Değerli
dinleyiciler hepinizi saygıyla selamlıyorum...
Yetmişli
yılların başında üniversite eğitimi için geldiğim
İstanbul Boğaziçi'nin Asya ile Avrupa'nın en dar yerindeki
şirin köy Urumelihisarı'na yerleştiğimde, oranın yerlileri,
"Artık bu Köy'ün acı çeşmesinden su içtin,
buradan ayrılamazsın!" uyarısında bulunmuşlardı.
Söylenen
gibi oldu. Üniversite bitti. Köyümden bir türlü
ayrılamadım. Hayata atılıp, yaşlı kentin iki kutbunda da
çalıştım. Akşamlan her iş dönüşü köyüme
uğramaktan, kıyıdan ayaklarımı Delisu Boğaz'in soğuk suyuna
sokmaktan, yunus balıklarının coşkularını seyretmek için
Hoyratdeniz Karadeniz'e açılmaktan, güneşi ötegeçenin
arka yamaçlarına düşürmekten, dolunayı
doğurtmaktan, yazlan ateşböcekleri pırıltıları altında,
kışları karların bir gelinlik gibi örtülediği
Aşiyan'da Şair Orhan Veli'nin mezarı yanı başında içkimi
yudumlayarak şiirlerini okumaktan kendimi bir türlü
alamıyordum. Afyonlanmış ve efsunlanmış gibiydim. Saatlerce,
akan Delisu'ya bakarak, kâh suyunun rengini değiştiriyor, kâh
geçmiş zamanlara dalarak karşı tepelerde oraya kadar gelme
cesaretini gösteren ortaçağ cengâverlerini
düşünerek hayaller kuruyordum.
Bu
aşk, Anadolu'nun çeşitli kentlerinde çalıştığım
zamanlarda da sürdü. Denizi nerede görürsem
göreyim, diyelim ki bir filmde ya da bir televizyon programında,
aklıma hep Köy'üm ve hülyalarım geldi. Bütün
bunların öykülerini yazacağım, romanlaştırıp kitaplar
haline getireceğim, o zamanlar aklıma hiç gelmezdi.
Boğaz
Köyleri'nde, insanların birbirlerine "Nereye gidiyorsun?"
diye sorduklarında: "Şehre" ya da "Köye"
derlerdi; pet şişelerin peydahlanmadığı, deniz insanlarının
plastik yerine keten urgan kullandığı ve Boğaziçi suyunda
yetmiş tür balığın yaşadığı zamanlarda tanıdım o
insanları. O insanlar Bilge Serserilerdi.
Sürekli
içki içen, çalışmaz gibi, aylakmış gibi,
lodos kedileri gibi denize bakan, elleri belleri arkasında kavuşmuş
iki cami arasında sürekli volta atan, arada bir durarak
dikkatle denize bakan bu insanları, Bilge Serserileri o zamanlar
tamdım.
Denizde
oynak gözlediklerini, denizin yeşilimsi mavi rengini kendi
zevklerine göre değiştirdiklerini, deniz suyundan tirşeleşmiş
saçlarının arasından esen özgür rüzgârların
seslerini dinlediklerini, kara tutsaklıklarından ancak denizin
enginliklerinde kurtulacaklarını ve yaşadığım çağda
insanların bir tek denizin üzerinde eşit olduğunu onlardan
öğrendim.
Tek,
itaatsiz, özgürdüler. Biri öldüğünde,
birbirlerine "Haydi sıra sende, Aşiyan çift çağırır!.."
diyerek, peşisıra tek kişilik kulübelerinde öldüler.
Peşisıraydılar...
Çokpaltoluydular. Karmbahargülleriydiler. Çünkü
onlar, uzun yolda yürüyenlerdi. Sürekli yoldaydılar.
Seribaşı... başıboş... sarsari ve hoşserlerdi. Bilge
Serseriydiler.
Bilge
Serseri...
Günümüzde
toplum tarafından kısa yoldan serseri (seribaşı, başıboş, önde
giden) olarak tanımlanan bu insanların; modern kentlerin asla bir
felsefesi olmayan ve ürettiği her türlü yıkıcılık
içinde her ne olursa olsun ayakta kalmaya çalışan ve
toplumun zorla ürettiği, kendi iç dinamiğiyle
üreyemeyen sahte sahne oyuncularıyla karıştırılmaması
gerekir.
Gerçek
Bilge Serseriler, tahta kılıçlı modern kahramanlardan
değillerdir. Onlar, bireysel kahramanlardır. Çünkü,
Bilge Serserilik zor zanaattır. Anlık değildir ve tatlı suyu hiç
kabul etmez! Akıl, mantık, matematik, süreç ve deniz
ister. Bu zor zanaat, hele hele serde bir de bilgelik varsa,
daha da zordur.
