişilikleri ve yerel konular bakımından özerklikleri var. Atatürk bunu belirttikten sonra Türklerin de,
Kürtlerin de, öteki unsurların da bazı yerel konularda illerini, nahiyelerini
özerk olarak yöneteceklerini söylüyor. (Suna Kili, Ş. Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, s.106-107; M. Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s.105 [eksiksiz metin], Kaynak Y., 1998; Prof.Dr. Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, 3. Kitap, 1. Bölüm, s.109 vd.)
Mustafa filminde Atatürk’ün açıklaması, tartışmalara, yanlış
anlamalara, kuşkulara yer bırakmayacak biçimde aktarılmalıydı. Bu da
düzeltilmesi gereken sahnelerden biri. Cumhuriyet Dönemi – Filmde Cumhuriyet dönemi nasıl anlatılıyor? – Mudanya, saltanatın kaldırılışı, Lozan,
Cumhuriyet, devrimler dönemi donuk bir üslupla ve hızla özetlenip geçiliyor.
Yine halk yok, halkın desteği yok. Halkın desteği olmadan Kurtuluş Savaşı verilir mi, bu büyük atılım gerçekleşebilir
mi? Serbest Parti olayı yok. Eski düşman Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi yok. Montreux yok.
Dış politika hiç yok.
Cumhuriyet Meclis’te büyük coşkuyla, sevinç gözyaşları,
kucaklaşmalar, çığlıklarla kabul ve ilan edilmiştir. Gelibolu Milletvekili Celal Nuri İleri bu olayı büyük bir heyecanla ve çok güzel
anlatıyor. (Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, 3/1, s.24 vd.) Ama filmde bu coşku
verilmiyor, Atatürk yeni diş yaptırmış, daha alışamamış,
cumhurbaşkanı seçilince bu yüzden kısa konuşmuş, bu anlatılıyor! Can Dündar ve ekibince Cumhuriyet’in ilanı ile ilgili en önemli ayrıntının bu
olduğu anlaşılıyor.
Kronoloji yanlışları da var. Mesela saltanatın
kaldırılışı sırasında Atatürk’ün Karma Komisyonda yaptığı ihtilalci konuşma, başka
zamana kaydırılmış. Anlamı değişmiş. Bu dönem Atatürk’ün önderliğinin, devlet adamlığının,
devrimciliğinin, öğretmenliğinin, düşünürlüğünün devleştiği dönem! Ama filmde
bu yok.
– Neler var? – Özet olarak aktarıyorum: Atatürk, medreseleri kapatarak ilkokulda Kaymak Hafız adlı öğretmenden yediği dayağın intikamını
almış, bütün gücü elinde toplamış, sözü kanunmuş, Mussolini’nin heykeltraşı Canonica’ya heykellerini yaptırarak memleketi
heykelleri ile doldurmuş, Cumhurbaşkanı olunca ciddi bir işi kalmadığından
alfabe, dil ve tarih konularıyla ilgilenmiş ya da oyalanmış, dalkavuklara
inandığı için işler iyi gidiyor sanmış, aldanmış, gerçeği öğrenince çok
üzülmüş, İzmir suikastını vesile ederek muhalefeti temizlemiş, devrim
çocuklarını yemiş, her gün bir büyük şişe rakı, 3 paket sigara içiyormuş, kadın
düşkünüymüş, çevresinde dostlarından pek azı kalmış, gittikçe yalnızlaşmış,
kimsesiz, yapayalnız ölmüş.
Bu özeti yaparken bile içim bulanıyor. İşte Can Dündar’ın ve ekibinin anlattığı, bazılarının
desteklediği ve beğendiği film ve filme göre Atatürk ve dönemi bu. Bu iddiaların hangi birini düzelteyim?
Doğrusu, ‘öğrenin de gelin’ deyip geçmekti.
Ama susmaya hakkım olmadığını düşünüyorum. Özellikle genç öğretmenleri ve
sevgili öğrencileri düşünerek. Medreseleri kapatarak, Kaymak Hafız’dan yediği dayağınintikamını almışmış. Buyrun, psikolojik bir
çözümleme örneği! Koca eğitim devrimini bu basitliğe indirmenin yersizliğini
kendi de fark etmiş olmalı ki bu cümleyi yazdığına pişman olduğunu söylüyor.
Ya öteki cümleler? Sistematik olarak, severek,
önem vererek, saygıyla okuyup incelese, Atatürk’ü ve o dönemi kavramaya çabalasa, öteki
cümleleri yazdığına da çok pişman olacağınainanıyorum.
Atatürk
sevgi, saygı, minnet ve hayranlık halesiyle
çevriliydi. Ama bütün gücü elinde toplamış
değildi. Bütün güç ne demek? Bütün
güç sözünün içine icra, yasama ve
yargı girer. Bütün bu erkler elinde miydi?
Söz konusu bile değil. Sistemin kurallarına ve gereklerine
büyük saygı duyardı.
Meclis’e çok büyük önem verirdi. Bu
cümle yetersiz incelemenin, üstünkörü
anlatımın bir yeni örneği. Bakınız: Atatürk 1924 Anayasası’nda Cumhurbaşkanına Meclis’i fesh etme ve
yasaları veto edebilme yetkilerinin yer almasını ısrarla istemiş ama isteği
kabul olunmamıştır. Oysa 1924 en kudretli zamanıydı.
1938 yılı Kasımına kadar TBMM’nden 3.500 kanun
geçmiştir. Devrim kanunları ile birlikte Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olarak toplantı dönemleri
başında Meclis’te yaptığı konuşmalarda kanunlaştırılmasını tavsiye ettiği
konuların sayısı 100’ü bulmaz. Kanunlaştırılmasını tavsiye ettiği konuların
çoğu da, konuşmalarında hükümetin isteği ile yer almıştır.
Sözü kanun değildi. Sözü kanun olsa toprak
reformu kanunu Meclis’ten geçerdi. Sözünün kanun olduğunu iddia etmek o dönemi
hiç bilmemektir. Atatürk’ün Türkiye’yi çağdaşlaştırma gibi büyük bir
programı vardı. Onu gerçekleştirmek için türlü yollar, yöntemler denemiştir.
Çağdaşlaşma programıbazı önemli devrim
kanunlarının çıkarılmasını gerektiriyordu. Atatürk bu konuları halkla, yetkililerle, uzmanlarla,
bilginlerle, gazetecilerle konuşuyor, tartışmaya açıyor, kamuoyunu tartıyor,
hazırlıyor, konuyu olgunlaştırıyor, Başbakanı ve ilgili bakanı ikna ederek,
hükümetin konusu haline getiriyordu. Kanunu Meclis’e hükümetsunardı. Genel Sekreterlerinin anıları okunursa, hiçbir
yetkiliye emir vermediği, yetkisine karışmadığı da anlaşılır. (Önemli bir eser: Prof.Dr. Halil İnalcık, Atatürk
ve Demokratik Türkiye, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2007)
Atatürk’ün ilk heykeli Sarayburnu’ndaki heykeldir
(1926). Heykelci Canonica değil, Avusturyalı Heinrich Krippel’dır. Konya Atatürk, Samsun Atatürk, Ankara
Zafer, Afyon Zafer anıtlarını da Krippel yapmıştır. Pietro Canonica, Mussolini iktidara geldiği sırada 53 yaşında, dünyaca ünlü bir
heykel sanatçısıydı. Kısacası ‘Mussolini’nin heykeltraşı’ değildi.
