Hiç
düşmanı olmadı babamın, dostu da. Kimsenin uğraşmasına değecek biri değildi.O’nun sıradan yaşayıp gitmesine gönlüm razı
olmadığından türlü hikâyeler kurarım, yaşanmış gibi. Zaten o hep “gibi” yaşar.
Kendisi olmadı hiç. Yaşamcahili bir
genç olarak kaldı zamanın bunca törpüsüne karşın. Geçen
yıldan beri ilk kez göreceğim…
Akşamın
hüznü içine yürüyorum. Kuru yapraklara yavaşça basıyorum, nefesimi tutarak…
Evimizin
çıkıntı köşesi göründü. Sonbaharın ilk
yağmurlarında dökülmüş çivit mavisi badanalar,
yazın sarıya çevrilmiş olmalı. Hep sarı mıydı yoksa!.. Babamın
elinde süpürge, üst dişleri alt dudağını ısırarak güç topluyor, kapının
önündeki yaprakları süpürüyor. Kimseler yok ortalarda. Pantolonunpaçalarını sıvamış, uzun, beyaz içliği görünüyor.
Biri yeşil, diğeri mavi tokyo terlik giymiş, çorapsız… Yıllar önce hacıdan
getirmişti dayım. Araplar böyle giyerlermiş. Araplara söylemediğini
bırakmamıştı o zamanlar,kömürlüğe
fırlatmıştı renkli terlikleri. Beni
görmedi henüz. Başı,
omuzları arasına gömülmüş, elmacık kemikleri güneş yanığı, gözleri ve burnu
aynı çukura düşmüş. Süpürgenin hızlı savruluşundan uçuşan
yapraklarda gözü. Birkaç öbek yapıp üzerlerine taş koymuştu. Hazırladığı yeni
bir öbeğin üzerine süpürgeyi bırakıp içeriye girdi. Teneke tangırtısı arasında
babamın eski çığırtkan sesi sokağa taşıyor. Ne din kaldı ne iman. Eskisi gibi.
Sövülecek insan bulamayınca ya da doğrudan insanları hedef almaktan korkunca
nesnelere yöneltir öfkesini. Bir elinde teneke, bir elinden akan kanı
durdurmaya çalışarak sıkıca sardığı mendil, dışarı çıkıyor.
Elimdeki valizi bahçe duvarının
dibine koyup tenekeyi alıyorum elinden, sarılmadan önce. Beni tanıyamadı sanki,
yabancılaştı yüzü, ayaza vuran akşamda morarmış dudakları titredi. Gözleri
seyirdi ardı ardına. Önce bana mı sarılsa yoksa öbek yaptığı yaprakları
tenekeye mi doldursa, bilemedi. Rüzgârın esintisi de artmıştı.
“Bırak,
ben doldururum yaprakları tenekeye,” diyorum. Merhaba demeden ve onun bana hoş
geldin demesine kalmadan. İkircikli, bir bana, bir mendil sarılı eline bakıyor.
“Dinine yandığımın tenekesi,” diyor, yerdeki tenekeye bir tekme atarak. “Hepsi
delindi, bu da elimi yırtıyor ikide bir, bakkala söyledim, peynir tenekesi
boşalınca verecek.” “Tamam,
hallederiz!” diyerek yüzüne bakıyorum; tüm çocukluğumu, gençliğimi ve
geleceğimi elimden alan, gereksiz öfkesine.
Yıllar
önce bilseydim öfkenin yaşam acemiliğinden geldiğini, çaresizlik ve
bilgisizliğinin figanı olduğunu...Görebilseydim şimdiki gibi...
Annemin
ölümünde gelmiştim, geçen yıl. Bir yıl içinde ben mi değiştim, yoksa babamın
yabancılaşmış yüzü mü beni kendime getirdi!