Üretim
ilişkileri dışına çıkmış serseri yaşam biçimi
kendi adabını da beraberinde oluşturur. Para, mal, unvan, dünya
malı ve işinde Bilge Serseri'nin gözü yoktur.
Bilge
Serseri'nin, o anki durumun felsefesini yapan gündelik
serseriden en büyük farkı, üreterek bir eser meydana
getirmesidir. Onun için üretim, bir eser yaratma
doğrultusunda, en güzel ütopyası olarak, Yok Ülke'
olarak adlandırılabilir. Diğer farksa, yarattığına değer
vermeyerek dağıtması ve üleşimdir. Bu olgular onda
rahatlamaya neden olur.
Rahatlanma,
titizlikle, maddi dünya nimetlerine karşı savaşın bütünlük
silsilesidir. Rahatlama: kâğıt üzerinde sıralamada, her
ne kadar en altta görülse de, bu bilge Serseri'nin yaşama
bakış açısı bakımından kesinlikle bir kademe düşüşü
olarak algılanmamalıdır. Onun için rahatlama, değiştirmeye
çalıştığı dünyaya adadığı çalışmaların
tersten başlangıcıdır. O, solak bir bateristtir. Bilge
Serseri'nin dünya nimetlerine karşı gelmesi demek, yaratmaması
demek değildir. Bilge Serseri, eserini yaratır, yarattığı eserin
hiçbir zaman bitmediğine, süreçte devinim içinde
olduğuna inanır. Ona göre yaratılan eser süregelendir.
Bilge
Serseri, eserini yaratma yolunda yürürken yalnızdır. Onun
bu yalnızlığı belki de kendi kuyusunun içine dalışı ve
oradan dünyaya bakışıdır. Bu bakışın doğruluğunu,
kuyunun altında mı yoksa üstünde mi olacağını kim
bilebilir? Bilge Serseri'nin yalnızlığı, bir eser yaratmadaki
sonsuzluktan kaynaklanmaktadır. Onun yaratmak istediği en büyük
eser, yeni bir dünya düşüyle kendi çekirdeğini
kırmaktır. Bu, onun için, yaşadığı zamanın tarif
aralığında, en güzel ütopyası ve neşe kaynağıdır.
Normal insanlar dışarıdan baktıklarında, bu kendi içine
dalış olan yalnızlığı göremezler. Bilge Serseri'nin bir
eser yaratmadaki yalnızlığı, kendi yalnızlığından daha
ağırdır. Ve bu ağırlığı, yaşadığı sürece kambur
niyetine zorunlu taşır. Kambur, normal bir insanın sırtındaysa;
onun kamburu olan bir eser yaratmadaki yalnızlığı, onun
yalnızlığının sürekli önünde, göğsünün
hemen bir adım önünde gider. O, bu kovalamacada eser
tarafından devamlı geriye itelense de, takibe devam eder. Bilge
Serseri ve onun yarattığı eseri, yaşam pistinde ayrı kulvarlarda
koşmazlar. Aynı kulvarda koşarlar ve bu koşuda eser daima önde,
yaratıcısı arkadadır. Bu koşuda eserin bitmesini isteyen Bilge
Serseri için, eserin bitmesi kendinin de bitmesi demektir. O,
çok iyi bilir ki, eserine 'tamam artık bitti' denmesi,
eserinin ve kendinin dramatik sonunun hazırlanması demektir. O, bu
noktada komiktir. Çünkü, eseri durağan değildir ve
onun kalbi olan bir sıfır noktası, bir merkezi vardır. Bu merkez
noktası doğrultusunda çemberinin içinde sürekli
bir hareketlilik izlenir. Bilge Serseri bilir ki, cam nasıl
viskozitesi 'O' olan bir sıvıysa, eserini barındıran çemberinin
içinde de bir yaşam ve hareketlilik vardır. Bu hareketlilik,
çekirdeğini kırıp çemberinin içinden
taştığında, Bilge Serseri arkasından onu kovalayacaktır. O,
eserini her daim takiptedir. Normal insanlar, zamanı geldiğinde,
onun eserinin devinim halindeki akışkanlığını ve plastiseliğini
şimdiye kadar keşfedilmemiş bir elektromikroskop sayesinde
anlayabilirler. Bu elektromikroskobu, belki de yaratıcı normal bir
sanatçı, bütün bu anlatılanların dışında ve
akabinde neler olabileceğini bilmeden keşfedebilir. Yaratıcı
normal sanatçı; yarattığını okur, dokunur, bakar. Sonra
onu tamamladığını sanarak noktayı koyar. Büyük
yanılgının nereden kaynaklandığını anlamadan acıyla
yaşayarak, ölümünden sonra anlaşılacağını
sayıklayıp durur. O, eserini yaratırken hayatın iç
tesirlerinden fazlasıyla etkilenmiştir.