Bu nitelemenin amacı ne? İyi niyet bu anlatımın
neresinde?
Canonica’nın yaptığıilk heykel Ankara Etnoğrafya Müzesi’nin önündeki atlı heykeldir (1927).
Bunu Sıhhiye Meydanı’ndaki mareşal üniformalı heykel, Taksim’deki Cumhuriyet
Anıtı ile İzmir’deki atlı Atatürk anıtı izlemiştir.
Hiçbir heykel Atatürk istedi diye dikilmiş değildir. İllerin,
belediyelerin, derneklerin ya da gazetelerin istemesi, önayak olmasıyla
yaptırılmıştır. Atatürk döneminde yukarıda saydıklarımızın dışında
yanılmıyorsam başka bir heykel yaptırılmadı. Atatürk heykelleri ve büstleri furyası çok
sonra,1960’larda başlamıştır.
Atatürk’ün Canonica’ya model durduğu, Canonica’nın da güya heykelin eskizini çizdiği sahne ‘Mussolini’nin heykeltraşı’ nitelemesini daha da
düşündürücü yapıyor. Bu sahnede Atatürk’ü oynayan aktör Mussolini’ye benzetilmiş, onun ünlü kibirli, şişkin duruşuyla
duruyor. Bu çirkin sahnenin yönetmeni kim? Can Dündar mı, bir başkası mı? Kimi kınayacağımı bilmek
istiyorum.
Atatürk ve zafer heykellerinden böyle mi söz
edilmeliydi? Bu ne ham, bu ne görgüsüz anlatım! Anıtlar toplumların tunçtan,
mermerden bellekleridir. Heykelin put sanıldığı bir toplumda bu heykeller,hem ciddi bir devrimdir, hem de kadir bilme
anıtlarıdır. Tabii anlayan için.
Filmde Cumhurbaşkanı olunca önemli bir işi
kalmadığı, bu nedenle alfabe, dil ve tarih gibikonularla ilgilendiği söyleniyor. İstenildiği kadar yumuşatılarak
söylenilsin, bu bakış şunu bir daha gösteriyor: Can Dündar ve ekibi, Atatürk’ü de bilmiyor, dönemini de, programını da,
projesini de, bu projenin anlamını da, neden gerektiğini de. Bunlar tarih
denizine girip de hiç yüzmemişler, kıyıda ayaklarını ıslatmışlar sadece.
Alfabe devrimi yapıldığı sırada okur yazar
erkek oranı % 7, kadınlarda bu oran binde 4 idi. 600 yıllık bir imparatorluğun
ana vatanındakihalkın eğitimi bu acıklı
düzeydeydi. Alfabe devrimi sayesinde okur yazar oranı büyük bir hızla
artacaktır. Millet mektepleri, ardarda açılan kız ve erkek okulları, sanat
okulları, öğretmen okulları, fakülteler, enstitüler, eğitmen kursları ve bu
kursların devamı olan Köy Enstitüleri olgusu, bu büyük devrimin dallarıdır.
Filmde kullanılan sade, yalın Türkçe de, dil
devriminin eseridir. Yoksa Hacivat üslubu ile konuşacaklardı.
Türk tarihi ve Anadolu hakkındaki ciddi
araştırmalar hiç kuşkusuz Atatürk’le başlamıştır.Bu
çaba, çok kapsamlı, çok ciddi, çok anlamlı, Batı emperyalizmine karşı savunmayı
da amaçlayan bir çalışmadır:
Özetleyeyim: Rumeli’yi bizim sanıyorduk. Atatürk’ün dediği gibi, bir gün geldi ‘sopayla
kovulduk’. Sevr ve eki olan Üçlü Anlaşma, Anadolu’yu da parçalamak, Türkleri
Anadolu ortasına sürüp hapsetmek istiyordu. Doğuda Ermenistan, Kürdistan
kurulacaktı. Edirne, Tekirdağ, Kırklareli ile İzmir çevresi Yunanlıya
verilmişti.İstanbul ve Çanakkale
Boğazları ve çevresi işgalcilerin denetimi altında bir kurul tarafından
yönetilecekti. Doğudan batıya kadar bütün güney Anadolu çıkar bölgeleri olarak
İngiliz, Fransız ve İtalyanlara ayrılmıştı. Bu barbar anlayış Lozan’da da
talihini denedi ama sonuç alamadı. Atatürk ve arkadaşları emperyalizmin her oyununu görmüş, yaşamış,
acısını tatmış, akıllı, uzak görüşlü, yurtsever, uyanık insanlardı. Hep tetik
durdular. Bu parçalayıcı, barbar anlayış, Atatürk zamanında, fırsat bulunca yeniden ortaya
çıkmak için geri çekildi. (Bu anlayış yine tırnaklarını gösteriyor.)
Bu büyük çalışma belki şöyle özetlenebilir:
Anadolu’yu bir bütün olarak korumak, vatanımıza geçmişiyle birlikte sahip
çıkmak, millete özgüven vermek. Türk Tarih Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi, Etnoğrafya Müzesi, her ilde ardarda açılan müzeler, kazılar,
çeviriler, kongreler, kitaplar (Tarih I, II, III ve IV), tezler ve halkevleri
bu çabanın parçalarıdır.
Acaba anlatabildim mi?
Filmde özet olarak, “Atatürk dalkavuklara inandığı için işlerin iyi
gittiğinisanıyordu, aldanmıştı,
gerçekleri öğrenince çok üzüldü” deniliyor. Bu iddianın kaynağı Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’ın anılarının 2. cildinin 405-406.
sayfalarıdır. Atatürk İzmir-Aydın-Isparta’yı ziyaretten sonra 6
Mart 1930 günü, Antalya’ya gelir. Atatürk o gün çok yorgundur. Yalnız kalıncaGenel Sekreteri H. Rıza Soyak’a dert yanar:
“Her yerde dert, şikâyet dinliyoruz. Her taraf
derin bir yokluk, maddi manevi bir perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye
rastlıyoruz. Maatteessüf memleketin hakiki durumu bu işte. Bunda bizim
günahımızyok. Uzun yıllar, hatta asırlarca
dünyanın gidişinden gafil, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet
memleket, düşe düşe şu acınacak duruma düşmüş.”
Şöyle devam eder:
“İleri milletler seviyesine erişmek işini bir
yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsızdır. Biz şimdi o yol
üzerindeyiz. Kafileyi hedefe doğru yürütmek için insan takatinin üstündegayret sarf ediyoruz.” Hasan Rıza Soyak’a göre Atatürk’ün gözleri dolmuştur, hafifçe elleri
titriyordur. Atatürk bu konuşmayı şöyle bağlayacaktır:
“Yeise değil hatta ufak bir tereddüte dahi
düşmeye yer yoktur. Halimizi bilmekle beraber, cesaretimizi kaybetmemeli, ümit
ve şevk içinde yolumuza devam etmeliyiz. Er geç fakat muhakkak gayemize
varacağız.”
Filmde anlatılan sahnenin aslı bu.
Ne yalan söyleyen dalkavuklar var, ne Atatürk’ün durumu bilmediği, ne kandığı, ne
kandırıldığı, ne birdenbire bilmediği gerçekleri öğrenince üzüldüğü. Sahne
bütünüyle saptırılmış.
Üzülmesi çok soylu, çok saygı uyandırıcı değil
mi? Bu sevgi, şefkat sahnesinden, dalkavuklarla çevrili, aldatılan,
gerçeklerden habersiz, gafil bir adam hikâyesi çıkarmak için ne olmalı, nasıl
olmalı?