Sarılıyorum,
“Kendini yorma artık!” Fısıltıyla söylüyorum bunu. Sevecen, mümkün olduğunca
ürkütmeden. Uysal bir çocuk oluveriyor. O da fısıltıyla, “Tamam,” diyor,
kucaklaşıyoruz. Bu
kadar kolay mıydı yürekten, onun bağırmalarına karşı fısıltıyla bir söz
söylemek. O da
yorulmuş olmalı. Kendini yaşamın ağırlığına teslim etmemek için zoraki
bağırmalar yaratıyor, suskunluklarda yürek atışlarının sesini bastırıyordu.
Yatıştırıcı bir sözdüistediği. Beni
beklerken gücünü hepten yitirmişti. Hoyratça savrulan yaşamın bir
ucundan tutabilme çığlıklarıydı, yıllardır işittiğimiz. “Hadi, sen gir içeriye,” diyorum,
“ben yaprakları tenekeye doldurup da gelirim, rüzgâr daha fazla dağıtmasın.” Valizimi alıp sektirerek gidiyor,
bu kez dizginleyemediği mutluluğu ıslığa dönüşerek. Babamın yüzünde mutluluğu yakalamışken,tüm isteklerini yerine getirmeli, ıslatmalı
kapı önünü. Elinde hortum, halkaları açarak geliyor. Vazgeçmemiş, ne pahasına
olursa olsun, bütün işlerin bitmesi gerek! Bir yıldan beri bu günü düşleyerek
yaşadım. Çocukluğumda başımı koyamadığım dizine yatacağım. Aklıma geldikçe
sarılıp öpeceğim, bayramlar dışında yanağımın hiç değmediği yanağından. Kaynak
ateşiyle delik deşik olmuş, kemikleri görünen ellerini, onun figanlarına fırsat
bırakmadan elime alıp okşayacağım. Yıllardır bu evi kurmak, çocukları
yetiştirip okutmak için elalemin pıllim pıllim köpeği olduğunu, neyimizi eksik
ettiğini, kendi yaşamını bizimkine feda ettiğini söylemesine izin vermeden
seveceğim onu. Bütün bunları söylese bile seveceğim. Hortumu elinden alıyorum. Gözünün
kenarındaki kaynak çeperinin dağladığı derinliği ilk kez fark ediyorum.Onun için mi gözlerini kısarak bakıyor babam?
Kendimi bildim bileli var bu iz. Bu akşam hepsini konuşacağız, anlatmalı bana. Hortumun yılan derisi görünümü
içimi gıcıklıyor. Böyle şeyler kullanmazdı. Hacı terliklerini de!... Uzun
içliğinin paçaları açıktaykensokağa da
çıkmazdı… Komşumuz Firdevs Abla leopar desenli
pijamalarını, küçüldüğü için bana vermişti. Babam, üzerimde gördüğünde,
gırtlağından boğulurcasına çıkan anlamsız seslerle sövmüştü. “Kötü kadınlar
gibi” dediğini duyabilmiştim. Pijamalar sobada yanarken birkaç dakikalığına da olsa,
ısınmayı kâr bilmişti ama!... Yapışkan plastiğe elim çabuk
alışsa da bakamıyorum. Mümkün olduğunca uzaklara fışkırtıyorum suyu. Uzun
süredir yağmur görmemiş topraktan yükselen koku çocukluğumun oyunları arasına
karışıyor. Çelik çomak oynamak için uygun bir zemin. Az sonra babam yine
bağırır, akşam saatinde sofrada olmamız gerek, oyuna veremiyorum kendimi. İşim bitince suyu kesip hortumu
topluyorum. Yine düzenli halkalar halinde dolayarak yerine asmalıyım. Bu gün
için yeni aldığım pantolonun paçaları çamur oldu. Eski giysilerle gelseydim,
babamın gözleri önce onlara takılırdı. “Ben seni okuttum, çalışıyorsun da,
kendine bakmıyorsun, al yeni yeni giy!” diyen bakışlarını görürdüm. Benim
istediğimin yeni giysiler değil, onun sevgisi olduğunu anlatan bakışlarımla