İşte
bu durum, eserim önüne katıp, onu devamlı kurcalayan
Bilge Serseri için geçerli değildir. Kurcalamadan
kaynaklanan eserini, devinim halindeki bu dünyada bazı
zamanlarda düzeltir. Ve yoluna kararlılıkla devam eder. O,
hayat dışı tesirlerden etkilenir ve bitmeyen bulanık
yatırımlarıyla (tıpkı, bu bildirinin tamamında olduğu gibi)
bir yerlere hafif hafif dokunarak ve arada bir de dürterek
birtakım sesler duymak ister. Mikelanj'ın ünlü Musa
heykeline, çekicini fırlatmasını, "Bu kadar da güzel
olur mu?" sorusuna mı, yoksa kendine göre eserinin
bitmemesine mi bağlamamız gerekir? Normal gündelik yaşamda,
normal insanlara göre Bilge anlamda Serserilik, 'zor zanaat'
olup da nasıl bitmezse, onun yaratmak istediği yapıtların
sürekliliği de, önce çemberinin içinde, daha
sonra da dışında bitmez.
Değerli
dinleyiciler...
Bilge
Serseri'nin sonu ne olacak? Bilge Serseri, çemberinin dışına
çıkarken adımını çeperin dışına attığında,
yaratmaya çalıştığı iyi huylu başka bir dünyaya
neşe içinde, dramdan komediye gülücüklerle
merhaba diyen, kendinin şen neferi olacak. Bu dünya için
yaratılmış olan yeni bir insan tipine dönüşecek.
Kademeleri ve piramitleri, onları inşa edenlerle beraber
reddedecek. Sınırları yok etmeye çalışacak. İşte
Nietzsche'ye, göre bu şen dönüş, onun çemberinden
çıkışıdır.
Unutulmamalıdır
ki, kampçı (Scamp=serseri) ve uzun yolda durmadan yürüyen
Şen Bilge Serseri için bilgelik, bundan sonra ne yapacağım
bilmek; yapmaksa erdemdir.
Kısacası,
insanın onuruna duyduğum inanç, onun dünya üzerindeki
en büyük serseri olmasına dayanıyor. İnsan onurunun
itaatkâr, disiplinli ve yola sokulmuş bir apoletli ideasına
değil de, bir serseri ideasına bağlanması gerekliliğini
savunmamın nedeni işte budur. Bu kavramlaştırmaya göre en
sıradan insan tipi apoletli iken, en görkemli tipi de
muhtemelen Bilge Serseri'dir.
Sorunlar
her zaman göründüğü kadar basit değildir.
Demokrasi ve bireysel özgürlüğe yönelik tehdidin
çağı olan günümüzde, muhtemelen sadece Bilge
Serseri ve onun ruhu; bizi disiplinli, itaatkâr, yola sokulmuş
ve tek tip elbise giydirilmiş sürüler içinde seri
numaralandırılmış birimler halinde yitip gitmekten kurtaracak ve
diktatörlüğün son heybetli düşmanı olacaktır.
O, insan onuru ve bireysek özgürlüğün
şampiyonudur ve zaptedilecek en son insandır.
Değerli
dinleyiciler...
Muhtemelen
yaratıcı, bu dünya üzerinde insanı yarattığında bir
serseri, muhteşem bir Bilge Serseri yarattığını da çok
iyi biliyordu. Evet, her şeye rağmen bir bilge Serseri...
İnsanın
serseri nitelikleri, her şeyin ötesinde onun en umut verici
nitelikleridir.
Yaratıcının,
bu yarattığı, kuşkusuz genç bir insandı. O, yine kendini
gerçekte olduğundan daha büyük ve daha akıllı
sana ipe sapa gelmez rahatsız edici bir gençtir. Ve, hâlâ
haylazlık, münasebetsizlik ve her şeye yönelik sevgiyle
dolu serseridir. Bir babanın umutlarını parlak ama yanlışlarla
dolu yirmi yaşındaki oğluna bağlaması gibi, onda, yaratıcının
umutlarını hâlâ bağlayacağı kadar da çok
iyilik vardır. Yaratıcı bir gün emekli olmayı ve bu evrenin
idaresini bu hatalı oğluna bırakmayı istiyor olabilir mi? Merak
ediyorum.
Otuzdan
fazla medeniyet görmüş bir Anadolu insanı olarak
konuşursam; insanın, bilgenin bilgeliğinden deliliğin bilgeliğine
ilerlemedikçe; önce yaşamın trajedisini ve daha sonra
komedisini hissederek gülen bir filozof haline gelmedikçe,
serseri bilge olunabileceğini düşünmüyorum. Çünkü,
gülmeden önce ağlamamızın gerektiğini düşünen
biriyim.
Modern
uygarlık, serseriliğin bilgeliği üzerine dayanmaktadır...
Hepinize
çok teşekkür ediyor, iyi günler diliyorum...
* 2008
Yılı Frankfurt Kitap Fuarı Okuma Metnidir.