Beş yıldızlı bir çarpıtma!
Atatürk’ün üzüntüsü sırf bu sahne ile sınırlı
değildir. Duruma birçok kez üzülmüştür. Başta o, herkes ülke hızla kalkınsın,
her sorun bir an önce çözülsün, uygarca, insanca yaşayışa kavuşulsun istiyor
ama bütçe küçük, yama büyük, dert çok, istek çok. Hepsi ideal fedailerinin
ıstırabını yaşıyor. Ne yapılıyorsa o küçücük bütçe ile, o dar uzman kadrosuylayapılıyor. Sorunların kaynağını Cumhuriyet’te bulanlar o dönemi ve neler başarıldığını hiç bilmeyenlerdir.
Bilgisizliğin sefasını sürüyorlar.
Durumun daha iyi anlaşılması için birkaç bilgi
notu daha:
a) Atatürk neredeyse durmaksızın yurdu gezmekte, durumu incelemekte,
yetkililerle konuşmaktaydı. Durumu en iyi izleyen insandı. Cumhurbaşkanı
olduktan sonra mesela Adana’yı 9, Balıkesir’i 7, Bursa’yı 13, Çanakkale’yi 5,
Edirne’yi 3, Eskişehir’i 10, İzmir’i 7, Kayseri’yi 4, Konya’yı 6, Mardin’i 3,
Mersin’i 6, Samsun’u 3, Sivas’ı 4, Trabzon’u 4 kez ziyaret etmiştir.
b) Bu olayın tarihi 1930’dur. Filmdeki sunuş,
bu tarihe kadar sanki Türkiye’de hiçbir şey yapılmamış gibi bir izlenim
veriyor. Hayır! Çok şey yapılmıştı, yapılıyordu. Bu dönem, dürüst Batılı
gözlemcilerin Türk
Mucizesi diye
nitelikleri her alanda kalkınma dönemidir. İlkele yakın bir miras kalmıştı Cumhuriyet’e: Zavallı bir tarım, sıfıra yakın bir
sanayi, ekonomi bakımından yarı sömürge. Kişi başına milli gelir 4 lira.
İşgalciler savaş sırasında ve çekilirken birçok şehirlerimizi, kasabalarımızı,
köylerimizi yakıp yıkmışlar. Milyondan fazla insanımız aç ve açık. Tek kuruş
borç almadan, ortaçağdan çıkmak ve yaraları sarmak için dev gibi hizmet aşkıyla
büyük çabalar harcanmıştır. Yeri gelmişken söyleyeyim: Yakılan, yıkılan on
binlerce camiyi de Cumhuriyet yaptırmıştır. Cumhuriyet’e kanat gerenlerin hepsinin hayatı bir
destandır. Okullar yapılıyor, demiryolları
millileştiriliyor (6 yılda 1.800 km. yeni demiryolu da yapılmıştı), veremle,
sıtmayla mücadele ediliyor, elektrik santralleri kuruluyor, yetişmeleri için
her konuda yurtdışına öğrenciler yollanıyor, kadın-erkek eşitliği sağlanıyor,
sanayi kuruluyor, bilim, sanat ve spor destekleniyor, yargıda ikilik
kaldırılıyor, uçak fabrikası açılıyor, Ankara ve İstanbul radyoları yayına
geçiyor, baraj yapımına başlanıyor, bütçede denklik korunuyor, yeni devlet
birimleri kuruluyor (mesela Merkez Bankası, İstatistik Enstitüsü, Meteoroloji
Genel Müdürlüğü), eşkiyalığın kökü kazınıyor, daha neler neler... Cumhuriyet bütün bunları kendi yağıyla kavrularak,
borçsuzbaşarmıştır ve hep daha iyisini,
güzelini, ilerisini istemiştir. Yapılanlarıbu yüzden hep yetersiz görmüştür. O tutku şimdi de olsa..
c) Lozan’ı imzalamak zorunda kalan Batı
emperyalizmi yoksul Türkiye’ye kredi vermemiştir. Bu süre içinde iki kez kısmi
seferberlik ilan edilmiş (Şeyh Sait isyanı ile Mussolini’nin Doğu Akdeniz’le ilgili açıklaması üzerine) ve dünyayı
sarsan büyük ekonomik bunalım (1929) başlamıştır. Başarı bunlara rağmen
sağlanmıştır. İşte böyle. Filmde bunların hiçbiri yok. Birdenbire 10. Yıla ve Atatürk’ün coşku, sevinç, gurur dolu 10. Yıl
söylevine geçiliyor. Hani Türkiye’de her şey berbattı, perişandı, Atatürk’ü kandırmışlardı? Biri yalan söylüyor. Atatürk mü, Can Dündar ve ekibi mi? Filmin geneline bakarak kararı sizler verin! Yine filmde “Devrim çocuklarını yedi” deniyor.
Suikastçılara ceza verilmesini “Devrim çocuklarını yedi” diye anlatmak
yakışıksız bir yakıştırma olur. İttihatçılar davasında idam edilen dört
İttihatçıdan biri dışındakiler Anadolu’ya geçmiş, Milli Mücadele’ye katılmış bile değillerdi. Hiçbiri devrimin
içinde, yanında yer almadı. Bunlar için de ‘devrimin çocukları’ demek komik
kaçar. “Devrim çocuklarını yedi” deyişiyle Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy düşünülüyorsa, gerçek şudur: Bu isimler Milli Mücadele döneminin önemli isimleridir. Hizmetlerini
büyük saygıyla anarız. Fakat Cumhuriyet’in ilanı üzerinemuhalefete geçerler. Çağdaşlaşma atılımında, bu amaçlı devrimlerde
emekleri ve kararları yoktur. Devrim çocuklarını yememiş, bu kimseler baş
seçtikleri Atatürk’ü asıl kurtuluş yolunda terk etmişlerdir.
Birkaç bilgicik: Karabekir
Paşa ve
söz konusu kimseler, ‘kendilerinden oluşacak bir olağanüstü kurul
tasarlamış,her şeyin bu özel kurulun
onayı ile yapılmasını’ istemişlerdir. Yasal anlayışa aykırı olan bu öneri
elbettekabul edilmemiştir. (İnönü, Hatıralar, 2. c., s.171 vd.) Karabekir’in anılarında çok saydığım askeri kişiliğine
hiç yakıştıramadığım birçok siyasi saptırma ve çarpıtmavar. Siyaset bazı askerlere hiç yaramıyor.
(Meraklısı için:Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, s.617-639) Rauf Orbay padişahlıktan yanaydı. Refet ve Ali Fuat Paşa’lar, Büyük Taarruz öncesi kendilerine önerilen ordu komutanlığını reddetmiş,
kıyıda kalmayı istemişlerdir. Tarihin akışını hiç anlamamışlardı. Atatürk’e küsen Halide Edip Adıvar bile Sabiha Sertel’e, “M. Kemal Paşa haklıymış” diyecektir (Aktaran: Yıldız Sertel, Cumhuriyet gazetesi, 4 Şubat 1997). Refet ve Ali Fuat Paşa’lar daha sonra Atatürk’e sokularak, milletvekili olmuş, sofrasında yer
almışlardır.
Atatürk’ün Sofrası Gelelim son bölümde yer alan bilgilere.
3 paket sigara içiyormuş.