karşılık vererek…Anlamadığını bildiğim halde… İçeriye girdiğimde, yemeği ocakta
ısıtıyordu. Babam yemek yapmasını da öğrenmiş. Eskiden maaş aldığı günler
yediğimiz köfte ve kurban bayramlarından başka et girmeyen evimizde, kıymalı
patates yemeği pişirmiş üstelik. Ben geleceğim, diye. O da beni seviyor. Güçsüz
çocuk bedenimin yorgun akşamlarında bile görevim olan sofra kurma ve çay
demleme işini babam üstlenmiş. Pantolonum üzerimde kaldıkça
bacaklarımı üşütmeye başlıyor, besbelli iyice ıslanmış. Valizimi açmaya üşenip
içerideki dolaptan bir pijama altı alıyorum. Leopar desenli kadın pijamasının
annemden kalma olmadığını biliyorum. O gece, ateşte yanan pijamamın üzerimde
olduğunu hayal ederek babamın dizine yatıyorum. Hiç olmadığı kadar sevecen
sesiyle, ben sormadan anlatmaya başlıyor babam Babam hakkında kurduğum hikâye,
yerini gerçeğe bırakmaya izin verdiği ölçüde dinliyorum. “Yaşam bir köşe kapmaca oyunudur. Kamyon yükleğinde
beşinci kişi yani ebe olacağını sezerek, bilerek oynamaktan yorgundu
çocukluğum. Neden hep fazlalık olan bendim, bilmiyorum. Yine de bir oyunun
içinde olmak rahatlatıyordu. Oyunda hiç yer almamaktan iyiydi. Bu yüzden ebelikte kalmak için elimden geleni yaptım.
Amirlerimin kölesi olmayı baştan kabul etmiştim. Yıllar içinde kendi
isteklerimi ve kişiliğimi kaybetmenin verdiği acı, çığlık olup yankılandı
içimde. Kendine biçtiğinbir rolü güven ve rahatlıkla oynarken gerçeklerin tehdidi karşısında
gücünü yitirmemek kolay değildir.” Sözü nereye getirmek istiyordu?
Dolambaçlı yollardan konuşuyor, asıl konuya giremiyordu. Gözlerine bakabilir,
gerçeği ısrarla gözlerinde arayabilirdim. Ürkütmek istemiyordum onu. Gerçeğin
ağırlığından korkuyordum belki. Gözlerimi yumup tatlı bir masal
dinliyormuşçasına mutlulukla başımı sallayıp devam etmesini istiyordum. “Oyun içinde ebe olmak yordu artık beni. Bu kadar çaba
gösterdikten sonra kendi kişiliğini daha kolay taşır insan. Hiç olmazsa kendin
olursun!” Gözlerimi açıp babamın yüzüne bakmayı
çok istedim ancak cesaret edemedim. Yıllardır içini kemiren bir riyakârlık
sezinlemiştim. Ona yardımcı olmalıydım, içinde ne varsa anlatsın. Yine başımla
onaylayarak dinlemeye devam ettim. “Kolay değil bunları sana söylemek. Annen öleli bir yıl
oldu. Yaşam oyununda tek başıma kaldım. Evdeki bütün eşyaların canları varmış
gibi konuşmaya başladım onlarla. Komşumuz Firdevs Hanım...” Firdevs Hanım ya, ayağımdaki
leopar desenli pijamanın sırrı! Bu kez gözlerimi açıyorum. Hatta doğrulup
kalkıyorum. Gözlerim üzerimdeki pijamada. Sözü nereye getirecekse bir an önce
söylemesi gerektiğinin kararlığında. Benim şaşkınlığım da işine yaradı. Hiç
şaşırmasam, suçluluk duygusuyla susuverecekti. “Yıllar önce sevdim Firdevs’i. Bunu şimdi niye söylediğimi
sorabilirsin. Haklısın da. Yalnız, dediğim gibi artık oyunun asıl kişisi olmak
istiyorum, ebe değil. Yıllardır sevgimi saklamaktan, anneni seviyormuş
görünmekten yoruldum.” Annemin gölgesi düşüyor o an. “Bak
Firdevs Ablan sana ne verdi, giy bakalım olacak mı?” diyen kinayeli sesi
işitiyorum. Ürpertim babamı da sarıyor, titriyoruz bir an. Bu oyunun
sürdürücüsü annemmiş asıl. Sobada pijamanın yakıldığı geceki yüzü aklıma
geliyor. Zafer kazanmış bir komutan edasıyla saçını savurtarak dışarı çıkıp hiç
ilgilenmeyişi… Demek ki bir yıldır oyun bitti. Yine de babamın bunları bana
neden anlattığı konusunda kafam karıştı. “Sen de yalnızlıktan yakınırdın kaç yıldır. Yarın Firdevs
Ablan’a uğrayıver, sana bir sürprizi var.” Benim de anlatacaklarım vardı
babama. Eşimden boşandığımı, artık burada kalıp kendisini yalnız
bırakmayacağımı, birbirimize destek olacağımızı, eskisi gibi ayda bir köfte
yemeye razı olduğumu, isterse pijamamı yine sobada yakabileceğini, onu çok
sevdiğimi... Bu düşüncelerle başımı yeniden koyuyorum kucağına. “Tamam,” diyorum, yavaşça,
sesimdeki titremeyi engellemeye çalışarak “yarın uğrarız birlikte.” Seviniyor, saçımı okşuyor... İçimde volkanlar patlıyor. Bu
anlattıklarından başka daha ne sürprizi? Demek ki dahası var! Düşünce
yorgunluğundan uyuyakalıyorum, ne olursa olsun, babamın kucağında uyuyacağım bu
gece. Sabah, Firdevs Ablanın küçük kızı
Nilay’ın bahçeden gelen sesini duyuyorum. Geçen yıl, annemin ölümünde
geldiğimde ikinci doğum gününü kutladığımız kızın. “Baba, beni ağacın dalına oturt
hadi.” “Şşşt,” diyor babam, “Zuhal Ablan
geldi, uyuyor, gürültü etmeyelim.” “Zuhal Ablam kalkınca birlikte
otururuz ağaçta.” “Hoop,” diyor babamın sesi, “Gel
bakalım küçük afacan, hah, oldu mu?” Küçük ellerin mutlulukla çırptığı
sesi duyunca yorganın altına, kendi çocukluğuma gömülüyorum.
Yayınevi: Şenocak Kültür
Kasım 2008
ISBN: 9786056028410
101 sayfa
Türü: Öykü
Şenocak Yayınları arasından çıkan yeni bir öykü kitabı; Tambur Ağıtları
okuyucularla buluştu.
Vicdan Efe, bu kitabında öykü sanatının güzelliklerinde
okuru dolaştırırken, sağlam kurgularıyla kendi insanınımızın dramlarına
odaklanıyor ve akıcı, duru diliyle öykünün şiirsel tatlarını
duyumsatıyor.
Kitabın arka kapağında usta öykücü Osman Şahin, Vicdan Efe
için şunları söylüyor:
“Öykü sanatı, insanı soyunun en yaratıcı söz
sanatlarından biridir. Ve her zaman yaşanılandan bağımsızdır.Genç öykücü Vicdan
Efe’nin Tambur Ağıtları’ adlı öyküler toplamı yukarıdaki savı doğrular
niteliktedir.
Vicdan Efe, kendi gözlemlerine ve görüşlerine dayalı
duygusal naif öykülerle çıkıyor okurun karşısına.
Öykü kahramanlarına
dumanlı puslu bir gözle bakmıyor. Kişilerin doğa ve toplum yaşamlarını ezici,
sert baskıları, bize basitmiş gibi gelen yanlarını umut kırıklarını öykü,
kıvamında ve tam öykü kaynaşması içinde veriyor.”
Vicdan Efe’nin olgunluk
dönemini yansıtan bu kitabı severek okuyacaksınız. Her öyküde ’insanı’ temel
alan, dostluğu, paylaşmayı, sevgiyi, güzelliği dile getiren konular bulunuyor.
Yazarın şiirsel anlatımı sayesinde kitabı okurken kendinizi yeniden
tanıyacaksınız.
Kitap, 2005’te Orhan Kemal Öykü Yarışmasında “Ağustosta
Tambur Ağıtları” adıyla mansiyon Ödülü almış.