Sigara o dönem zararı bilinmeyen, genel bir
alışkanlık. Sigaranın yasaklandığı bilinçli bir dönemde bu konunun altını
çizmemek daha doğru, daha eğitici, daha güzel olmaz mıydı?
Her gün bir büyük şişe rakı içiyormuş. Kim
diyor bunu? Bir kişi: Sofracı, yani garson Cemal Granda. Cemal Granda anılarını gazeteci Turhan Gürkan’aparça parça anlatmış. Kitabın başında Granda’nın eliyle yazdığı bir notun klişesi var. Bu
not Cemal
Granda’nın
imla, anlatım, bilgi ve zekâ düzeyini göstermeye yeter (Fer Y., İstanbul,
1971). Tarihle ilgisi olmayan Turhan Gürkan da Cemal Granda’nın anılarını, onun kişiliğine, bilgisine, imlasına,
üslubuna, zekâsına hiç uymayan bilgilerle şişirmiş. F. Rıfkı Atay’ın, Kılıç Ali’nin bazı anılarından yararlanarak uzatmış. Kitabın adı,
merak uyandırsın diye Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri olmuş. Anıların yeni basımı var. Kitap galiba biraz
daha şişirilmiş (Kent Kitap, Ankara, 2007).
Granda’nın akıl ve gerçek dışı bir ifadesine Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele kitabımda yer vermiş, Granda’nın zihinsel durumunu belirtmiştim
(s.238-240). Can
Dündar,şişirilmiş olduğu daha ilk sayfalarından
belli olan anılara önem veriyor, F. Rıfkı Atay’ın, Y.K. Karaosmanoğlu’nun, Salih Bozok’un, Kılıç Ali’nin, Hasan Rıza Soyak’ın, R. Eşref Ünaydın’ın, Afet Hanım’ın, Sabiha Gökçe’nin vb.nin anılarını, verdikleri bilgileridikkate almıyor. Hiçbiri Granda’nın kaba üslubunu, verdiği bilgiyidoğrulamıyor. Sorunlu, şişirilmiş anılara dayanılarak Atatürk belgeseli yapılır mı? Önemli olan Atatürk’ün içkisi değil, sofrasıdır. Sofrasının genel
olarak bir akademi, bir forum, bir tartışma, araştırma alanı olmasıdır.
Sofranın en dikkati çeken tamamlayıcıları karatahta ile konuyla ilgili olarak
önceden büfenin üzerine sıralanan kitaplardır.
Atatürk’ün nöbet defterleri gözden geçirilirse,
sofranın önemi, değeri, niteliği anlaşılır.
Eğlenmez miydi Atatürk? Ara sıra elbette eğlenirdi. Şarkı türkü de
söylerdi, saz da dinlerdi. Dans da ederdi. Ama o yarı sarhoş udi ile, yandan
yalnız yüzünün bir bölümü görünen Atatürk sahnesi, çok büyük haksızlık. Sanki Atatürk’ün sofrası değil, İstanbul’da, Beyoğlu’nda,
ara sokaktaki salaş bir meyhanede kurulu bir sofra.
Utandım.
Öyle bir sahneyi canlandırabilecek
birikiminiz, zevkiniz, görüşünüz, düzeyiniz, görgünüz yoksa, ne diye böyle
sahneler yapmaya kalkışırsınız? ‘Kadın düşkünü’ deyimi de çok rahatsız edici.
Türkçede busaygılı, edepli bir deyim
değildir. Kaba, hesapsız, ham, paldır küldür bir anlatım. Hiçbir ciddi kitapta
‘kadın düşkünü’ gibi birnitelemeye
rastlamadım. Herhalde Katolik papazı gibi kadınsız yaşamamıştır. Ama hayatının
bu çok özel yanının mahrem kalmasına özen gösterdiği anlaşılıyor. Nöbet
defterlerinde ve anılarda bu konuda bir bilgi yer almıyor. Bu çok özel konuya
ona uyarak, aynı saygıyı göstermek doğru olmaz mıydı? Böyle bir dedikodu
üslubunun bir Atatürk belgeselinde ne işi var? Aktarılmamış ne kadar çok olumlu, güzel, yol
gösterici düşünce, duygu, olay,belge varken,
konuyu buraya getirmenin, bu kadar aşağıya çekmenin amacı ne? Doğruluk ise bu
doğruluk her konuda gösterilmeliydi!
Film, Atatürk çevresinde dostlarından pek azı kalmış,
gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş izlenimi verilerek bitiyor.
Sonunda bir ölüm fotoğrafı yer alıyor. Bu irkiltici görüntünün yerine bir
milletin ve uygar dünyanın Atatürk’ü sonsuzluğa nasıl acı ve saygı içinde uğurladığını
gösteren film karelerine, fotoğraflara yer verilemez miydi? Film genç yaşlı,
kadın erkek, sivil asker yüzbinlerce insanın Atatürk’ün önünden nasıl ağlayarak geçtiği
gösterilerek bitirilemez miydi? 10 Kasımlarda dokuzu beş geçe, bir milletin
sirenlerin çığlık çığlığa ötüşü arasında, büyük bir vekar, vefa, minnet,
kadirbiliş ve saygı ile çakılıp kaldığını, yani bir kara yığın değil, bir
millet olduğunu gösteren bir görüntüyle sonuçlandırılamaz mıydı? Bunların
hiçbiri akla gelmemiş, geldiyse bilefilmin amacına uygun görülmemiş.
Filmduygusuz, bilinçsiz, sevgisiz, saygısız, hasis bir final ile bitiyor!
‘Çevresinde dostlarından pek azı kalmış,
gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş’ iddiası bir Can Dündar takıntısıdır. Atatürk, hayatı, tarihi kişiliği, makamı dolayısıyla
çevresi kalabalık bir insandı. Ama bunların içinde, özel zamanlarda, birlikte
olmaktan zevk aldığı birkaç yakın dostu, arkadaşı vardı. Bunlarla sonuna kadar
birlikte olmuştur. Çevresinden uzak düşen iki kişi var:K. Karabekir ve Rauf Orbay. Atatürk zaten bunlarla iş dışında birlikte olmazdı ve bunlardan
kopalı 12 yıl olmuştur. Fethi Okyar ve İnönü ile dostluğunu, ilgisini sonuna kadar korumuştur.
Ayrıntıya girmeden, bu kadar bilgi ile yetiniyorum.
Atatürk yalnız, dostsuz ölmüş gibi bir izlenim
bütünüyle bir kuruntu, bir yakıştırma, yapıştırma, gerçeğe aykırı bir iddiadır.
Eğer maksatlı değilse, düpedüz bilgisizliktir. Oradan buradan, başka amaçlarla
yazılmış bir-iki cümleyi derleyip bunu gerçek sanmak, gerçek diye sunmak,
yanıltmaktır, yanlıştır, gerçeğe ihanettir.
Eşsizliğinden kaynaklanan yalnızlık başka bir
şey. Her dâhi yalnızdır. Ama filmin sonunda anlatılan yalnızlık, düpedüz,
bayağı fizik yalnızlık, terk edilmişlik. İşte doğru olmayan bu. Bu Nasıl Yalnızlık? – Filmi savunan genç bir bilim adamı da,
filmdeki iddiaya ek olarak, ‘Atatürk’ün son 7 yılını yalnız geçirdiğini’ söylüyor. Ne
dersiniz? – Bu son 7 yılda neler olmuş, hızla ve
kuşbakışı bakalım mı? Başlıca olayları saymaya başlıyorum: 1931 Türk Tarih
Kurumu’nun kuruluşu, tarih çalışmaları, Afet Hanım’la birlikte Vatandaş İçin Medeni Bilgileri yazması; 1932 ilk Türkçe Kuran’ın okunuşu,
Türkçe ezan, Halkevlerinin kuruluşu, 1. Tarih Kongresi, Türk Dil Kurumu’nun
kuruluşu, dil çalışmaları, 1. Dil Kurultayı; 1933 üniversite reformu, Cumhuriyet’in 10. yıldönümü; 1934 Balkan Antantı’nın
imzalanması, 1. Beş Yıllık Sanayi Planının uygulanmaya başlaması, 2. Dil
Kurultayı, yeni devrim kanunlarının çıkarılması, kadınlara seçme-seçilme
hakkının verilmesi ; 1935 Türkkuşu’nun, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin,
MTA’nın, Etibank’ın kurulmaları, köy eğitmenliğinin kurulması; 1936 DTC
Fakültesi’nin eğitime başlaması, 1. Sanayi Kongresi, Konservatuarın açılması,
Montreux Sözleşmesi’nin imzalanması, 3. Dil Kurultayı; 1937 Hatay sorunu, ağır
sanayinin kurulması, 2. Tarih Kongresi, Atatürk’ün bütün varlığını hazineye bırakması; 1938,
Hatay sorunu dolayısıyla Mersin’e gelmesi, S. Gökçen’in Balkan turu, hastalığının artışı,
Savarona’da kalması, iki kez Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi, Savarona’dan
Dolmabahçe’ye geçmesi, vasiyetini yazması, C. Bayar’dan 2. Dört Yıllık Plan hakkında bilgi alması,
10 Kasım 1938 sonsuzluğa göçmesi.
Sonuç:Hiçbir yılı hareketsiz, sessiz vede yalnız geçmemiştir.Bu yıllar Atatürk’ün en yoğun, en hareketli, en canlı, en
verimliyıllarıdır. Maddi ve manevi
büyük atılımın, gelişimin önderi, yol göstericisi, destekleyicisidir.
– Genç bilim adamı bunları bilmez mi? – Bildiği halde öyle diyorsa, hayret.
Bilmiyorsa daha hayret! – Filmdeki iddiaları savunan başkaları da var.
Onlar için ne diyorsunuz? – Okuyorum, bazılarını anlamaya çalışıyorum,
bazılarına şaşıyorum. Hele bazıları ilginç: Bunlara göre Atatürk ve dönemi hakkında yalan yanlış her şey
söylenebilir. Ama gerçeklerin savunulmasını demokrasi karşıtlığıymış gibi
görüyor, gösteriyorlar. Kemalizm’i tek particilik gibi sergilemeye
çalışıyorlar. Demek ki Kemalizm hakkında topluiğne başı kadar bir şey
bilmiyorlar. Prof.Dr.
Sina Akşin’in
kitaplarını okumalarını dilerim. Bazıları Osmanlı özlemi içinde, Osmanlı
tarihini iyi bilmiyor. Kimi gözü kapalı Batı hayranı, bunlar da Batı
tarihinibilmiyorlar. Bu karışık durum
sağlıklı bir çizgide olmadığımızı gösteriyor. Atatürk de elbette tartışılır, eleştirilir. Ama
bunuuydurmadan, çarpıtmadan,
saptırmadan, gerçeklere saygı göstererek, uygar, düzeyli birüslupla yapmalıyız. Vatanımızı borçlu olduğumuz bir insan olarak
bu kadarcık bir saygıyı, özeni, inceliği hak etmiştir sanıyorum. Can Dündar Ne Diyor? – Can Dündar bunca açıklama, eleştiri, kınama ve benzeri tepkiden
sonra ne diyor acaba? – 15 Kasım günü saat 17.30’da Kanaltürk’te, Kırmızı Halı programında konuşuyordu. Şöyle dedi: “Eksiğimiz çok
amayanlışımız yok.” – Film neredeyse baştan aşağı yanlış. Hayret
kere hayret! Can Dündar’a Sesleniş Oğlum, filmini iki kez izleyerek, gördüğüm
eksikleri ve yanlışları, 60 yıllık emeğime, bilgime, çabama dayanarak
açıkladım. Hiçbir akımın takımın adamı olmadığımı herhalde bilirsin.
Amacım sadece doğruyu belirtmek, gerçeği
savunmak.
Filmine ilişkin inciten, şaşırtan, üzen, çok
düşündüren eksikleri ve yanlışları, bu yazıyla ayrıntılı olarak bilgine
sunuyorum. Filmin bu haliyle gösterimde kalması kesinlikle doğru değil. Zaten
sorunlar içinde olan halkımıza yeni sorunlar ekleme. Filmi gösterimden çekerek,
eksiklerini tamamlayacağına, yanlışları düzelteceğine, incelikten yoksun
anlatımları temizleyeceğine güveniyorum. Evde bana verdiğin sözden dolayı
değil, sana hâlâ inanmak ihtiyacını duyduğum için güveniyorum. Filmi böylece, bu haliyle korursan, gerekli
değişiklikleri yapmazsan, yanlışta ısrar edersen, hele filmi değiştirmeden dış
ülkelere yollayıp da gariban Türkleri incitirsen, bölersen, Türkiye
karşıtlarını, Atatürk’ün iki kez yenip denize döktüğü gözü doymaz
emperyalistleri sevindirirsen, bu güvenimi sürdürmeyi başaramam.
Can,
Mustafa’nın senaryosunun yayımlanacağını açıklamıştınız.
Senaryoyu bir an önce yayımla ki filmi eksiksiz değerlendirebilelim. Daha
gözden ve dikkatten kaçmış birçok eksik ve yanlış olduğunu sanıyorum.
Yayımlanırsa okur, eksikleri, yanlışları saptayıp açıklayarak sana yine
yardımcı olurum. 32. Gün içinKısa Bir Not 32. Gün bir açıkoturum gibi oldu. Sayın Mehmet Ali Birand’ın oturum yöneticisi olarak tarafsız olması
gerekirdi. Genç yardımcısını ve filmi korumak için çaba gösterdi. Dostluğu
anlarım ama kurallar dostluktan daha önemlidir. Çok mütevazı bir açıklamada
bulunmama izin veriniz. Yaşayan eski bir-iki yayıncıdan biriyim. Yayın
türlerinin kurallarını ilk kez yazılı olarak saptayan, açıklayan da benim. Bu
tür programları yönetenlerin tarafsızlığı programa güvenirlik ve düzey sağlar.
Bu hususu belirtmeden geçemedim.
Sayın Baskın Oran’ın programa niye katıldığınıanlamadım. Dersine hiç çalışmadan gelmişti,
önceden edinilmiş ciddi bir birikimi de yoktu. Program boyunca söylediklerinin
büyük çoğunluğu tarihe, gerçeklere aykırıydı. Mustafa filmi hakkında bir program izlemek isteyen
izleyicilerin haklarını yememek için susmayı tercih ettim. Ciddi kitaplara
bakarak doğruları öğreneceğini umut ederek burada da susacağım.
Ama bir noktaya değinmemek olmayacak. Sayın Baskın OranAtatürk hakkında ucuzun ucuzu bir fıkrayı yineledi. Atatürk çok uzun boylu, gür sesli bir babayiğit
olarak anlatılırmış. Bir gün bu abartıların yapıldığı yerden geçmiş.. Boyu
kısa, sesi de inceymiş, üstüne üstlük bir de sütlü kahve istemişmiş filan. Bu
tek fıkrayı Atatürk hakkındaki abartıların, Atatürk’ü totemleştirmenin tipik örneği olarak ileri
sürdü. Özetle dedi ki: ‘Atatürk böyle büyütülerek anlatılırsa, Atatürk’ün böyle olmadığı anlaşıldığı zaman büyük
hayal kırıklığı yaratır.’
On binlerce kitaptan oluşan Atatürk edebiyatını ve Atatürk gerçeğini bu ucuz fıkraya indirgeyerek
anlatmak ve eleştirmeye yeltenmek, akla ziyan bir tutum. Bu ucuz şakadan yola
çıkarak Atatürk’ün totemleştirildiğini, İsa gibi yarı-tanrı
olarak anlatıldığını söyledi ve ekledi: “Mustafa filmi Atatürk’ü insanlaştırıyor, totem olmaktan çıkarıyor.”
Çocuklarımıza, gençlerimize Atatürk böyle, bu ucuz fıkradaki gibi mi anlatılıyor?
Ey öğretmenler, Atatürk’ü böyle dev gibi ya da yarı-tanrı gibi mi
anlatıyorsunuz? Ey bilenler, böyle inceleme kitabı, ders kitabı, yardımcı ders
kitabı, hikâye kitabı, gençlik ansiklopedisi var mı?
Yoksa sayın Oran öğrencilerine de yakın tarihimizi böyle mi anlatıyor? Ne Olur! Çanakkale’yi, Milli Mücadele’yi bilmeyenler bunları anlatmasın ne olur! Anadolu’nun o
tarihteki durumunu, devrimlerin amacını, anlamını bilmeyenler de, doğru ile
yanlışı, yalanı, uydurmayı ayırdedemeyenler de Cumhuriyet’i anlatmasın ne olur! Atatürk’ü bütün yönleri ile özenle, saygıyla
inceleyip kavramamış olanlar Atatürk’ü de hiç anlatmasın ne olur!
Bilmeyenler bu konulardan elini, dilini
çeksin, çocuklarımızın aklını ve yüreğini kirletmesin, ne olur! Atatürk’e Yakarış Ey sevgili Atatürk!
Sana padişah/halife olman teklif edilmişti.
Kabul etseydin haremin olacaktı, hazinen olacaktı, sarayların olacaktı,
mutluluk ve keyif içinde bir ömür sürecek, içkini (afiyet olsun!) sarayında,
gizli içeceğin için kimse de bu konuda olur olmaz konuşmayacaktı. Ama sen bu
teklifi elinin tersiyle ittin. Milletinin geleceği içindevrimler yolunu açtın. Bu nedenle kaç kez
ölüm tehlikesi atlattın, iftiralara uğramayı göze aldın. İstedin ki yurttaşların
bağımsız olsun, ilkellikten, bilgisizlikten, onursuzluktan, yoksulluktan,
hurafelerden, din ve çıkar sömürücülerinden kurtulsun, ilerlesin, gelişsin, her
alanda kalkınsın, ortaçağdan çıksın, çağının ve hayatın güzelliklerini
paylaşsın, dilediği gibi ibadet etsin, huzur içinde yaşasın, bir daha da
Batının kölesi olmasın.
Ama biz seni, idealini, başarılarını,
halkımıza, gençlerimize anlatmayı beceremedik. Araştırıp öğrenebilirlerdi ama
doğruyu, gerçeği araştırma hevesini de, alışkanlığını da veremedik.
Bu konudaki beceriksizliğimizin son örneği de Mustafa adlı film. Bu filmi yapanlara,
destekleyenlere, övenlere, seni, Milli Mücadele’yi, Cumhuriyet’in neleri başardığını öğretemediğimiz anlaşılıyor.
Geleceği emanet ettiğin gençlerin birçok
akımların, farklı düşüncelerin etkisi altında kalmalarını, bölünmeleriniengelleyemedik. Gençlerimiz tarihsiz ya da
sulandırılmış ya da tersine çevrilmiş bir tarihle yetişiyor. Kendi
kahramanlarını unutturduk, çocuklarımızın başkalarının kahramanlarına hayranlık
duymalarına yol açtık. Aaah.
Senden sonra birçok zikzaklar çizdik. İzinden
ayrıldık. Borçla kalkınmaya çabaladık. Bağımsızlığın
milli ekonomi ile olan ilgisini unuttuk. Bağımsızlık duygusu zayıfladı. Anadolu
aydınlanması gittikçe kararıyor. Emperyalizm konuşulmaz oldu. Batı karşısındaki
aşağılık duygumuz yeniden hortladı. Kendimize güvenimiz sarsıldı. Senin , özü
yurtseverlik, toprak , tarih ve yazgı kardeşliğiolan milliyetçilik görüşünü canlı tutamadık.
Birliğimiz, dirliğimiz sorunlar içinde. Seni de sana benzemeyen büstlere
dönüştürdüler. Bu gidişin nelere mal olacağını tarih açıklıyor ama kimse tarihe
kulak vermiyor.
Bütün bunlardan dolayı senden, aziz anından,
derin bir utanç içinde özür diliyorum.
Bizi affet.
Aralık
2008
EK-1 İstanbul Ünİversİtesİ Cerrahpaşa Tıp Fakültesİ Psİkİyatrİ Bölümünden Prof. DR. Mehmet Kerem Doksat şöyle açıklıyor:
Bilirsiniz, ünlü
Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken bir yandan zil çalınca ve bunu
defalarca yapınca, bir süre sonra eti görmeden de zil sesini işitince hayvanın
salyası akmaya başlar. Bu şartlı reflekstir: Hayvanın tabiatında olmayan bir
uyarıcı (zil sesi), onu tabiatında olan eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır.
Ama eğer sürekli olarak zil çalıp hiç et göstermezseniz, bir süre sonra bu
şartlı refleks söner; devamının tesisi için arada et de gösterilerek
pekiştirilmelidir.
Hiçbirimiz dünyaya
Sünnî veya Katolik olarak gelmeyiz; bunlar bize öğretilen değerler, yani şartlı
reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler.
Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur. Kurtarılabilenler
tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yok! Şu müthiş sonuca varır:
Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırır. İnsanı veya hayvanı en
doğal, en ilkel haline geri döndürür.
Bir yandan her gün
15-20 şehit, “kanları yerde kalmayacak” denip sürekli kanlarının yerde kalması,
bir yandan Ergenekon bilmem ne deyip büyük bir çoğunluğunun suçsuz olduğuna
herkesin emin olduğu, hatta tek suçu Atatürk’ü ve onun
ilkelerini sevmek olan insanların sabaha karşı evlerinden alınarak hapse
atılmaları… Bir yandan orada burada araba yakarak, polise taş atarak, etnik
kalkışmalar… Hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusu ortadan kalkıyor. Pavlov’un köpeklerindeki gibi, bu kadar ağır travmalarla şartlı reflekslerimiz
(milli duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.
Volkan’a göre Atatürk babasını küçük yaşta kaybedip ilk bunalıma giriyor. Ondan
sonra annesi başka bir adamla evleniyor ve eve gelen bu adamla birlikte bunalım
kökleşiyor. Bunun temelinde ise Mustafa’nın annesine olan ‘oidipal’ bağlılığı
var! Aslında Can’ın belgeselindeki temel ve örtük mesaj da bu.
Atatürk denilen adam sözde bizim atamız, yani bir anlamda
hepimizin babası ama aslında onun babası yok!
Nitekim Can’ın
belgeselinde ikide bir Mustafa’dan ‘yetim’ olarak söz ediliyor!
Ve yine
Mustafa’nın annesine darılması anlatılıyor belgeselde, çünkü Atatürk’ün anası, yani bizim o başörtülü gülümseyen fotoğrafından hatırladığımız
Zübeyde Hanım, ‘eve başka bir erkek getiriyor’!
Evet, belgeselde
anlatılan dil aynen böyle, ortada Zübeyde Hanım’ın
‘yeniden evlenmesi’ne değil ‘eve yeni bir erkek getirmesi’ne vurgu var!
Farkındaysanız tez Vamık Volkan’dan aktarılma olduğu gibi.
Peki Can buradan
nereye varmaya çalışıyor?
Atatürk’ün aslında çocukluğundan itibaren sorunlu biri olduğuna.
Nitekim belgesel
boyunca Atatürk, mutsuz, yalnız, bunalımlı bir tip olarak çizilmiş. Ancak bunlar anlık
ya da dönemsel melankoliklikler değil. Atatürk çocukluğundan ölümüne derin bir melankoli içinde gösteriliyor. Atatürk’ün sürekli içki ve sigaraya olan düşkünlüğü de örtük başka bir mesajı
veriyor: Mustafa sadece annesine karşı oidipal bir bağlılık içinde değildir,
aynı zamanda ‘oral’ bir kişiliğe sahiptir!
Şimdi bu iki
kavrama bakalım. Birincisi Freud’un ‘Oidipus Kompleksi’ olarak bilinen ve çocuğun anneye
olan bağlılığını cinsel bağlılıkla açıklayan teori. İkincisi ise yine Freud’un çocukluk evrelerini ayırdığı ilk evre olan ‘oral evre’, yani ağız
bağlılığı. Mesela çocukların iki yaşına kadar anne memesine olan bağlılık
dönemi...
İşimiz elbette
psikoloji tartışmasına girmek değil, Freud’un kavramlarını
tartışmak da değil. Ama bu kavramlar Atatürk için neden
kullanılıyor, onu tartışmak. Her iki kavram da Vamık Volkan’ın kitabında Atatürk’ün kişiliği olarak konuluyor. Şöyle ki:
Atatürk annesine olan aşkının yerine vatanı koyuyor.
Nitekim ‘büyük
validemiz’ diye söz ettiği vatana olan aşkı aslında anasına olan aşkıdır!
Yine ana memesine
olan hasretini de rakı kadehi ve sigara ile gidermektedir!
Can, belgeselinde
bunları çok açıktan dillendirmemiş ama anlaşılan o aşama için vakit henüz erken
diye düşünmüş. Yine de Can, Vamık
Volkan’dan esinlendiğini
iddia ettiğine göre çok yakında o meselelere de geleceği kesin.
Aslında Can’ın
geveleyip de söyleyemediği şeyin ne olduğunu az çok anlayabiliyoruz: Herhalde
Mustafa’dan sonra sırada Zübeyde belgeseli var. O zaman tabularla mücadele eden
Can Dündar’dan bir dahaki belgeselinde yine şeriatçıların Zübeyde Hanım hakkındaki yalanlarını gerçekmiş gibi sunmasını bekleyebiliriz.
Şeriatçılar ne
derler Atatürk için?
Veled-i zina! Yani
piç!
En son Refah
Partisi’nin bir milletvekili bu lafı etmiş sonra da yurtdışına kaçmıştı.
Ama Can Dündar’ın belgeselinde faydalandığı şeriatçıların temel tezidir bu.
Onlar Atatürk’ün annesinin aslında bir fahişe olduğunu ve Selanik genelevinde
çalıştığını yayarlar.
Hatta uydurma bir
de belge basar dururlar. Peki böyle bir gerçek var mıdır?
Elbette bütünüyle
uydurmadır ama insanları bir yalana inandırmak da mümkündür.
Zaten Can’ın misyonu da budur.
Belgesel boyunca
şeriatçı yalanları gerçekmiş ve hatta belgeymiş gibi sunmamış mıdır?
Vaktiyle yalnızca Mustafa Kemal de terörist sayılmamıştı. Çok az bilinen bir örnek de, Osman Nevres Recep’tir (bildiğimiz adıyla ise Hasan Tahsin). Meslek olarak gazeteci olan Nevres’i her zamanki
gibi terörist ilan eden güçler yine Batılılardır. Birinci Dünya Savaşı öncesi
Batılı ülkeler her zamanki gibi Türkleri Orta Asya’ya gönderme düşleri (1856
Berlin Konferansı’nda dillendirilen ‘Ostproblem’ yani şark meselesi)
kurmaktadır.
1911 yılında
İtalyanlar hiçbir siyasal ya da hukuksal neden ortada yokken Trablusgarb’ı
işgal ederler. Osman Nevres de o sırada Fransa’da eğitim görmektedir. Bir Fransız
sinemasının (Olimpia) reklam vitrininde Trablusgarb ile ilgili afiş görür ve
içeri girer. Film baştan sonuna kadar Türklere hakaret ve iftira ile doludur.
İtalyan propagandası en üst düzeydedir. Türkler barbar ve uygarlıktan payını
almamış bir topluluk olarak tanıtılmaktadır. Osman Nevres
daha fazla dayanamaz ve her zaman belinde taşıdığı silahını ateşleyerek
sinema perdesini delik deşik eder.. Ertesi gün Fransız
gazetelerinde şu haber
çıkar: “Terörist Türk dehşet
saçtı…” Hemen bu “anarşist”
Türk’ün Fransa
toprakları dışına atılması için kampanya başlatılır. Ve başarılı
olunur da.
Kısacası uyanık
olmak gerekmektedir ve bu belgesel türü saldırıların sonunun nerelere kadar
gideceğini iyi öngörmek gerekir. Aslında mesele son derece basittir. Batılı
emperyalistler yok etmek istedikleri uluslara saldırırken o ulusların
önderlerinden başlarlar işe. Çünkü ulusal bütünlüğü sağlayan ulusal önderdir.
Bunu gayet iyi
bilen emperyalistler bu noktada psikoloji bilimini de yardıma çağırırlar.
İşte Vamık Volkan bu tür bir psikiyatristtir.
Kendisi
Kıbrıslıdır ama Amerika’nın hizmetindedir.
Çok uzun yıllardır
ABD başkanlarının psikiyatri danışmanlığını yapmaktadır.
CIA için
çalışmaktadır. Görevi ise aslında bilimsel bir çalışmadır.
Vamık Volkan, ABD’nin bölmek, parçalamak ve yutmak istediği
coğrafyalarda yaşayan uluslarla ilgilenir.
O ulusların
psikolojisini inceler. Ve aklı sıra “uluslar nasıl birbirini boğazlamaz”ın
teorisini geliştirir.
Yani görünürdeki
amaç etnik kinleri, nefretleri incelemek, onları ortadan kaldırmaktır.
Mesela Ermenilerle
Türkler arasında ulusal bir düşmanlık mı var, orada Vamık girer devreye ve bu
düşmanlığın kökenlerini inceler. Peki inceleme dediğimiz şey nedir? Burada
izlenen yol ulusal ya da etnik düşmanlıkların ortadan kaldırılması değil,
ABD’nin tehdit olarak gördüğü ulusların ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin ve
benliklerinin sorgulanması, aşındırılmasıdır. Kısacası milli duygunun yok
edilmesidir etnik psikiyatrinin görevi. İşte bizi
ilgilendiren şey de budur.
Bir ulusun ulusal
bilincini, ulusal duygusunu ve refleksini nasıl yok edersiniz? Bunun denenmiş,
sınanmış bir yöntemi vardır, o ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız. Yani o ulusun
tarihini yeniden tartışırsınız. Mesela Türkler kendilerini kahraman bir ulus
olarak mı görüyorlar? O zaman onlara ne
kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekmektedir! Ya da Türkler
atalarını, yani Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar? O zaman onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan biri olduğunu gösterin. Farkındaysanız son
on yıldır tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz. Sözde demokratlık, tartışma
kültürü adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor? Diyorlar ki “Siz
soykırımcı bir milletsiniz! Ermenilere soykırım uyguladınız.” Biz diyoruz ki
“Hayır uygulamadık!” O zaman uyanık
emperyalist diyor ki: “Tamam madem uygulamadınız, bunu hemen reddetmeyin,
tartışalım, öyle bir sonuca varalım.” Size mantıklı geliyor, nasılsa biz
suçsuzuz, tartışmadan galip ayrılırız diyorsunuz. Ama tartışma
masası kurulduğunda hiç de ortada eşit bir tartışma şansı olmadığını
görüyorsunuz.
Bir bakıyorsunuz,
tüm televizyonlar, gazeteler, aydınlar sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya
başlıyor.
Kanıtları var mı?
Elbette yok!Ama yalan bir kez yayıldı
mı ve yalanı söyleyenlerin sayısı çok oldu mu, gerçeğin sesi çıkmaz oluyor.
Hayır diyorsunuz, gerçekleri bir de biz anlatalım. Ama anlatamıyorsunuz, çünkü
tüm propaganda kanalları size kapatılmış. İşte o zaman anlıyorsunuz “tartışmaya
açmak” denilen tuzağı.
Çünkü bu sürecin
sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “acaba” demeye
başlıyor!
Acaba gerçekten
Ermenileri biz mi katlettik? Yani ulusal benlikte ilk kırılma yaşanıyor...
Psikolojik harbin
etkisi çok büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor. Sonra sıra Kürtlere geliyor!
Sizden
tartışmanızı istiyorlar. Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz...
Bir düşünelim son
dönemde neleri tartışmaya açtırdık ve neredeyiz.
Bugün Misak-ı Milli’yi pek önemsemiyoruz.
Kırmızı çizgileri
umursamıyoruz.
Türk dilinin önemi
kalmamış.
Bu ülkede
federasyon da olabilir.
Ermenilerden özür
dileyebiliriz.
Kürtlere biraz
toprak verebiliriz.
Kısacası ulusal
varlığımıza ait hayati her alanda ve konuda kaybetmiş durumdayız.
Peki sıra neye
geldi?
Sıra Atatürk’e geldi.
Çünkü önemli olan
ulusal önderi yok etmektir.
O halde tüm
önderlere yapılanı Atatürk’e de yapalım.
O’nun ne kadar
zalim bir diktatör olduğunu tartışalım.
O’nun aslında
zaafları olduğunu tartışalım.
Hatta O’nun
anasını bile tartışalım.
Evet,
emperyalistlerin gündeminde bu vardır.
Tartışın
diyorlar.. Biz sizin atanızın anasını tartışmak istiyoruz!Sonra?
Sonra da sıra
sizin ananıza gelecek! Hepinizinkine gelecek!
Ondan sonra Can Dündar çıkıyor ağlamaklı, diyor ki “Tamam tartışın benim belgeselimi ama biraz
insaflı olun, önce izleyin sonra eleştirin!” Acıyacaksınız nerdeyse adama.
Sonra dört bir koldan saldırıyorlar; korkacak ne var ki, izleyin önce,
inanmazsanız inanmazsınız! İsterseniz eleştirin!
İşte asıl
psikolojik harp cephesi de burada kuruluyor!
Yıllar öncesine
gidiyorsunuz... Mondros imzalanmış.
Sonra düşman
askerleri İstanbul’a çıkartma yapmaya başlıyor.
Milyonlarca Türk
sadece izliyor! Demek ki önemli olan ilk adım, işgali izlettirebilmekmiş!
Ama aynı zamanda
bir de masa! Tartışacaksınız. Tartışma masasında bizim sadrazam emperyalistlere
yalvarıyor, biraz acıyın diye.Peki
izleyerek, tartışarak nereye varabilirsiniz?
Emperyalistler
aslında şu anda beyinlerimize ve yüreklerimize yüzyılın çıkartmasını yapıyor.
Mehmet Akif, Çanakkale için ne diyordu: “Şu Boğaz harbi nedir?
Var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi, Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya Kaç donanmayla sarılmış
ufacık bir karaya.” Ya şu Can’ın
belgeseli?Sizce daha büyük bir çıkartma
değil mi?
Çıkartma sürerken
iki tavır var alınacak. Biri İstanbul’da
işgalcileri karşılayan ve onlardan tokat yiyen bir Osmanlı paşası
olabilirsiniz.
Ya da Dolmabahçe’den
çıkartmayı izleyen bir padişah. Belki de evinin perdesini kapatan sıradan ve
suskun bir Türk... Ama aslında hepsi aynı kapıya ve aynı kişiliğe çıkar.
İzlersiniz! Her
şeyi! Ya da ilk kurşunu atan Hasan
Tahsin olursunuz.
Hasan Tahsin’e kadar bu ülkede düşmana hiç kurşun atılmadığını bilmek
ne kadar utanç verici aslında!
Peki Hasan Tahsin’i ne kadar tanıyoruz? Hasan
Tahsin’i Hasan Tahsin yapan nedir?
“İlk kurşun”dan
önce de kurşun atmıştır Hasan
Tahsin. Tarihin garip
cilvesi Hasan Tahsin Avrupa’dadır ve bir filme gider. Filmde Türkler
aşağılanmaktadır. Hasan Tahsin bu filmi izlemez. “Önce izleyeyim sonra eleştireyim”
demez. Ya ne der? “Türk’e küfredenin canına okurum” der! Ve çıkarır silahını
ateş eder beyaz perdeye!
Film orada biter!
Hasan Tahsin’in insani ve sıradan yanıdır bu. Hiçbir insan kendisine,
anasına, babasına, atasına, milletine, bayrağına küfrettirmez. En basit insan
gerçeğidir. İlkokulda bir çocuğun anasına küfretmeye kalkarsanız, sizinle
anasının durumunu tartışmaz, bunun yanıtı suratınıza yiyeceğiniz yumruktur.
Neden?
Çünkü çocuğun en
insani ve sıradan yanıdır bu!
İşte Can’ın insani
denilen belgeselinin bam teli de burası.
Diyor ki Can “Ben
sizin atanıza küfredeceğim ve siz de izleyeceksiniz!
Medeni bir şekilde
izleyeceksiniz! Çıtınız çıkmayacak. Paranızı verip, sinemaya girecek ve orada
size gösterilen yerde oturacak ve izleyeceksiniz. Çıtınız çıkmasın,
sinemadasınız! Çıkınca fikrinizi söyleyin.”
Mustafa Kemal Atatürk hakkında bilgiler: http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Kemal_Atat%C3%BCrk